8 Nisan 2009 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna Senden Özür Dilerim..




"Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak bir yere saklamalı.."


Raif Bey



En son ne zaman bir kitabın her kelimesini, lezzetli bir çikolata parçasını bitmesin diye ağzında dakikalarca tutan ve hatta yanağında saklayan bir çocuk gibi, hissederek okudum hatırlamıyorum.. Ve en son hangi kitabı ağlaya ağlaya okudum onu da hatırlamıyorum! Bir dakika, Günlerin Köpüğü olabilir.. Yine de emin değilim...Ama dün geceden itibaren bu soruya cevabım var: 7 Nisan Salı, Kürk Mantolu Madonna!


Hala kendime inanamıyorum. Bu ülkede yaşarım, kendime de okur yazar derim ama ben nasıl olup da bu denli önemli bir yazarı kaçırmışım? Yazıklar olsun bana!


Aslında üç beş ay önce bloglar arasında gezerken bu kitaptan alıntı yapan bir yazarla karşılaşmıştım. Dakikalarca, paragrafın güzelliğinden* gözlerimi alamadığımı hatırlıyorum. Onu, blogun sol sütununa yerleştirmiştim. Fakat öylece geçip gitti diğer yazıların arasından... Aranızdan biri onu görebildi mi?

Hatta daha da önce, Sabancı Müzesi'ndeki Abidin Dino sergisinde fark etmiştim Sabahattin Ali'yi; koskocaman bir mahkeme salonu vardı tabloda. Sabahattin Ali sol köşesindeydi resmin. O dönemi ve dönemin mürekkep yalamış adamlarını düşününce bu şahsiyeti hep duyup, ama bir gün olsun kimdir diye peşine düşmeyişime, tembelliğime bozulmuştum.. Sonra ne yaptım? Yine unuttum, erteledim. Taa ki P.tesi akşamına kadar...


Tiyatro saati gelsin diye, - yağmura rağmen - avare avere Beyoğlu'nda gezerken, Yapı Kredi Yayınları'na uğradım. Amacım Calvino'nun çocuk kitaplarına bakmaktı. Fakat tabii ki diğer kitapları kurcalamadan oradan çıkmam beklenemezdi. Sonra Sabahattin Ali'nin kitaplarının önünde durdum. Kapaktaki fotoğrafına baktım. Ne kadar zarif, ne kadar özlenen bir duruluğu vardı yüzünün... Nedense bana Fikret Mualla'yı anımsattı. Yıllarca resimlerinin önünden hızla geçtiğim bu adam, İstanbul Modern'deki retrospektif sonrası gönlüme taht kurmuştu. Onun Paris'de çekilmiş siyah beyaz fotoğrafları da böyle ince ince içime işlemişti.


Birinden, bir yerden ayrı düşmek, yüzüne bambaşka anlamlar yüklüyordu insanın... Bu hüzün değildi, yalnızlık da değildi. Benim henüz adını bulamadığım bambaşka bir kramp! Duygusal felç? Ya da en doğrusunu yapıp, Sabahattin Ali'nin kelimeleriyle söylersek: " ... bütün mesafelerin ve zamanın arkasına çekilmek...." ** idi.


Kitap, sadece konu olarak değil, dil olarak da gayet önemli bir noktada diye düşünüyorum. Ne zamandır dilden haz alarak ve konudan hiç kopmadan - üstelik bir gün içinde - kitap bitirmemiştim. Elbette söylediği şeylerden etkilendiğim, zekası önünde, samimiyeti önünde eğildiğim yazarlar hep oldu. Ama okurken ağlamak.. Bu başka bir şey.
"... bana bir ruhum olduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların bir ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu.. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, - ruhumuzla yaşamaya - başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir kenara bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu...."


Paragrafın güzelliğine siz de şaşırıp kalmadınız mı? Buna benzeyen o kadar fazla cümle var ki.. Üstelik bu cümlelerin hikayenin tam ortasından ve sımsıcak bir şekilde yılları hiçe sayarak size ulaştığına, sadece güzel olmakla kalmayıp, içinizi aydınlattığına inanabiliyor musunuz? Sanki yazar ya da kahramanı Raif Bey, bütün içtenlikleriyle karşınıza oturmuş anlatıyorlar. Yakın bir dostunuzun hayatını dinler gibi dinliyorsunuz. Okumak değil ki bu! Çok daha fazla bir şey!


Yine de onlarla, özellikle Rauf Bey'le belli bir mesafe var aranızda, çünkü sadece hikayeyi anlatıyorlar. Kim oldukları ve hayatlarının geri kalanı hakkındaki detaylar neredeyse hiç konu edilmiyor... Edildiği zamanlarda ise dönemden saç, kıyafet vs gibi bir takım detaylar verilip, hızlıca duygulara dönülüyor.


Aslında insana dair her şey var bu hikayede. Bir mesafe koymuyor ki yazar okuyucuyla arasına, olabildiğince yakınımızda duruyor... Yine Sabahattin Ali'nin cümlesiyle söylersek: "Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor."


Yazı söz konusu olduğunda her zaman büyük bir inançla savunduğum şey var bu kitapta; samimiyet! Yalnızlık, umutsuzluk, aşk, hayatın içinde gariban hissetmek.... ve okuma zevkinizden çalmamak için anlatmadığım pek çok önemli şey... Ama, birinci tekil şahsın büyüsü, "otobiyofrafik özellikler mi taşımakta bu hikaye?" dedirten sahicilik akıl almaz bir etki bırakıyor insanda. Tekrar ediyorum, dilin kullanımındaki kusursuzluk, edebi bir eser çıkartma kaygısından uzak duruş cabası!


Bu kadar mı sade, bu kadar mı büyüklenmeden, şovdan uzak yazabilir insan? Pes!


Kürk Mantolu Madonna'yı okurken, satır aralarında daima kahramanları görebiliyorsunuz; gömlekleri, tertemiz ayakkabıları, hatta gözbebekleri... Doğruca size bakıyorlar. Sizi delip geçip, ardınızda saklanan hayalete bakıyorlar. Geriye bakmaya korkuyorsunuz... Çünkü onların, gözünüzün içine bakanların ruhları tertemiz, zihinleri tertemiz, canlı kanlı tam da karşınızda duruyorlar! Ne zaman, ne de mekan onları uzağa atamamış. Şimdi bendeler, içimde.. Okursanız sizde olacaklar!



Not. Bu kitabı haftaya bir kez daha okur, sonra uzun uzun üzerinde düşünürüm. Bugünkü heyecanımı ve anlatma çabamı hoşgörün lütfen. Aslında bir halt anlatamadım ya, neyse..

Tolga, sen bu kitabı okumuş muydun?





* "Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum" dedi. "Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar.. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın.. Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.. Seni istiyorum... İçimde müthiş bir arzu var... Bir iyi olsam!... Ne zaman iyi olacağım acaba?...."

** sayfa 34, birinci paragraf.

2 yorum:

sardunya dedi ki...

Sessizce takipte olduğum bir blogda ömrümdeki en güzel kitap olduğunu iddia ettiğim kitabın aynı etkiyi yarattığını görünce ses çıkarmazsam olmazdı ki...

mesela ne demişim kısacık:
http://sardunya.blogspot.com/2008/07/krk-mantolu.html

Fortunata dedi ki...

Sağol Sardunya:)) Ziyaretin de , paylaşımın da çok anlamlı benim için. Bu arada blogunda gezindim biraz, her şey tamam ama annenin kadrajına bayıldım. Ellerine sağlık:))