20 Nisan 2009 Pazartesi

Karmakarışık...



Bakalım geçen hafta neler oldu?

Pazar akşamı film festivali avucuma bir adet taş bırakarak* bitti. Bütün Japon fimleri canıma okuyarak geçip gittiler Nisan ayından!

C.tesi öğleden sonra Eda Liza ve Leyla Nora ile saklambaç oynamak ilaç gibi geldi. O günden beri saçlarımın parladığını hissediyorum :) Bu çocuklar benim kalbimi cilalıyorlar. Agi ve Altuğ gibi dostlarım olmasaydı bu güzel şeylere nasıl kavuşurdum ben?

Devam ediyorum... C.tesi akşamı dışarı çıkıp eğlenmek önce garip, sonra çok keyifli oldu... Oysa ne zaman birkaç kadını sokaklara dökülmüş; gülüyor, içiyor, dans ediyor görsem, amma acayip diye düşünürdüm... Fakat ne oldu? Bu aktiviteyi ayda bir tekrarlamaya karar verdik! Demek ki dışarıdan bakıp yargılamamak lazımmış. Yakında beni tango kurslarında görürseniz şaşırmayın!

Sonra.. T.Korkut, 37 yaşına girdi; sabırsızlıkla kırkı bekliyormuş. Tabii bekler, nasıl olsa erkekler için kırk yaş sadece bir başlangıç! Ayrıca Ç. Mater'le karşılaştım, çünkü görmemek mümkün değildi!!

Kısacası olağandışı pek bir şey yoktu aslında. Peki nedir beni bu denli karıştıran? Gerçekte neye direnç gösteriyorum ki, bu kadar derin bir karmaşa var içimde? İstediğim şeyleri almak için neden elimi uzatmadığımı anlayamıyorum. Bu kadar sakin görünüyor olmaktan korkuyorum. "Acaba aslında sakin değil miyim?" diye düşünüp, dolambaçlı yollardan kendimi sobelemeye çalışıyorum. Yok yok, tuhaf bir şekilde sakinim ama lüzumsuz derecede de hassaslaştım. Hassaslaştıkça dikenlerimin sivrileştiğini hissediyorum. Bu ters orantıdan çok sıkıldım. Neden yoga derslerindeki gibi hayatın içinde de akışa teslim olamıyorum?

Geçmişle ilgili çok daha huzurlu olduğum, geleceği ise geldiği zaman düşünürüm diyebilecek kadar uysallaştığım kesin. Yine de bir gariplik var, nedir? Bilmiyorum...
(Çemberdeki Kadınlar yazımı anımsadım bu sabah. O zamandan beri kurtarıcının dışarıdan gelmeyeceğini biliyorum elbette. Ve tabii ki içimdeki kurtuluşa inanıyorum. Fakat burada tehlikeli olan ne biliyor musunuz? Küçümsüyorum! Benden daha cesur olmayanı, beni kavrayamayanı küçümsüyorum...)

Kapadokya için gün sayıyorum. Yeniden Ihlara Vadisi'nde dolaşmak, balonları seyretmek ve açık havada yoga yapmak eminim bana çok iyi gelecek. Ve döndüğüm zaman - söz veriyorum Burhan'cığım - elime henüz ulaşan yeni çizimlere gömüleceğim:) Dvd gecelerine kaldığımız yerden devam etmek için ısrarcı olacağım; bakalım Ege bize neler getirecek?**

Kuzguncuk'da kahvaltı edeceğim, Tuna'nın projesi için kafa patlatacağım ve en önemlisi yarım kalan masala devam edeceğim... Annemi Sapanca'ya götüreceğim.

Ve... Biraz aşk hakkında düşüneceğim. J.W.'ın dediği gibi: "... aşk sulandırılmış ve ucuzlatılarak milyonlarca satmış olabilir ama orjinali hala bir yerlerde taş tabletlere kazılı ...." Kendime her sabah bunu hatırlatacağım. Çünkü herkesten esirgediğim kalbimin içimde çürümek üzere olduğunu hissediyorum. Sanırım karmakarışık hissetmemin sebebi nefesimdeki bu çürük kokusu... Bir gün bana sorulacak hesabın kokusu...

Bundan uzun yıllar önce Mısırlılar, ölümden sonraki hayata inanırlardı. Hatta hayatla, ölüm ülkesi arasındaki yeri korku ülkesi olarak tanımlarlardı. Hayattan, ölüme geçerken yapılan törenler bir Mısırlı için çok derin anlamlar ifade ederdi.

Mumyalamayı yapacak ekibin işini biliyor olması, mezar yerinin ölünün ihtiyacı olacak - hayatta her ne kullanıyorsa aynı şeylerin diğer tarafta da lazım olacağına inanıldığı için; yiyecek, içecek, kıyafet, kap kacak ve benzeri her şey mezar odasında bulundurulur ve hatta daha fazlası da resmedilirdi - gerekli malzemelerle donatılması ilk aşama için yeterliydi.

