27 Nisan 2009 Pazartesi

Atlar Ülkesi'ne Dörtnala Ya Da Otobüsle!



Nereye ya da neye - kime ? - doğru yola çıktığımızı henüz bilmiyorum. Sanırım iki şeritli bir yoldayız; biri Kapadokya'ya diğeri içime doğru akıyor... Bu yüzden iki yolculuğu da aynı anda yazmayı deneyeceğim. Artık denemekten korkmuyorum. Bunu ilerleyen günlerde uzun uzun anlatacağım.

Saat 06:00. İnanılmaz güzel bir gün doğumunu Tuz Gölü kıyısında karşılıyoruz. Bu göl, onu en son gördüğümden bu yana daha da güzelleşmiş sanki. Fotoğraflarını çekmeye doyamıyoruz. Ondan bir parça kopartıp eve getiremeyeceğim için hayıflanıyorum. Belki de bu nedenle güzel anların içinde duramıyorum, çünkü hep saklamak istiyorum! Sabah serini ısırmasa ve muavin o harikulade tonlamasıyla yola devam etmemiz gerektiğini müjdelemese öylece ne kadar kalırdık gölün kıyısında acaba?

İçimdeki keyif, gölle yeniden karşılaşmaktan mı, yoksa senden fiziki olarak uzaklaşmaktan mı bilmiyorum. Dün gece gördüğüm kabustan sağ kurtulmaktandır belki? Ruhunda da tuhaf kavşaklar var insanın...

Sabahın ilk ışıkları yüzünden gölü pembe eflatun arası, içime hafiflik serpen bir renkte algılıyorum. Bu renkleriyle, yıllar önce Tate'de gördüğüm modern bir tabloya benziyor. Yine bir fotoğraf çekiyorum.

Burnum kaşınıyor. Ellerimdeki sarımsak kokusunu alıyorum. Yemek pişirmemin üzerine iki kez yıkanmış olmama rağmen orada durarak bana ne söylüyor? Ya duvar? Neden pembeydi rüyamda yıkılan duvar? Uzun zaman sonra çıkılan bir yolculukta nasıl olup bu kadar derin uyumuş ve bir rüya görebilmiştim? Yıkılan duvar nereye aitti? Neye karşı bir duvardı? Ben sağ çıkabildim mi altından? Bilmiyorum. Neyse ki şoför yolu biliyor!

Gideceğimiz yerde ruhu sakatlanmış atlara ne yapıyorlar acaba diye endişeleniyorum... Vurmazlar değil mi hala koşabilenleri?

Yemyeşil ovanın ortasından geçerken, yanımda uyuyan Külkedisi'ne bakıyorum. Ne şanlıyım ki, bu yolculukta birden fazla kalp var yanımda diye seviniyorum. Onun güvenilir bir kalbi var, bunu daima hissediyorum. Dışarısı 7 derece, saat 06:37. Otobüs Atlar Ülkesi'ne doğru devam ediyor. Muavin gerçek bir korkuluk. Duymadığını, görmediğini anlayınca hem kızıyor, hem de üzülüyorum haline. O bir zombi olabilir mi?!!!:))

P. Özer'in bana aldığı bu yol defterinde çok şey var. Yollar var; sana gelen yollar, senden dönen yollar... Şimdi bu serin sabahta uçsuz bucaksız ovaların ortasından geçerken eğer hala aklımdaysan, bu seni sevdiğim için değil, yazıma obje gerektiği içindir!

Ne sana ne de bir başka adama karşı "aşk" duymuyorum. Aşk nicedir uzakta... Çok özlediğim ama yine de görüşmeyi istemediğim, zamanında epeyce kırıcı olmuş bir dost gibi.

Ova devam ediyor. Kavak ağaçlarından gözümü alamıyorum. Kavaklar, birbirine sokulmuş hazır ol da bekleyen çocuklar gibi.. Kavaklar, geçmiş ve gelecekteki tüm değerli an ve insanların ruhları gibi.. Tül gibi...
Otobüs koyu gri renkli asfaltın üzerinde ovayı yarıp geçerken, yolun iki yanında süzülen kavakları, bu topraklarda yaşamış tüm ruhları selamladığımı düşünerek deli deli gülümsüyorum. Mustafa Pilevneli'nin Ihlara Vadisi tablosu daha da anlamlanıyor gözümde. Annem de buraları görmeli diye geçiyor içimden. Külkedisi hala uyuyor. Saat 06:59.





Hiç yorum yok: