Korktuğum başıma geldi. Tam içimdeki “timsahı” beslemeye, büyütmeye karar vermiş ve ona canlı canlı insan sunmaya hazırlanırken, sözde dostum olacak biri bana gerçeği söyledi:
“Timsahlar ağlarlar ama bu eylem duygularıyla değil, tükürük ve gözyaşı bezlerinin aynı kanala bağlı olması, birlikte çalışmasıyla ilgilidir!”
Bunu öğrendikten sonra ne anlamı kaldı timsah benzetmemin? Ve ne anlamı kaldı içimdeki timsaha sunacağım kurbanın? Ne gerek var benim gibi kendini yazabilir sanan birinin elinden malzemesini almanın? Şişt dostum sana diyorum!!
Aslında konu şuydu: Ameliyatla benjamin - narin bir salon yeşilliğidir kendisi- olmuş bir timsah geçen akşam gizlice evimize girdi. Başta ben olmak üzere ısırılmadık aile üyesi, apartman komşusu ve misafir bırakmadı. Sonra bir teşekkür bile etmeden çekip gitti. Biz, yani kan revan içinde kalanlar ne mi yaptık? Önce afalladık; o şey ne idi? Alkollüydük. Neden sonra sakinleştik ve kolumuzdaki bacağımızdaki izlere bakıp,şaşırarak anladık bir timsah tarafından ısırıldığımızı. Bu kavrayış tıpkı geçtiğimiz yıllarda bayılarak izlediğim Audi reklamı gibi oldu; oradaki çekik göz amca, kardaki izlere bakıp torununa ayı, ördek vs diye anlatıyordu. Bir lastik izine ise torun araba dediğinde ciddileşip Audi demişti! İşte biz de aynı ciddiyetle izlere baktık ve anladık; bu ne? Timsah!
Neyse, aramızdan bir akıllı bıdık “timsahlar ısırırlar ama aslında hapur hupur yerlerken bir yandan ağlarlar, yani pek bi hassastırlar vesselam” buyurdular. Tabii inandık. Yalan değildi, ağlarlar mı? Ağlarlar. Ben de bir belgeselde görmüştüm sahiden ağlıyorlardı.
Yine de herkes gidince uzun uzun baktım göğsüme, ısırdığı yer pek bi acımıştı. Tamam belki ağlamıştı ama acıtmıştı işte. Çok geçmeden kanamam durdu ama yaranın sızısı inceden işledi içime. Karar verdim; ameliyatla tırtıl olacak ve o benjamini tam kalbinden yiyecektim. Bi de yerken ağlayacaktım. Sırf timsah tarafına misilleme olsun diye. Duygusalım ya!
Tabii bu bir karma sayılır. Benjamin beni ısırdı, tırtıl onu ısıracak. İyi ama sonra tırtıla ne olacak? İşte benim tüm korkum buydu! Bi de ağlarken boğulup kalmasın tırtıl tarafım?
Aslında şu an bu satırları yazarken, yavaş yavaş kafamda kurmaya başladım nasıl kemiririm hain benjamini diye. Ama diğer taraftan timsahın gözyaşlarına takıldı aklım... Kardeşim şimdi ben nasıl yazacağım? Ayrıca o tam göğsümden ısırmıştı, bu bitkinin - Allahın otu!- kalbi nerede ki? Pek bilmiş dostum bi açıklasa da ben başlasam yazmaya!!!
Benjamin Promlemi 2. Aşama
Bu sabah uyandım, koşarak salona gidip bizim benjaminlere - yani gerçekten doğuştan benjamin olan salon bitkilerimizi kasdediyorum - daha bi alıcı gözüyle baktım. Gerçekten çok narindiler. Ardından bir kahve yapıp bilgisayarımı açtım. Genel bir araştırma yapmak istedim. Hani o timsahlarla ilgili beni aydınlatan muhterem var ya, sanki hissetmiş gibi niyetimi yememiş içmemiş, benjaminin kalbi nerede onu anlatmış bir maille! Efendim bu bitkiye zarar vermek çok kolaymış, iki yaprağını kemirsen işi tamamdır diyor. Botanikçi ya abi!!! E tabii ben bu bilgiden güç alarak başladım aramaya hain Timsah- benjamin’i. Bakalım bu kez kimin salonuna saklanmıştı?
Çok sürmedi, buldum kendisini, şirin şirin sokuldum dibine. Beni görünce tanır diye pek bir endişelendim önceleri ama o değil beni tanımak, orada olduğumu hissetmedi bile! Ne yalan söyleyeyim gördüğüm en kibirli bitki diye düşündüm. Neden sonra gölgesinde dinlenen bir canlı olduğunun farkına vardı. Zahmet etti muhterem! Zaten azıcık daha bekletse basacaktım yaygarayı. Diyecektim ki “hey dostum, büyüklenme bu kadar, senden büyük devatabanı var!”
Narin dallarından birini salıverdi bana doğru, çekinerek tırmanmaya başladım. İnanın intikamcı bir tırtıl olmak hiç kolay değil; onu gıdıklamadan, hırpalamadan ve güvenini sarsmadan tam kalbine kadar çıkmak maharet ister. Ama başardım, o zevzek dostumun dediği yere ulaştım; boynunun tam altındaki taptaze yapraklardan birine kadar sürüne sürüne geldim. Isırdım onu, beklemediği bir anda kocaman bir lokma aldım incecik yaprağından. Önce, sanki o an yaşanmamışcasına sakindi ama sonra yavaş yavaş hüzünlendiğini anladım. Olan olmuştu ve o bunu kavramıştı. Direniyordu ama neye? Onu ısırdığım ana? Isırığın hakettiği birşey olduğuna dair farkındalığına? Bilmiyorum bu onun kendiyle hesaplaşmasıydı ve beni hiç ilgilendirmezdi.
Ama fonda çalan Goldberg Çeşitlemeleri'ne takılmıştım, çok iyi bir yorumdu radyodan yükselen. Bana birşey oldu, ağlamaya başladım. Onun kadar alçalmak istemediğimi farkettim ve yavaşça dişlerimi gevşettim. Zedelenmişti tabii ama koparıp almamıştım yaprağını. Sadece yaralamıştım onu. Müzik alıp götürmüştü beni, amma şanslı ot dedim içimden.
Öldürmek fazla anlamlı geldi, payelendirilmemeliydi vahşi bitkiler! Hele hele onun gibi kendine sürekli kalabileceği bir ev bulamamış olan yapayalnız bitkiler.. İnanmayacaksınız fakat ağlaya ağlaya ayrıldım oradan. Neredeyse “ah afedersin canını yaktım” diyecektim ya, “dur be” dedim kendi kendime, “şu göğsündeki ize bak”. O iz bu denli tazeyken boşversene, azıcıkta onun canı yanıversin şu hayatta. Tabii hala hissedebiliyorsa!
Eve geldim, tırtıl olmaktan yorulmuş bir halde uzandım yatağıma. Ne zor bir deneyimdi intikam, elime bulaşmış olan bitki kokusuna bakakaldım. Koşarak banyoya gittim, defalarca yıkadım ellerimi. Dişlerimi iyice fırçaladım. Hala yıkanıyorum deliler gibi!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder