27 Nisan 2009 Pazartesi

Zamansız Konak.


Nihayet yol bitti. Bitti dediysem sadece Atlar Ülkesi'ne ulaştık. Yoksa içimdeki yolculuk yokuş aşağıya devam etmekte. Bazen bu bir yol mu, yoksa Alice'in yuvarlandığı hollerden biri mi anlayamıyorum. Hocam "direnme" diyor, "seyret". Bu durumda, yolun kendisi olup, seyrediyorum. "Üzerime basılınca susmam da mı lazım hocam?" diyeceğim ama susuyorum... Hayatın ortasında yeni diller öğreniyorum....

Kapadokya Ortahisar'daki kahvede içilen çaylar, daha miğdemize ulaşamadan Zamansız Konak'ın sahibesi tarafından, tekdüze hayatların meraklı bakışlardan çalındık. Hava tam da benim için düşünülmüş gibi. Eğer bir şehre deniz yoluyla ulaşıp, ilk olarak limanını görme şansım yoksa - ki o zaman hava hiç umurumda olmaz , yeter ki sis bastırmamış olsun- ikinci seçenek olarak bulutlu, serin ve net bir günü tercih ederim. Sanırım biri tercihimi duymuş olmalı ki, bulutlu ve serin bir havayla buradayız. Günlerden Cuma, saat 08.30.

Güzel bir kahvaltı sofrası uzanıyor önümüzde... Bir sonraki yolculuğumdan donatılmış sofra; Antakya'dan. Bu bir işaret olmalı, aldım.

Kendimi mekanın güzelliğinden kopartamıyorum... Bana benzemeyenin güçlü çekimi ile sarsılıyorum. İç içe geçmiş odalar, kale kilidi ile kapanan sürgülü kapılar, mağaralar, kiliseler... Düş mü bu? Issız, sessiz bir yerdeyiz. Yok yok, dilini bilmediğimiz bir yerdeyiz. Bütün bu sihirli görüntüler şimdilik bana ketum. İlk tanışma anının suskunluğu var aramızda. Fakat huzurlu bir suskunluk şimdilik...

Herkes mutlu, tüm sıkıntılar İstanbul il sınırı içinde bırakılmış. Burada sadece yeninin, saf ve zamansız olanın kokusu var. Tonozlu tavanlara hayran hayran bakıyorum. Sedir beni mıknatıs gibi çekiyor. Bacaklarımı toplayıp oturuyorum. Köyüme hiç benzemeyen bu topraklarla aramda adını bulamadığım bir aşinalık var. Yüklenmiyorum kendime, daha henüz ayak bastım.

Meditasyon için indiğimiz oda eski bir kutsal alan. Buz gibi. İliklerime kadar üşüyorum. Üşümekten düşünemez, hissedemez hale geliyorum. Neyse ki biter bitmez Üç Güzeller'i ve Ürgüp'deki birbirinden güzel kiliseleri gezmeye başlıyoruz. Bizans izleri burada da inanılmaz büyüleyici. En son gezdiğimiz Saint Stephanos Kilisesi'nin 8. ve 9. yüzyıldan kalan geometrik bezemelerle süslü bir kutsal odasında ne hissedeceğimi bilemeden kalıyorum. Orada Külkedi'nin bir fotoğrafını çekiyorum. Yüzü bu mekana çok yakışıyor.

Hristiyan sanatınının en eski örneklerini görebilmek için muhteşem bir coğrafyadayız. Bütün tahribatlar, doğanın ve insan elinin acımasızlığı ve hatta zamanın kıskançlığı bile burayı yenememiş. Yüzlerce yıllık birikim, görebilen gözler ve duyabilen kulaklar için hala burada. Yeni uyanmaya başlayan doğa, çiçekler ve ağaçlarla sarıp sarmalıyor tarihin yaralarını; usul usul ve inanılmaz zarif.

