5 Mart 2008 Çarşamba

İçinde Mor Laleler Yüzen Mavi Irmaklar...

Yaşlı bir kadın, kalbimdeki tahtını bırakarak hayalimdeki bahçeden usulca ayrıldı. Mavi yaseminlerin tılsımını fısıldayan bakışları beni bıraktı. Mum çiçekleriyle ve öpücükleriyle yaşama isteği veren o güçlü kadın yok artık. Haftalardır, kapkaranlık bir gecede ondan kalan boşluğa sımsıkı sarılmış ağlıyorum. Uzun zamandır kimse için dökmediğim kadar gözyaşı döküyorum gidişine ... Artık ona sarılamam, onu öpemem, hatta sesini bile duyamam. Fakat yaşatabilirim. Bende bıraktığı izleri kağıda, kaleme bulaştırabilirim. Sonra defalarca okuyabilirim. Yakacak odunu kalmadığında ısınmak için alev resimleri çizen çocuklar gibiyim yokluğunda, nasıl atlatacağımı bilmiyorum. Üşüyorum. Aşağıdaki hikaye 30 Aralık 2007 sabahı kalbimde kocaman bir boşluk bırakarak beni kendime terkeden mavi gözlü kadın için: Anneannem için. Geçen yaz ziyaretine gittiğimde son görüşmemizin üzerinden tam üçbuçuk yıl geçmişti. Onu bıraktığımda bahçede dimdik yürüyebiliyor ve hala cebime mandalinler doldurmaya çalışıyordu. Evli barklı koca kadındım ama o hala “yolda yersin, kocana da götür” diye ısrar ediyordu. Büyülü bahçenin büyülü mandalinleri; ne rengi ne de kokusu avuçlarımdan hiç çıkmasın istediğim tek meyva. Cebimde mandalinlerle ayrıldım bahçeden. Dönüp el salladım, ardımdan gülümsüyordu. Ama geçen yaz, aradan geçen onca yıldan sonra çok yaşlanmış, yorgun ve ıslaktı gözleri. İçimden deliler gibi şükrettim geç kalmadığım için. Ya onu göremeseydim, ya kendime verdiğim oralara dönmeme ile ilgili cezayı, bu mavi gözlere bir kez daha bakamayacak kadar uzatsaydım? Tanrım, çok şanslıydım; içimde tarifsiz bir sevinç ve onu üzmemek için kirpiklerime tutunan yaşlarla, dakikalarca ellerini bırakmadım. İncecik bedenine bir cam bibloya sarılır gibi sarıldım. Oysa daha sıkı çok daha sıkı sarılmak isterdim. Hayatın nasıl yavaş yavaş çekildiğini anladım bedenlerimizden. Yaşam sihirli bir iksirdi, bedeni terk eden sıvıydı gençlik. Onun bedeninde dolaşan ise zayıf bir ırmaktı... Çoraklaşan parmaklarına baktım; bana elbiseler diken ince, uzun güzel parmaklar. Teyzem de oradaydı. Fedakar, anlayışlı, sakin ve çok güzel bir diğer kadın. Tıpkı anneannem gibi içi gülen, mavi gözleriyle acımı seyrediyordu. Yetiştiğim için nasıl sevindiğimi izliyordu. Ertesi sabah için sözleştik; bahçede, anneannem ile kahvaltı yapacaktık! Bizim büyülü bahçemizde mum çiçeklerinin altında, çocukluk kokan bir kahvaltı. Yutabilir miydim acaba çiğnediklerimi? Hayatımın en güzel ama aynı zamanda en hazin kahvaltısı olmalıydı bu, 1983 kışında babamın hasta yatağındakini saymazsak eğer. O kahvaltıyı da hiç unutmam; babam artık masaya kadar yürüyemediği için annem kocaman bir gümüş tepsiye hazırlamıştı herşeyi. O hiç yemek yiyemez olmuştu. Serum bağlanmasını geciktirmeye çalışıyordu annem. Ve eğer bizimle olursa belki canı birşeyler yemek ister diye düşünmüştü. Olması gereken ne varsa hepsi tepsideydi. Kardeşim ve ben yatağa tırmanmıştık, ailece yaptığımız en hüzünlü ve sanırım son kahvaltıydı. Babam bir lokma bile yememişti. Bir daha o tepsiyi hiç kullanmadık. Anneannemle kahvaltı da böyle oldu. Teyzemin özene bezene açtırdığı otlu börekten bile ancak bir lokma ısırabildi anneannem. İştahsız ve halsizdi. Gözü hep yüzümdeydi. Gerçek değilmişim gibi bakıyordu bana. Oysa ben hayatımda hiç olamadığım kadar gerçektim. Ben aslında sadece o bahçede gerçektim! Bunu biliyordu. O bunu çok iyi biliyordu. Bakışlarında anlatmak istediği şey tam olarak buydu; ben oraya aittim. Bunu anlamamı istiyordu. Anladım anneanne, inan anladım. Aradan çok değil iki ay geçti ki, yine mavi kasabanın yolu göründü bana. Bir kez ruhum uyandırılmıştı, artık hep gidecektim. Aradaki kayıp yılları ödemeliydim. Gittim. Herkesi ama herkesi ziyaret ettim. Öptüm, kokladım, içimde ne var ne yoksa verdim. Anneanneme de gittim. O gidişimde tam üç kez ziyaret ettim onu. Birincisinde uzun uzun sohbet ettik. Öpüştük, koklaştık. Ona bir önceki ziyarette çektiğim fotoğrafları götürdüm. Dedemin resminin yanına koydu teyzem. Sonra uğradığımda bayramdı. Gün boyunca yorulmuştu besbelli. Birazcık konuştuk ve uyuyakaldı. Büyük kızı vardı bu kez yanında, Hatice teyze. Bize yani anneme ve bana onunla ilgili bir hikaye anlattı. İçimdeki bütün organların bir meyva sıkacağında hem de en yüksek devirde ezildiğini hissettim dinlerken. Anneannemin gözlerindeki acı: Anneannem henüz dokuz yaşında küçücük bir kızken annesi çok hastalanmıştı. O zamanlar doktor bile olmayan bu ıssız köyde iyileşmesi imkansızdı. Anne kız kucaklaşıp, vedalaştılar. Anne, kocaman bir vapurla İstanbul’a doğru yola çıktı limandan. Küçük kız ardından el salladı. Bütün istediği bir bebekti İstanbul'dan. Fakat iyileşemedi koca şehirde annesi. Bir süre sonra onu alıp götüren vapur, geri getirdi. Ama iyileşmiş bir anne yerine ölü bir beden ve bir de oyuncak bebek döndü eve. Onu gömdükleri akşam, dualar okunup, komşular ağlaşırken küçük kız hep bebeğiyle oynadı. Annesi almıştı. Nasıl güzeldi bebeği.. Teyzem anlatırken ağlamamak için zor tuttum kendimi, onu minicik ellerinde annesinin aldığı bebekle cenaze evinde oynarken gördüm. Aynı temel acıydı yüreklerimize çöreklenen; ölümün buz gibi sessizliği. Ben ortak bir yaramız olduğunu onu son gördüğümde öğrendim. Oysa o ana dek tek sırrımız büyülü bahçeye olan aşkımızdı. Hayatı boyunca hep güçlüydü. Tanıdığım en ama en güçlü kadındı. Hem toprağa, hem hayata çok şey katmıştı. Hiç kalp kırmamış, herkese koşmuştu. Asla özünü inkar etmemiş gerçek bir insandı. Bana bir hayal verdi, asla kimsenin veremeyeceği kadar sonsuz ufuklar açtı önümde. Mandalin bahçesinin tılsımını fısıldadı kulağıma. Kırmızı balıkların büyülü danslarını izletti bahar sabahlarında, içinde mis gibi nergis tarlaları olan bataklıklar gösterdi. Koşulsuz ve karşılıksız sevginin gücünü hissettirdi. Daima sevdim onu, daima tereddütsüz hissettim sevgisini. Ondan bana doğru ılık ılık akan ırmaklar vardı aramızda; içinde mor laleler yüzen mavi sular... Kalbime pompalanan kanın , içimdeki labirentin bilge kadınıydı o, iddasız ama en güçlü modelimdi. Bir zamanlar sahip olduğum kusursuz hayatın en büyük kanıtıydı. Yaratıcısıydı. Ben onun toprağında büyüdüm, onun gölgesinde oynadım. Onun tavuklarının yumurtasını yedim. Bahçesindeki limonları kokladım. Kırmızı balıklarla dolu havuzun ve uçsuz bucaksız mandalinlerin prensesiydim. Mandalin bahçelerinde kaybolan kızıllıktım. Şimdi içim çok ıssız. Başka ne kaldı artık canımı yakacak demeye korkuyorum. Ama diyorum. O kadar sonsuz ki acım, başka ne kaldı ey Tanrım? Gerçekten eksildim gidişiyle. Hikaye olsun diye söylemiyorum. O olmadığına göre ben nasıl dönerim artık büyülü bahçeye? Çok zor.... Kokusunu içime çekemeyeceksem ne anlamı kaldı onun divanında uzanmanın? Son defa ellerini yanağımda hissetmek için ömrümü verirdim. Seni çok seviyorum anneanne.

Hiç yorum yok: