T.P. 'ye....
Fenerbahçe'deki evden taşınmadan önce son kıştı. 2022. Gerçekten soğuktu. Kar ve yağmur birbirine karışmıştı. Nasıl oldu, oraya nasıl geldim hiç hatırlamıyorum ama birden bire "İçimdeki Fırtına" çalmaya başladı. Daha önce defalarca duyduğum şarkıyı sanki ilk kez dinliyordum. Katıla katıla ağlamaya başladım. Neye veya kime dökülüyordu gözyaşlarım bilmeden öyle ne kadar çırpındım bilmiyorum. Merak ettim şarkının hikayesini, açtım bilgisayarımı ve Çiğdem Talu'nun başını Melih Kibar'ın omuzuna koyduğu siyah beyaz fotoğrafı görünce anladım beni yerle bir edenin ne olduğunu.
Aşk.
Aşk, beni yine vurmuştu.
Bütün Dünya değişmiş, istekler arzular farklılaşmış olabilir. Belki değişmeyen, istesem bile değiştiremeyeceğim tek şey kalmıştır, o da benim sahici olana tutkum. Yaşamımın trajedisi de burada gizli olabilir; ne derler bilirsiniz, aza tamah etmeyen, çoğu bulamazmış.
Geçen hafta Nişantaşı'na düştü yolum. Çok uzun bir aradan sonra gitmiştim ve en sevdiğim mekanlardan bile keyif alamadığımı farkettim.... Şehrin hemen hemen her yerinde hissettiğim içimi paramparça eden şey yine gelip kalbime çöreklenmişti; yabancıydım. Bu şehir artık beni sevmiyordu. Rüzgarı saçlarımı okşamıyor, denizinin kokusu ciğerime ciğerime dolmuyordu... Bir vakitler güle oynaya yürüdüğüm sokaklarında kaldırım taşlarına takılıyordu pabucum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi T. gitmişti.
Sizin en son ne zaman bir dostunuz gitti hayatınızdan bilmiyorum ama ben hiç yaşayan birinin ardından bu kadar ağladığımı anımsamıyorum.
Başa çıkamadığım pandemi süreci ve devamında gelen zor günlerde ailemi ayakta tutmak, kötülüklerden korumak ve iyi kılmak o kadar takıntı haline gelmiş, öylesine sinirlerimi yıpratmıştı ki, en kıymetlim dediklerimi tarumar ettim. Yardım isteyememiş, ağzımı açıp konuşamamıştım. En biriciklerime bile içimde yükselen tanımsız bir kırgınlık, anlaşılmadığımı düşündüğümden ( oysa anlatmamıştım ki anlaşılayım...) dipten bir öfke hissediyordum. Adını bugün bile koyamadığım öfke-korku veya artık her ne ise o berbat karışım sadece beni değil, bana en yakınları da alev alev kavurdu. Öylece kala kaldım küllerin içinde. Yalnız, kimsesiz, faydasız, yetersiz...
Fakat Noel sonrası çok uzaklardan ve bir yıl gecikmeli olarak bir not geçti elime. Tıpkı Oscar Wilde'ın Mutlu Prensi'nde olduğu gibi tüm aleve rağmen yanmamış bir kalp vardı küllerin arasında ve hayatımı kundakladığım halde çok şükür onu yok edememiştim.
İşte o gün, Nişantaşı'nda tek derdim şehir değil, artık bu şehirden göçtüğünü öğrendiğim o kalbin sahibiydi, T... Çok uzun yıllardır, hiçbir haber beni yerime mıhlamamış, böylesine ağır bir taşı kucağıma bırakıp kaçmamıştı. Bedenim en iyi bildiği tepkiyi veriyordu, donmuştum. Bağıra bağıra ağlamak için ertesi gün Ela'nın aramasını beklemem gerekti.
Ne kadar büyük bir illüzyon yaşatıyordu beynimiz bize... Ben şu an iletişim kuramıyorum diye hayatı, ilişkileri durdurabilir miydim? Artık zorlanıyorum diye sevdiğim bir dostla iletişimi dondurabilir miydim? Hadi oldu, bu densizliği yaptım diyelim, tekrar özlediğimde, kırmızı bir zarfın içinde veya küllerin arasında ona olan derin hislerimi bulduğumda o insan bıraktığım yerde olur muydu? Bana hayatım boyunca yapılmış en büyük kötülüğü ben en değerli üç beş dostumdan birine nasıl yapmıştım? Nasıl kıymıştım onca yaşanmışlığa, onca inceliğe?
Ama delirmek, içine içine delirmek tam olarak böyle birşey. İçime delirmiştim. Onca acı, taşlaşmış hatıraların yerinden oynaması beni un ufak etmişti. Tüm travmalarım, değersizliğim ortalığa saçılmıştı. Acımadık yeri kalmamıştı varlığımın. Ne yaptım peki? Kabalaştım, buz gibi fırtınalar koparttım ve ne var ne yok bana dair, bana yakın yakıp yıktım. Kimse sevginin naifliğini, kırılganlığını, teslimiyetini öğretmemişti.... Tüm inceliklerime rağmen, severken, en sevdiğime bile hırçındım. Vah bana...
İşte İçimdeki Fırtına ile deliler gibi kriz geçirdiğimde muhtemelen T. babasını gömüyor, eşyalarını topluyordu. Ben orada değildim. Ben yalnızlığında, öfkesinde boğulmuş bir aptaldım. Defalarca elele onlarca dar boğazdan geçtiğim dostumun gözyaşlarını silemedim. Onu layık olduğu hayata el sallayarak uğurlayamadım. Sadece sebepsiz olduğunu sandığım bir nöbet geçirdim.
Peki bana, bize ne oldu? Ben kendime bir şans verdim, bu yazdan başlayarak artık beni geçmişimin yönetmediği bir hayat olasılığına izin verdim. Sonra o içime dokunan, aklımı başıma devşirten notun ardına düştüm. T.'ye yazdım. Konuştuk, halleştik. Yeniden o kalbi alıp yerine koyduk. Şimdi üzerine titriyorum ki, bir daha ne bir sel, ne de yangın olmasın, onu benden almasın diye. Çok şükür ikinci şansa inanan bir dost varmış karşımda, yoksa ben bu kucağımdaki taşla nasıl devam edebilirdim? Düşünmek bile istemiyorum.
Bütün bunları şunun için yazıyorum; lütfen benim teklediğim, lal olduğum yerde siz bülbül olun, o samimiyetin, ortak dilin ve elbette sahiciliğin değeri paha biçilmez, sahip çıkılmazsa öyle yazık ki, of!
T. bana Erol Evgin'in konuk olduğu Nasıl Olunur isimli postcast'i yollayınca bütün bunları anlatmak istedim. Ortak değerlerimiz, geçmişimiz, birbirimize verdiğimiz emek, zaman ve en önemlisi koşulsuz sevgi yokluğunda insanı ayazda bırakan birşeymiş. Bir daha herhangi bir dostumu sırf öfkelendim, korktum veya çaresiz hissediyorum diye incitirsem, şu hayatta iki yakam bir araya gelmesin. Değmez, değmezmiş.
İçimdeki Fırtına'yı dinlerken onca içlenişim de bundanmış: sahici olana özlemimmiş beni ağlatan.... Aşkta ve dostlukta en sahici olandan azı mı? Asla! O halde çok şükür hatamı telafi etmeme izin veren hayata ve T.'ye...
İnancım tamdır en sahicisinden aşka ve dostluğa.