Bağıra bağıra ağlamak geliyor içimden. Neden bu kadar duygulandığımı anlayamıyorum. Kayalara oyulmuş kiliseler, baharın kuru dallardan fışkıran hayat vaadi, beni allak bullak ediyor. İçimdeki çorak bahçelerde derin bir isyan hissediyorum. Onları sulamamı engelleyen, güneşimi kafese hapseden zihnime güceniyorum. Yavaş yavaş üşütüyorum, kimseler görmüyor.
Bedenim şirin şirin gülümseyerek, şakalar yaparak, çamurlara bata çıka hayata karışıyor. Ama yalancıyım ben... Bütün freskolarda, henüz canlanmaya başlayan iğde ağaçlarında ve içine girdiğim tüm kiliselerde aynı sesi duyuyorum: "yalancısın Elvannnn!"

Külkedisi çok huzurlu. Avluda karşılaştığımız bir kaç dakikanın ardından, ben defterimi alıp Ortahisar Kalesi'nin gölgesine çekiliyorum. Yıllar sonra hiç hayal etmediğim bir anda ve aniden burada olmak bana acayip güzel geliyor. Ne titreyerek yoga yapmak, ne de bir başka detay canımı sıkmıyor şimdi. Aslınsa hiç beceremediğim kadar anda yakalıyorum kendimi.

Belki bu nedenle bir mağarada yoga yapmak ürperti veriyor. Anlık teslimiyetler bile beni bu kadar dağıtıyorsa, tamamen teslim olmuş Elvan, olsa olsa meczup olur diye düşünüyorum! Meczup Elvan...

Isıtıcının yalnızca kendini ılındırdığı o buz gibi mağarada yatarken, aklımdan geçen şey ölümdü. En az düşündüğüm, en güçlü haliyle kalbime abandı. Bir şey anladım ben o mağarada, ama ne?

Yarım hissediyorum. İçimde bölünmeler var. Beni tam yapacak şeyi kovalıyorum. Gölgesi yüzüme düşen "şey" bana şeklini vermiyor! Onu yoga yaparak, yemek yaparak, yazı yazarak, bebek severek kovalıyorum... Uykularımı kaçırarak arıyorum... Beni tam yapacak şey neredesin? Yoksa eksik gelip, eksik giden biri mi olacağım bu alemde?

Günlerden C.tesi. Yoga dersi bitmiş. Biraz sonra kahvaltı başlayacak. Açlıktan kıvranan miğdem için bir şölen sofrası daha kurulacak sedirin önünde. Ya ruhum? O buz gibi odada uzanmış, gözlerini tavana dikmiş ve kaskatı kesilmiş bedenin ruhu? Gezdiğim yerler, sohbet ettiğim insanlar, yediğim tüm lezzetli yemekler boş bir tabak gibi önümde... Sofrayı hazırlamak beni biraz sakinleştirse de, bu yetmiyor...
Gündelik detaylara takılıp içimden kaçmak istiyorum! .... İçime yeniliyorum... İçimi yeniliyorum...

Antakya'dan gelen inanılmaz güzel peynirlerle donatılmış sofradaki anlık zevkten payımı alınca, adını bilmediğim, şarkısını anlamadığım kuşları dinleyebilmek için odama gidiyorum. Pencerenin kenarındaki yer yatağı benim. Kafeslerle kapatılmış ahşap kepenkli penceremden sarayı yıkılmış bir kule ve ona tırmanan basamaklar görünüyor. Nedense bu yer yer yıkılmış evler, tahta kapılar bana çok şey anlatıyor. Anlıyor muyum? Hayır! Maalesef.. Çünkü aynı anda fısıldıyorlar kendi dillerinde... Alfabem karışıyor.

Onları sen de duyuyor musun? Bazen hala ve aradan geçen bunca yıldan sonra, aynı anda ve aynı yoğunlukla birbirimizi hissettiğimizi düşünüyorum. Bir parçam daima seninle iletişimde. Ben onu reddetsem, vazgeçsem, yıllarca bir tek sözüne bile kulak vermesem de, hep orada. Atmosferde bizden bir şeyler var, hatta toprakta ve her gün başımızın üzerinden geçen bulutlarda. Artık bunu iyice anladım; ölmediğim sürece benimlesin.

