29 Nisan 2009 Çarşamba

SARUHAN

Sabırla, Saruhan yazısını bekleyen Joa'ya, sevgili Külkedisi'ne ve ailemin geçmişine ithaf edilmiştir...

Geçenlerde Kürk Mantolu Madonna hakkında bir yazı yazmaya çalışmış, ama demek istediğimin, hissettiğimin kıyısından bile geçememiştim. Şimdi aynı şeyi Saruhan için yaşayacağımı bile bile buradayım. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış...

Blogumu okuma nezaketi gösterenler ve beni tanıyanlar Topkapı Sarayı için nasıl akıllara ziyan bir hayranlık beslediğimi bilirler. Yere göğe koyamadığım bu saray, benim için İstanbul demek, hayat demek, geçmişin zamanları aşıp sessizce selama durması demek... Demek de demek yani... Bunun dışındaki sıralamam ise Bodrum Kalesi ve Hoşap Kalesi diye devam eder. Ederdi. Bana kalırsa ne varsa Orta Çağ'da var ve gerisi hikaye. İnsanlık kendini tekrar etmekten öteye gidememiş... Çok mu iddialı oldu?

Bodrum Kalesi'ni sevmem normal çünkü çocukluğum Kale Caddesi'nde geçti. Sur dibinde karga kovalayıp, Selçuk Amca'nın* yere düşen boncuklarını sayardım. Yani herkes için evinin bahçesi ya da yazlık evinin sokağı ne ise, benim için de kalenin surları, lahitlerin içi, kuleler aynı anlama geliyordu: ev!

Ama yıllar sonra kazı için Van'a gittiğimde gördüğüm Hoşap Kalesi kalbimi yerinden oynatmıştı. Allahın sıcağında, unutulmuş bir coğrafyada açlık ve susuzluk içinde İndiana Jonesculuk oynarken karşılaştık. Ama ne karşılaşma... Yol boyunca güneşten kavrulup ölmüş inekler, çölden beter kurumuş topraklar dışında hiç bir şey görmeyen gözlerim onun ihtişamı karşısında kör olmuştu. Uçurum kıyısında gerçeküstü bir mimari... Çok sonraları öğrendiğime göre böyle düşünen bir tek ben değilmişim. Söylenceye bakılırsa, ona adeta tapan ve bir benzerinin daha yapılmasını istemeyenler mimarının ellerini kestirmişler!

Hoşap Kalesi, insana anormal bir tutku aşılayan, kapısından girince kendi dünyasına çeken bir mekandı benim için. Kudretli ve aynı zamanda tevazu sahibi. Tehlike ve kan kokan merdivenlerine nasıl korka korka tırmandığımı, uçuruma bakan kıyısında mıhlanıp kalışımı hala hatırlarım.

O zaman bu zaman ne gördüysem "hııı çok güzel " diye mırıldanıp geçtim. Dönüp dönüp "benim sarayım bir tane" diyerek Topkapı'yı pohpohladım... Gel gör ki, her aşkın bir tekleme anı olabiliyor... Benim aşkı baştan yazdığım an, Saruhan'ın kapısında durduğum dakikadır.

Babannemin ölümünden beri Anadolu Selçukluları'na karşı artan merakım - çünkü cenazesinde ailemizin soyağacı hakkında ilginç konuşmalar geçmişti.. - ve okuduğum bir kaç yazı beni Saruhan'la karşılaştırmamıştı. Han ve kervansaray ne demek, neden yaptırılıyor biliyordum. Bulunduğum coğrafyanın İpek Yolu'na dahil olduğunu da okumuştum. Ama hepsi buydu işte.

Oysa şimdi, Saruhan bana kişisel tarihimde bir pencere açıyordu. Fakat ben, ana kapıyı geçip, sağdan üçüncü odaya** girene kadar bunu bilmiyordum...

Yörenin kayalarından kesilerek elde edilen bloglarla yükselen bu görkemli kervansaray, sadeliğiyle ve yüzyıllara meydan okuyan dinginliğiyle ayaklarımı yerden kesti. Ahşap dolaplarla kaplı odada, dolabın camına yansıyan gölgemde babannemin yüzünü gördüm. Gözlerimi ele geçirmiş bana bakıyordu. Bu yaşıma kadar bir tek gün bile kendimi ne babama ne de babanneme benzetemeyen ve benzetenleri epeyce yadırgayan ben, tam olarak onların yüzünü gördüm çehremde! Ailemin tarihini kanımda hissettiğim ilk an buysa ben Saruhan'ı nasıl unutabilirim artık!

Şaşkınlıkla çıktım ahşap dolaplarla kaplı odadan. Sergiye konmuş çıkrıkları, ölü kelebeği ve tarım, hayvancılıkla ilgili objeleri o odaya ikinci kez Külkedisi ile girdiğimde fark ettim.

Ailemden kalan ve uzun yıllar önce terk edilmiş bir evi gezer gibi; iz arayarak, merakla ve biraz tedirgin dolaştım odaların arasında. Mevlevilerin sema gösterisi için ayrılmış - eskiden hayvanları korumak için kullanılan en büyük kapalı bölüm - alanda gezerken, gözlerimle tüm tonozları, kemerleri tek tek taradım. Aradım. Ne mi aradım? Bilmem! Sanki fondaki ney sesi aniden bir insan sesine dönüşecek ve bana bir kaç kelimede aradığım şey ne ise onu söyleyecekti. İnsanım ben; en büyük hayalim ise "armut piş ağzıma düş!"

Bir kez daha deli olduğuma kanaat getirerek dakikalarca ortada serili postlara baktım. Kırmızı post oradaydı... Hayatımda yalnızca bir kez sema izlediğimi ve yalnızca bir defa, bir Selçuklu yapısı gördüğümü düşündüm. Aksaray'daki camii dışında bu kervansaray ikinciydi. Ve ben o camiide de uçmuştum. Dinle, imanla alakası olmayan şahsım, oturup hüngür hüngür ağlamıştı. Hatırlayabilsem namaz bile kılacaktım ama...

Saruhan'ı gezerken hücre hafızası denilen şeye bir kez daha ikna oldum. Fransızların "anı tekrar yaşamak" olarak adlandırdıkları şey de buydu belki?

İlk turumu tamamladıktan sonra Külkedisi'ni aramaya başladım. Bulduğumda da onu hemen ahşap dolaplarla kaplı odaya götürdüm. Cam dolabın önünde bir fotoğrafımı çekmesini istedim. "Babaanne, bir kez daha içime girer misin?" diye fısıldadım ama bu kez sadece kendi bakışlarım vardı yansımamda. Babaannem ne zaman beni dinlemişti ki?

Ard arda çektiğimiz fotoğraflar, namaz odasında hissettiğim ev huzuru beni hayrete düşürdü. Hani biri çıkıp "gel kızım sen artık burada yaşa" dese, yemin ederim tası tarağı toplar yerleşirim Saruhan'a. (Tanrım, bir kez olsun normal bir ev hayal edemeyecek miyim ben!!!) Yani o kadar ait hissettim kendimi.

Ben merdivenlerin tepesine tünemiş avluya hayran hayran bakarken içeri giren yakışıklı rehber ( kartını aldım, bir sonraki gidişimde mutlaka onu arayacağım:)) ve grup olmasaydı kimbilir nasıl haşlanacaktım güneşin altında!

İçim dışım, zihnim kalbim bir, tek ve bütündüm. Geldiğim yer ve gitmekte olduğum yol için bu kavşaktaydım. Eğer bir kez daha evlenirsem burada, Saruhan'da evlenmek istediğime karar verdim. Evlenmek? Evet, bunu düşünebildiğime göre kesin üşütüyorum!!

Külkedisi'nin fotoğraflarını çekerken anladım ki, benim hayattan ve kendimden beklentim bu; yalın, samimi, hoyratlıktan uzak ve su gibi olmak... Huzurlu, ferah ve güvenli hissetmek, hissettirmek.. Külkedisi benden bir kaç adım ileride. Onu da sırf bu sebeple sevdiğimi anladım. Her insanla, her olayla boynuma doladığım ipleri gevşetmek ve beni akışa teslim olmaya ikna etmek için hayatımda. Bana kendime sorular sormam için, öteki olup bakabilmem için güç vermekte. Bu kervansarayda onunla olmamın bir tesadüf değil, ona her baktığımda hatırlamam gereken bir farkındalık olduğunu düşündüm.

Saruhan'da gezerken aklımda sadece ailem vardı. Bir tek kardeşime haber verdim orada olduğumu. Kan; zamanların, mekanların ve tüm diğer ilişkilerin içinden geçerek yatağını buluyor. İnsan, kanından olanla kuruyor suskunluk köprülerini...

Sahip olduğum tüm kalpler, ailemin tarihi ve gelmiş olduğum nokta için eğildim Saruhan'a. Anıtsal kapısına uzun uzun dokundum. Vedalaştım. Şimdilik... İçinde saklandığım nişe, saklanmayan gülüşümü bıraktım. Artık hayalimdeki evin mimarisini görebiliyorum. Gönlümün kesme taşlarını üst üste yığacak gücü açık etmekten korkmuyorum.

Sudan çok uzakta doğan bir kaplumbağanın içgüdüsel olarak suya ulaşması gibi döndüm Saruhan'a. Benim ruhsal doğuşum sanki orada gerçekleşti. Bu vakte kadar iliğimi kemiğimi kemiren, kalbimi yerlere atan, uykularımı alt üst eden her olaya, her şahsa müteşekkirim. Bütün bunlar yaşanmasaydı, ben denizden bunca uzakta nasıl bulurdum ilk adımlarımı? Nasıl bulurdum Celalattin Dede'yi ? Ve başlangıcımı?





* Selçuk Amca, Bodrum'un sembollerinden olan cam boncukları dizayn eden adamdı. Yıllar önce öldü. Ondan kalan dükkanda şimdi dandik şeyler satılıyor maalesef..



**İlk iki oda idari işlere ayrılmıştı. Kafamı uzatıp bakınca tanımadığım adamlarla göz göze gelmem dışında bir acayiplik yoktu!

5 yorum:

kelebeklerözgürdür dedi ki...

ben avluda şapşal şapşal dolaşırken neler olmuş böyle :p...

"Kan; zamanların, mekanların ve tüm diğer ilişkilerin içinden geçerek yatağını buluyor. İnsan, kanından olanla kuruyor suskunluk köprülerini..."...en derinlerini, evet...

son olarak, ben de seni madagaskar! :))

içimize ve dışımıza yapacağımız daha nice yolculukta birlikte olmak dileğiyle sevgili rapunzel...

not: bu postun fotoğrafı benim bu yolculuktaki favorim...belki bu anlattıkların yüzünden, muhakkak ki o yüzden, daha önce görmediğim ifadeleri yakaladım o nişin içinde otururken sen yüzünde...

JoA dedi ki...

sevgili, çok sevgili fortunata,
işe gitmek üzere kör karanlıkta kalkıp da hazırlandıktan sonra bilgisayarı açınca senin yazını görmek ne güzel oldu! ve tuhaf bir akşamın, gecenin, sabah durgunluğunun ardından ne kadar da iyi geldi bana! sana çok ama çok teşekkür ederim. hem ithafın, hem paylaştıkların, hem de beni yeniden saruhan'a götürdüğün için.

o kapı acayip bir kapı. girerken yaşadığın/m ürkeklik, içeride bir şeyler olacağını anlatıyor sanki daha en başta. kapıdaki süslemelere tek tek dokunan parmaklarımı hatırlıyorum şimdi. içimdeki sıkıntıyı, çeşme başında dökülen gözyaşlarını...

aşka geldim, sanırım ben de yazacağım kendi saruhanımı. yıllar sonra... nihayet...

sevgiler

Fortunata dedi ki...

Sevgili Külkedisi,
Oradaki varlığın gerçekten değerliydi. Üstelik sen olmasaydın, o fotoğrafların hiç biri olamazdı. Ben saklanırdım yine. Çok teşekkür ederim. Benim ikiye bölünmediğim, senin yanımda olduğun nice yolculuğu ben de diliyorum..
Kendimizden ve şehirden kaçmadığımız, sadece yola çıktığımız binlerce yolculuğa...

Sevgili Joa,
Güzel sözlerini kelimeler üzerinden bile olsa duyabiliyorum. Ne mutlu bana seni beraberimde Saruhan'a götürebildiysem. Lütfen yaz. Senin Saruhan'ını sabırla bekliyorum... Sevgilerimle...

Unknown dedi ki...

koş şehir insanı koş
şehrin demode ve zorlama mimari keşmekeşi içerinde misketler gibi hızla sağa sola çarparak savrulan insanlar.
sen bunları geride bırakarak,çok gerilerde buraktığımız tarihe yol al.Kıskanmamak elde değil,sırf gezip gördüklerinle kalsan yine iyi.Sen kalk birde kendi iç dünyada tura çık.İnan güzel bir servete sahipsin,anılara.Kale,sokaklar,anılar.Biz şehir çocuklarının bildiklerinin çook ötesinde.Anlarını olabildiğince canlı tut,tutki gittiğin gördüğün yerlerde ,gizli yolculuklarına devam edebil.

Fortunata dedi ki...

Muse,
Sensiz seyahat olmaz... Ahirteliğim olmadan gezmem:))