Beyoğlu'nda Barok.
Cuma akşamı Barockband Munchen Konseri'nden can havliyle çıkan ben, sevgili Nihal Hala ile içtiğim bir kadeh şarapla ancak toparlabildim. Eğer topluluk on dakika daha çalsaydı korkarım Erken Dönem Avrupa Müziği ile olan tüm bağlarım kopacaktı! Gerçekten, Monteverdi dışındaki her saniye hırsımdan yaş doldu gözüme. Yanımdaki amca, muhtemelen amma hassas kadın demiştir ama nereden bilsin ki daralmış, ölüyordum!!
Fenerbahçe Marina'dan Ataköy Marina'ya Uçuş!
Ertesi sabah 6.00'da uyandım. Uzun bir gazete keyfinden sonra yukarı çıkıp Eda Liza'dan şans öpücüğümü aldım. Ardından peynirli poğaçalarımı yüklenip, düştüm marinanın yollarına. Saat 9.30'da çıktık Fenerbahçe Marina'dan. Ekip malum; Erol Hocam, Esra, ben, Nurten Hanım ve Berrin Hanım. Geçen iki yarışta yan çizdiğim için beni görünce hepsi çok şaşırdılar. Tabii haklılar; belim sakat diye yarış camiasından çekildim sandılar..
Neyse, Ataköy Marina'ya uçarak gittik. İdeal yelken havası vardı; mis gibi ılık rüzgar, bulutlu gökyüzü... İnsan daha ne ister? Önce hava sertler mi, camadan vursak mı ana yelkene ya da balensiz olan küçük yelkeni mi kullansak dedik ama sonra vazgeçtik. Kim korkar hain denizden, kaç knot hava görmüş ekibiz yaw!
Bütün iyi niyetimize rağmen yarış öncesi yapılan toplantıya yetişemedik ama yine de Denizbank'dan Nurten Hanım'ın dostlarıyla ve Naviga dergisi sahibi Turgay Bey ile tanışmak harika oldu. Turgay Bey "yazarımız hanginiz?" dediğinde kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Ben kendimi olsa olsa okur yazar saydığım için böyle hitapları abartılı ve alaycı buluyorum ister istemez.
Bu arada sadece bir fincan kahve içebildim. 12.00'de start verileceği için hızlıca tekneye döndük. Arada annemi arayıp " anne ben Ataköy Marina'dayım, biliyor musun buraya yelkenliyle geldik" demeyi ve onu güldürmeyi unutmadım :))
Ve Yarış...
Start verilene kadar epeyce bekledik. Hava harikaydı, biraz sertlemeye başlamıştı ama güneş olup, rüzgarsız oturacağımıza varsın sertlesindi razıydık. Başlangıç alanında turlarken, Tekirdağ Rakı'dan sponsorluk almış bir tekneye neredeyse bindiriyorduk. Adamların ödü patladı. Korkarım bu istemsiz gövde gösterimiz etrafımızdakilere sözsüz bir uyarı oldu. Çünkü o dakikadan sonra civarımızda pek tekne göremedik!!! Oğuzhan hariç! Bence o adamlar yarışa sırf bizi takip için girmişlerdi. Ne zaman kafayı kaldırsak ya sağımızdan ya solumuzdan geçtiler.. Hani uzağı görebilsem ve aralarında eli yüzü düzgün biri olsa sevinecektim ama gözlüksüz imkansız benim için!
Yarış iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölümü hızla ve inanılmaz seri hareketlerle tamamladık. Yani bir hafta aradan sonra tekrar denizde olmanın sarhoşluğundan mıdır yoksa ne zamandır hasretiyle yanıp tutuştuğum rüzgarın nefesinden mi bilmem hiç belim ağrımadı. Deliler gibi gülerek ve acayip eğlenerek yarıştık. Tabii Erol Hoca'nın panik uyarıları ( KAFALARA DİKKAT!!!) ve Nurten Hanım'ın sakin cevapları inanılmaz matrak diyaloglara sebep oluyordu ki, utanmasak kahkahalarla gülecektik. Ve tabii ben çok şanslıydım çünkü Esra ile cenovayı sahiplenip huzuru bulmuştuk. Hocam, paşalar gibi bir ayı bacağı metodu da geliştirmişti - ki bence alemlerde bir numara olmamızı sağlar - ve bu durumda dümen ve ana yelken de epeyce rahat etti bir süre.
Şükürler olsun balon basmadık! Gerçi neredeyse yarıştaki teknelerin yarısı balon açtılar ama ben yine de bizim tercihimiz olmayışından gayet memnundum. Dubadan dubaya mis gibi tramolalarla gidip döndük. Arada, ayı bacağı yaptığımız gönder denize düştü. Ekip yelkenliyi pek zarif bir kurtarma manevrasıyla gönderin yanına döndürdü ve ben yarı belime kadar sarkıp gerçek bir kahraman(!) gibi onu kurtardım. Sağ kolum iyice ıslandı tabii. Ama lafı olmaz, evde nineler gibi inleyen bendeniz denizde epeyce hareketliydim.
2. Etap ve Tyhke* Gazabı...
İkinci etabı bir saat kadar beklemek zorunda kaldık. Çünkü bizim kategorimizdeki yelkenlilere göre epeyce hızlıydık ve söylemesi ayıptır bizi bekletenlere de biraz söylendik. Çünkü eller donmaya başlamıştı. Eldivenler vıcık vıcık soğuk suya batmıştı ve ufak ufak ayaklar da üşümekteydi. Benim çizmeler su almıyordu ama nedense tek çift çorap giymek hatasına düşmüştüm! Tabii ısınmak imkansızdı.
Bekleme sırasında Nurten Hanım'ın Karadeniz'deki teyzesinin bahçesinden gelen kuruyemişlerle beslendik. Onun dışında kaç poğaça yedim sayısını anımsamıyorum. Sanki yersem üşümem gibi geldi ama pek işe yaramadı. Korkudan bir yudum su içemedik tabii. Hiç birimiz beşik gibi sallanan yelkenlinin içindeki portatif tuvalete ulaşmaya teşebbüs edecek kadar çıldırmamıştık! Hadi de ki ulaşılabilir bile olsa ben kendi adıma üzerimdekileri çıkartıp asla tekrar giyemezdim. Bunun yerine kırk metrede tüpümü çıkartıp yeniden takmayı tercih ederim doğrusu!
Sonunda hakem amcalardan ses geldi. Nihayet erteleme bayrağı kalktı ve start aldık. Berrin Hanım'dan transfer olan çikolatalarla iyice kendime geldiğim için enerjim yerindeydi. İşin aslı hepimiz hala acayip hevesliydik. Suda üşüyerek boş boş dolaşmak can sıkıntısı vermişti ama nihayetinde tekrar yarıştaydık. Tek amacımız hızlıca etabı tamamlamak ve eve dönmekti. İlk dakikalarda her şey planladığımız gibi gitti. Gerçi ana yelkene camadan vurmak zorunda kaldık ve hatta cenovayı da binbir zahmetle indirdik ama yine de felaketten sıyrılamadık.
Serpinti başladı ve tabii ardından okkalı bir dayak faslı!! O kitapsız serpinti bana Bozcaada dönüşünü anımsattı. Of ya, yüzüm gözüm tuzdan acımaya başladı yine, boynumdan içeri süzülen suyun vücudumu nasıl titrettiğini anımsamak bile istemiyorum. Ellerim beni çoktan terk etmişti. İpe asılıyordum asılmasına ama Esra olmasa işim pek zordu. Soğuktan, dokunduğum ipi hissedemez haldeydim. Birbirimizin tepkilerine baktıkça kahkahalarla gülüyorduk. Acayip iyiydik, içip kafayı bulsak ancak bu kadar eğlenebilirdik ve neredeyse ardımızdan yetişmeye çalışanlara tur bindirecektik.
Ama.. Olamadı. Yeke bizi bıraktı! Tık diye bir ses duyduk ve Nurten Hanım "Hocam yekeyi kırdım galiba diye bağırdı". Bunu daha önce bizzat yaşamış biri olarak o anda ne hissettiğini biliyorum: Şaşkınlık ve derin bir suçluluk duygusu! Ama bu Allahsız yeke zaten benim elimde kaldığında da başına buyruktu, bakınız yine öyle. Fakat Orhan Ağabey ve hocamız yeke ve direk kırmak racondandır demişlerdi...
Sonrası sefalet; önce bitireceğiz yarışı diye inat ettik ama baktık ki Tyhke bizden daha inatçı ve bu iş yürümeyecek. E bizde tanrıçaya ve de feleğin çarkına ( dümenine:)) direnmekten vazgeçtik; Ataköy Marina'ya doğru çevirdik yüzümüzü. Şinasi Bey'i de aramayı ihmal etmedik. Bizi kurtarıp marinaya kadar çekmesi lazımdı. Neyse, şileplerin arasında ha bindirdik ha bindiriyoruz diye can çekişerek ve gerçekten benim dışımda herkesin ayakları sudan, soğuktan donmuş olarak debelendik. Tek derdim ellerimi hissedememekti. Onun dışında vücudumdaki her kası fazlasıyla kullanmıştım ve adrenalin tavan yapmıştı! İnsan doğayla mücadele ederken hiç olmadığı kadar gerçek hissediyor kendini. Ya da bana öyle geliyor, salak sulak gündelik kaygıları unutup; "vay be olay budur" diyorum kendi kendime.
Şinasi Bey'i beklerken "Elvan hayaller aleminde" diye bir masal uydurasım geldi ya, kağıt kalem olmayınca pek birşey kalmadı aklımda tabii. Zaten o durumda yazmaya kalksam kızlar beni bombalardı muhtemelen.
Ama zaman zaman Berrin Hanım'la göz göze gelip kikirdemekten geri kalmadık. O kadar tatlı, güçlü ve sevimli bir anne ki, onunla aynı teknede yarışmak bana ayrıca gurur veriyor. Teknede anne olması garip bir güvenlik hissi. Keza Nurten Hanım da, enerjisi ve kararlığı ile baş döndürcü bir kadın. Sanırım hiiiç yarış sevmeyen ben, bu ekiple yarışlara katılmanın bağımlısı olacağım.