Sanırım meditasyon odasında da ölümden çok, benimle ölecek olan parçanı düşündüm. Bedenim buz gibi zemine, gözlerim üzerime abanan tavana boyun eğerken, mekandaki yalınlık "hiç" olduğum gerçeğini buz gibi üfledi yüzüme. Bana rağmen devam eden hayatını ilk kez kıskanmadım. Belki de ilk kez, Orta Anadolu'nun göbeğindeki bu evde, bana ait olanlarla bir "hiç" tim.

Yine konağın en sevdiğim noktasındayım; sadece merdivenleri kalan kulenin solunda... Bugün Pazar, saat 10 .37. Nazmi hocam ve yoga sınıfımız az evvel İstanbul'a doğru yola çıktılar. Külkedisi damda yoga yapıyor, ben köşemdeyim. Güzel kapının önünde. Dün yapılan dipsiz sohbetin ışığı altında yazıyorum.
Bu kapıyı ve önündeki sohbeti hayatımın hediyesi olarak gönlüme koydum...
C.tesi'yi bilerek atladım. Celalettin Dede ile geçirilen günü ve Kervansaray'ı burada anlatamam... Henüz anlatamam.. Zamana ihtiyacım var. Belki yarın olabilir... Ama bir fotoğrafımı koydum. O anda aklımdan geçenleri yakalayan Külkedisi'ne minnettarım. Bu fotoğraf serisinde objektiften kaçmadım ben. Kendimden de kaçmadım!

Kuzeybatı yönünde yükselen Ortahisar Kale'si, dünkü tırmanıştan sonra daha da heybetli görünüyor gözüme. Hele hele bu sabah odamın penceresine gelen balondan ona bakışı düşündükçe nabzım yükseliyor. Tanrım, yükseklik korkum var benim! Buna rağmen beni kaçırmaya gelmiş bir balonu hayal ettim. Ona tutunsam, Kapadokya'dan havalansak ve hiç bilmediğimiz bir yere konsak ya da hiç konmasak...

Zamansız Konak'ın sahibesi tarafından açılmadan yanımda duran kahve fincanına bakıyorum. Üç günde, üç fincan kapatmama rağmen bana fal bakmadığı için içimden gülümsüyorum. Ama Külkedisi'ne baktı. Oradaydım ben. Ben sigara da içtim bu yolculukta. "Affedin beni akciğerlerim!". Fakat bu bir ayindi. Sigarayı uzatan dede olunca hayır diyemezdim....

Saat 14.00 Ürgüp'de çarşıdayız. Arabanın içinde Allahın sıcağında yazmaya devam ediyorum. Avanos'a doğru yola çıkacağız birazdan, annelere çömlek bakacağız İkizlerin atölyesinden.

Ardından Saruhan'a gideceğiz ve Uçhisar'daki günbatımı sonrası bitecek buradaki yolculuğumuz.

Bu gece yeni ay var gökyüzünde. Bu gece yeni ay var iç yüzümde....



3 yorum:

kali dedi ki...

itina ile izin alınmadan birkaç insana 'forward'lanmıştır yazı efendim :)

JoA dedi ki...

saruhan bende çok derin izler bırakmıştı. gündüz ayrı güzeldi, gece ayrı. orada üstümü toprakla örttüm, sonra silkelendim. o dönemde bir kez daha dayanmaya ikna etmişti beni. umarım senin için de unutulmaz bir yer olur.

Fortunata dedi ki...

Kali?
Seninle de gitmeliyiz oralara...Ve sen daha Saruhan'ı okumadın. Çünkü hala yazamadım!

Sevgili Joa,
Topkapı Sarayı'nı daima en son nokta olarak gören ben bir Hoşap Kalesi'nde dağılmıştım, bir de şimdi Saruhan'ı aklımdan çıkartamıyorum...
Saruhan kalbime oturdu, birazcık zaman geçmeden yazamadım. Bu gece deneyeceğim..
Biliyor musun, sanki ben de orada güçlendim.. Ne tuhaf. Sevgiler...