Ölü, sadece yeniden dirilmeyi beklememeliydi. Bu bekleyiş sırasında ise mutlu olmalıydı. Mısır'ın Ölüler Kitabı ise bu mutluluğun ve dirilişin sihirli formüllerini verirdi. Atlantisli bir rahibin oradan kaçarken yanında getirdiğine inanılan bu kitap her mezar odasına bir adet mutlaka bırakılırdı.

Mumyalama işlemi, en fakir Mısırlı için 70 gün sürerdi. İç organların boşaltılması ve kavanozlara yerleştirilmesi, beynin burundan çengelle çıkartılıp alınması - kalanı kurutulurdu - , bedenin bitkiler ve yağlarla ovulup, tuzlanması zaman alırdı. Ölünün statüsüne göre işlem zenginleştirilir ve uzatılırdı. Ama bir tören vardı ki, ister zengin, ister fakir olunsun, ondan kaçış yoktu: kalbi teraziye koymak...

İçi boşaltılan ölünün bir tek kalbi yerinde bırakılırdı. Çünkü hesap gününe kadar kalp bedende kalmalıydı. Sonra Anubis'in çakal başlığını takmış bir rahip***, kalbi bir teraziye yerleştirir ve karşı ağırlık olarak da bir tüy koyardı... Yolculuğun kalanını belirleyen işlem buydu; iyi kullanılmış bir hayatın hesabını verebilenler için bu bir başlangıçtı! Ya diğerleri?

Hakkı verilmemiş bir hayat kadar büyük suç olabilir miydi? İnsanın kalbini kullanmadan ölmesi kadar derin bir karmaşa olabilir mi?

Tekrar karmakarışık halime dönersek, yani bir Mısırlının başına gelenin pek bir benzerinin daha ölmeden benim diriler ülkesi'nde başıma geldiğini düşünürsek, belki de bu nedenle anne olmak istiyorum. Çünkü koşulsuz sevmek ve sevilmek istiyorum. İstiyoruz. Bir erkekle yaratamadığımız saf bağı kendimizden bir parça ile oluşturmak istiyoruz. Kalbimizi kullanmadan ölmek istemiyoruz. Bir kaç kısa yıl bile olsa bu duyguyu istiyoruz... İstiyorum!

Fakat değil bebek yapacak, bütün günü yanında sıkılmadan geçirebileceğim bir adamla bile karşılaşmıyorum. Kalbim beni sıkıştıyor, "hesap günü ne halt edeceksin?" diye fısıldayarak uykularımı kaçırıyor. Kulaklarımı tıkıyorum, bu kez kötü kokular yayılıyor nefesimden..

Bütün bu karışıklığın sorumlusu İştar diye düşünüyorum. Acilen bir şey yaratmam gerektiği duygusunu kalbime yükleyen onun mevsimi olmalı. Bunun ne olacağını ise bulamıyorum! Mandonoz mu ekmeliyim bahçeye? Masalı mı bitirmeliyim acilen? Yoksa ilk gördüğüm adamın boynuna atlayıp bir aşk hikayesi mi yazmalıyım?

Önerisi olan var mı? Bahar geçince yeniden Karlar Kraliçesi kostümüme kavuşur muyum?






* Taş mektuplar hakkında yakında yazarım...


** Film seyrederken konuşmuyor:)) Demek ki birlikte yapabileceğimiz en harika aktiviteyi bulduk!


*** Birileri daha olurdu, yazıcı vs ama onları anımsamıyorum. Bakınız Mısır'ın Ölüler Kitabı.

3 yorum:

JoA dedi ki...

içtenliğini bir kez daha hayranlıkla okudum fortunata.

yine de şunu hatırlatmak isterim: çevirdiğim bir kitapta sadece kötü bir kalbin tüyden ağır geleceği, adil ve güzel bir yaşam sürmüş bir kişinin kalbinin ise terazide dengeleneceği yazıyordu. bu açıdan bakınca belki de kaygılanmana gerek olmadığını düşünüyorum:) hayatın hakkını vermek kolay değil elbette ama adalet duygumuz olduğu sürece tüy vız gelebilir.

bahar geçince geçer mi onu bilmiyorum (benimki geçmiyor).

Fortunata dedi ki...

:))) Sevgili Joa, kalbim hakkında endişelerimi hafiflettiğin için sağol..
Ve bahar... kalıcı hasar bıraktığı kesin. Yine de onu seviyorum/ruz!

Adsız dedi ki...

kalbi teraziye koymak diyince terazi burcundan birine aşık olmak geliyor insanın aklına.bu kadar basit yaklaşırsanız baharın getirdiği anksiyetelerden,hatta manik durumlardan kendinizi kurtarısınız.bir önceki yazıda depresyondan kilo aldığınızı yazmışsınız.demek ki kalbi teraziye koymammışsınız,sanırım kafese koymuşsunuz o zmaanları.YAYINLANABİLİR ARTIK.sevgiler