Ataköy Marina.
Palamarlar sevgili teknemizi C pontonuna götürürken, Esra ve ben koşarak tuvalete gittik. Ama ne sıcak su vardı ne de ısıtıcı. Ah ya insan özlüyor tabii güneydeki malum marinanın konforunu:)) Üzerimi çıkartırken çok zorlandım, çünkü ellerimi kullanamıyordum. Gerçek anlamda felçli gibiydim. Hayatımda ne tulumumu çıkartırken ne de ceketimin fermuarını çekerken bu kadar zorlanmamıştım! Yedek kuru kıyafet kalmadığı için göğsüme Külkedisi'nin hediyesi olan son ıslanmamış şalımı sokup, buz gibi tulumumu tekrar giydim. Aynadaki görüntüm inanılmaz komikti. Bütün gün şeker yemiş ve karda yuvarlanmış yaramaz çocuklar gibiydim! Saç baş darma dağınık ve yanaklar kıpkırmızı! Doğrusu fotoğrafları çok merak ediyorum. Çünkü ikinici etaptaki halimiz dahil durmadan fotoğraf çektim. Bilmem bu hevesimin diğer arkadaşlardaki tepkisini hayal edebiliyor musunuz??
Eve Dönüş Yolu.
Bu bizim ilk mülteci halimiz değildi, aylar evvel Second Life ile Tekirdağ Limanı'na yanaştığımızda da aynı şekilde ıslak ve sefildik. Ama o zaman hava soğuk değildi ve Secon Life Allah için epeyce konforlu bir yelkenliydi. Yine de ne o gün, ne de yarışta aramızda mızmızlanan olmadı. Nurten Hanım neredeyse morarmış ayaklarını ıslak botlardan kurtarıp Esra'nın yün çoraplarını giymek zorunda kaldı. Berrin Hanım ise o kadar ıslaktı ki hiç soyunmamayı tercih etti! Esra ve ben hala yiyorduk! Aç değildim ama acayip bir yeme içme dürtüsü vardı içimde. Sanki yedikçe hayatta kalma gücüm mü artıyordu? Soğuk algımı bozmuş olmalı. Bir de Kuzey Denizi'ne gideceğim diyorum. Of ya, çok güçlenmem lazım, çokkk....
Şinasi Bey'in teknesinde yarı uyuklayarak yarı hayaller kurarak ve tabii arada halimize gülerek Kalamış Marina'ya ulaştık. Sonrasında Ali Can'da hızlıca vedalaşıp evlerimize doğru yola çıktık. Beni Esra ve Berrin Hanım bıraktılar. Yoksa bir taksiye binecektim sanırım, çünkü yürüyecek gücüm kalmamıştı.
Annem annem, canım annem...
Kapıya zar zor ulaşıp zile bastım. Annem beni görünce gülmeye başladı. Ve tabii ben de kahkahalarla gülmeye başladım. Birkaç dakika karşılıklı güldük. Sonra banyoya gidip üzerimdekileri çıkarttım. Tir tir titriyordum. Pijamalarımı ve en kalın sabahlığımı giydim. İnanılmaz ama hala açtım ve dolapta bulduğum kocaman bir kase profeterolü alıp annemin odasına koştum. Sonrasını tam olarak anımsayamıyorum. Annemin dizine yattım ve uyur uyanık arası sayıklayarak bir saatten fazla uzandım. Saçlarımı ve sırtımı ovalarken, hala halime gülüyordu annem. Ama anlattıklarım onun da hoşuna gidiyordu.
Odama sürünerek ulaştığımda saat 21.30 olmuştu. Arada telefon çaldı ve Paris'te yaşayan sevgili dostum Dinçer aradı ama ne konuştuk vallahi anımsayamıyorum. Bugün arayıp soracağım kendisine.
Sonuç?
Erkenden yatınca sabahın köründe uyandım tabii. Ama ne güzeldir ki denizin çalkantısı ile içimdeki çalkantının dengelendiğini hissettim. Akıl defterime yarıştan kalan sayıklamalarımı yazdım. Yaklaşık dört saat sonra ev halkı da uyanınca Pazar gününe harika bir kahvaltı ile başladık. Ardından kuzenime mutlu yıllar diyerek Muse ile Boğazda erguvan turuna çıktık. Bebek sahilinden geçtik, Aşiyan'ı selamladık ve öylece bakakaldım Rumeli Hisarı'na, Tyhke'yi düşündüm:"Kaderin küresi ve Feleğin çarkı"... Şans ve kader Tanrıçasına selam olsun:))
*Tyhke: Roma döneminde "Fortunata" olarak karşımıza çıkan, kökleri Atlantis'e ve İsis kültüne kadar dayandırılan Şans ve Kader Tanrıçası. En önemli sembolleri dümen ve bereket boynuzu (cornicopia). Denizciler onun uğuruna ve gücüne inanırlar. Pek çok liman kentinin sikkelerini süsleyen tasvirleri vardır. Ben elbiselerine bayılıyorum:))
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder