29 Nisan 2009 Çarşamba

SARUHAN

Sabırla, Saruhan yazısını bekleyen Joa'ya, sevgili Külkedisi'ne ve ailemin geçmişine ithaf edilmiştir...

Geçenlerde Kürk Mantolu Madonna hakkında bir yazı yazmaya çalışmış, ama demek istediğimin, hissettiğimin kıyısından bile geçememiştim. Şimdi aynı şeyi Saruhan için yaşayacağımı bile bile buradayım. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış...

Blogumu okuma nezaketi gösterenler ve beni tanıyanlar Topkapı Sarayı için nasıl akıllara ziyan bir hayranlık beslediğimi bilirler. Yere göğe koyamadığım bu saray, benim için İstanbul demek, hayat demek, geçmişin zamanları aşıp sessizce selama durması demek... Demek de demek yani... Bunun dışındaki sıralamam ise Bodrum Kalesi ve Hoşap Kalesi diye devam eder. Ederdi. Bana kalırsa ne varsa Orta Çağ'da var ve gerisi hikaye. İnsanlık kendini tekrar etmekten öteye gidememiş... Çok mu iddialı oldu?

Bodrum Kalesi'ni sevmem normal çünkü çocukluğum Kale Caddesi'nde geçti. Sur dibinde karga kovalayıp, Selçuk Amca'nın* yere düşen boncuklarını sayardım. Yani herkes için evinin bahçesi ya da yazlık evinin sokağı ne ise, benim için de kalenin surları, lahitlerin içi, kuleler aynı anlama geliyordu: ev!

Ama yıllar sonra kazı için Van'a gittiğimde gördüğüm Hoşap Kalesi kalbimi yerinden oynatmıştı. Allahın sıcağında, unutulmuş bir coğrafyada açlık ve susuzluk içinde İndiana Jonesculuk oynarken karşılaştık. Ama ne karşılaşma... Yol boyunca güneşten kavrulup ölmüş inekler, çölden beter kurumuş topraklar dışında hiç bir şey görmeyen gözlerim onun ihtişamı karşısında kör olmuştu. Uçurum kıyısında gerçeküstü bir mimari... Çok sonraları öğrendiğime göre böyle düşünen bir tek ben değilmişim. Söylenceye bakılırsa, ona adeta tapan ve bir benzerinin daha yapılmasını istemeyenler mimarının ellerini kestirmişler!

Hoşap Kalesi, insana anormal bir tutku aşılayan, kapısından girince kendi dünyasına çeken bir mekandı benim için. Kudretli ve aynı zamanda tevazu sahibi. Tehlike ve kan kokan merdivenlerine nasıl korka korka tırmandığımı, uçuruma bakan kıyısında mıhlanıp kalışımı hala hatırlarım.

O zaman bu zaman ne gördüysem "hııı çok güzel " diye mırıldanıp geçtim. Dönüp dönüp "benim sarayım bir tane" diyerek Topkapı'yı pohpohladım... Gel gör ki, her aşkın bir tekleme anı olabiliyor... Benim aşkı baştan yazdığım an, Saruhan'ın kapısında durduğum dakikadır.

Babannemin ölümünden beri Anadolu Selçukluları'na karşı artan merakım - çünkü cenazesinde ailemizin soyağacı hakkında ilginç konuşmalar geçmişti.. - ve okuduğum bir kaç yazı beni Saruhan'la karşılaştırmamıştı. Han ve kervansaray ne demek, neden yaptırılıyor biliyordum. Bulunduğum coğrafyanın İpek Yolu'na dahil olduğunu da okumuştum. Ama hepsi buydu işte.

Oysa şimdi, Saruhan bana kişisel tarihimde bir pencere açıyordu. Fakat ben, ana kapıyı geçip, sağdan üçüncü odaya** girene kadar bunu bilmiyordum...

Yörenin kayalarından kesilerek elde edilen bloglarla yükselen bu görkemli kervansaray, sadeliğiyle ve yüzyıllara meydan okuyan dinginliğiyle ayaklarımı yerden kesti. Ahşap dolaplarla kaplı odada, dolabın camına yansıyan gölgemde babannemin yüzünü gördüm. Gözlerimi ele geçirmiş bana bakıyordu. Bu yaşıma kadar bir tek gün bile kendimi ne babama ne de babanneme benzetemeyen ve benzetenleri epeyce yadırgayan ben, tam olarak onların yüzünü gördüm çehremde! Ailemin tarihini kanımda hissettiğim ilk an buysa ben Saruhan'ı nasıl unutabilirim artık!

Şaşkınlıkla çıktım ahşap dolaplarla kaplı odadan. Sergiye konmuş çıkrıkları, ölü kelebeği ve tarım, hayvancılıkla ilgili objeleri o odaya ikinci kez Külkedisi ile girdiğimde fark ettim.

Ailemden kalan ve uzun yıllar önce terk edilmiş bir evi gezer gibi; iz arayarak, merakla ve biraz tedirgin dolaştım odaların arasında. Mevlevilerin sema gösterisi için ayrılmış - eskiden hayvanları korumak için kullanılan en büyük kapalı bölüm - alanda gezerken, gözlerimle tüm tonozları, kemerleri tek tek taradım. Aradım. Ne mi aradım? Bilmem! Sanki fondaki ney sesi aniden bir insan sesine dönüşecek ve bana bir kaç kelimede aradığım şey ne ise onu söyleyecekti. İnsanım ben; en büyük hayalim ise "armut piş ağzıma düş!"

Bir kez daha deli olduğuma kanaat getirerek dakikalarca ortada serili postlara baktım. Kırmızı post oradaydı... Hayatımda yalnızca bir kez sema izlediğimi ve yalnızca bir defa, bir Selçuklu yapısı gördüğümü düşündüm. Aksaray'daki camii dışında bu kervansaray ikinciydi. Ve ben o camiide de uçmuştum. Dinle, imanla alakası olmayan şahsım, oturup hüngür hüngür ağlamıştı. Hatırlayabilsem namaz bile kılacaktım ama...

Saruhan'ı gezerken hücre hafızası denilen şeye bir kez daha ikna oldum. Fransızların "anı tekrar yaşamak" olarak adlandırdıkları şey de buydu belki?

İlk turumu tamamladıktan sonra Külkedisi'ni aramaya başladım. Bulduğumda da onu hemen ahşap dolaplarla kaplı odaya götürdüm. Cam dolabın önünde bir fotoğrafımı çekmesini istedim. "Babaanne, bir kez daha içime girer misin?" diye fısıldadım ama bu kez sadece kendi bakışlarım vardı yansımamda. Babaannem ne zaman beni dinlemişti ki?

Ard arda çektiğimiz fotoğraflar, namaz odasında hissettiğim ev huzuru beni hayrete düşürdü. Hani biri çıkıp "gel kızım sen artık burada yaşa" dese, yemin ederim tası tarağı toplar yerleşirim Saruhan'a. (Tanrım, bir kez olsun normal bir ev hayal edemeyecek miyim ben!!!) Yani o kadar ait hissettim kendimi.

Ben merdivenlerin tepesine tünemiş avluya hayran hayran bakarken içeri giren yakışıklı rehber ( kartını aldım, bir sonraki gidişimde mutlaka onu arayacağım:)) ve grup olmasaydı kimbilir nasıl haşlanacaktım güneşin altında!

İçim dışım, zihnim kalbim bir, tek ve bütündüm. Geldiğim yer ve gitmekte olduğum yol için bu kavşaktaydım. Eğer bir kez daha evlenirsem burada, Saruhan'da evlenmek istediğime karar verdim. Evlenmek? Evet, bunu düşünebildiğime göre kesin üşütüyorum!!

Külkedisi'nin fotoğraflarını çekerken anladım ki, benim hayattan ve kendimden beklentim bu; yalın, samimi, hoyratlıktan uzak ve su gibi olmak... Huzurlu, ferah ve güvenli hissetmek, hissettirmek.. Külkedisi benden bir kaç adım ileride. Onu da sırf bu sebeple sevdiğimi anladım. Her insanla, her olayla boynuma doladığım ipleri gevşetmek ve beni akışa teslim olmaya ikna etmek için hayatımda. Bana kendime sorular sormam için, öteki olup bakabilmem için güç vermekte. Bu kervansarayda onunla olmamın bir tesadüf değil, ona her baktığımda hatırlamam gereken bir farkındalık olduğunu düşündüm.

Saruhan'da gezerken aklımda sadece ailem vardı. Bir tek kardeşime haber verdim orada olduğumu. Kan; zamanların, mekanların ve tüm diğer ilişkilerin içinden geçerek yatağını buluyor. İnsan, kanından olanla kuruyor suskunluk köprülerini...

Sahip olduğum tüm kalpler, ailemin tarihi ve gelmiş olduğum nokta için eğildim Saruhan'a. Anıtsal kapısına uzun uzun dokundum. Vedalaştım. Şimdilik... İçinde saklandığım nişe, saklanmayan gülüşümü bıraktım. Artık hayalimdeki evin mimarisini görebiliyorum. Gönlümün kesme taşlarını üst üste yığacak gücü açık etmekten korkmuyorum.

Sudan çok uzakta doğan bir kaplumbağanın içgüdüsel olarak suya ulaşması gibi döndüm Saruhan'a. Benim ruhsal doğuşum sanki orada gerçekleşti. Bu vakte kadar iliğimi kemiğimi kemiren, kalbimi yerlere atan, uykularımı alt üst eden her olaya, her şahsa müteşekkirim. Bütün bunlar yaşanmasaydı, ben denizden bunca uzakta nasıl bulurdum ilk adımlarımı? Nasıl bulurdum Celalattin Dede'yi ? Ve başlangıcımı?





* Selçuk Amca, Bodrum'un sembollerinden olan cam boncukları dizayn eden adamdı. Yıllar önce öldü. Ondan kalan dükkanda şimdi dandik şeyler satılıyor maalesef..



**İlk iki oda idari işlere ayrılmıştı. Kafamı uzatıp bakınca tanımadığım adamlarla göz göze gelmem dışında bir acayiplik yoktu!

28 Nisan 2009 Salı

KAPI.

Bir kapının eşiğindeyim. Bunu uzun zamandır biliyorum. Ne açıp girmeye, ne de önünden çekilmeye gücüm yok. Ben bunu "beşeri aşk" sanıyordum ama değilmiş. Önünde durduğum kapının beni hakikate götüreceğini artık anladım. Elimi cebime attım ve bir anahtar buldum. Ne zamadır orada olduğunu bilmediğim bu demir parçasının adı Nazmi Hoca, Külkedisi, Mehmet Ali Bey, ailem, sen, Lilith, Celalettin Dede... Herkes ve hiç kimse!

Kapadokya, Ortahisar. Zamansız Konak'ta sabah yogası saati. Günlerden C.tesi. Her yer buz gibi. Soğuktan yavaşlayan kan dolaşımımı görmezden gelerek, kaslarımı ısıtmaya çalışıyorum. Ama nafile! Titriyorum. Hocamdan çekinmesem derhal çıkacağım dersten fakat yapamam, serseriliğin de bir sınırı var!
Kapı kapandı. Kapı açıldı. Arkama bakamadığım için gelenlerin yüzlerini göremedim. Ama seslerden derse katıldıklarını anladım. Bu karanlık ve kan dondurucu mezarda bizimle beraber yoga yapmaya başladılar! Ardımdaki soğuk zeminde, yerde iki mevlevi var. Bu sabah Konya'dan geldiler. Az sonra bizimle meditasyon yapacaklar. Sahi mevlevi ne demek?



Bütün dikkatim dağıldı. Zaten meditasyon da uzun sürmedi. Ders bitince hocam beni ve Külkedisi'ni, Celalettin Dede ile tanıştırdı. Bu muymuş dede? Fakat bu adam çok genç! Yanındaki insan da olsa olsa benim yaşımdadır. Ak sakallı bir derviş beklerken, sımsıcak bakışlı, sımsıkı el sıkan bir adamla tokalaşıyorum*; Celalettin Dede...



Geçen yıl Konya'ya gitmek üzere biletlerimizi ayırlamakta ne yazık ki geç kalmış ve Şeb-i Aruz gecesini, sağlığında neredeyse hiç tanıyamadığım dayımın cenazesine katılarak kutlamıştım. Ve o gece öğrenmiştim ki, Allahsız kitapsız diye bilinen dayım, gizli bir mevleviydi! Ölümünde tanıştığım bu adamın vedası mıydı acaba beni Konya'ya gitmekten alıkoyan? Başka bir dünyaya geçmeden evvel bana bir şey mi söylemek istemişti?



Konya'ya gitmiş olsaydım cenazede bulunamayacaktım. Neredeyse hiç tanımadığım ama görüştüğümüz zamanlarda sıcacık gülümseyen adama, dayıma da veda edemeyecektim. O zaman ertelenmiş olan Celalettin Dede ile tanışmak işte bütün bu geçen aylardan sonra Kapadokya'da mümkün oldu. Kendisi, hocamın davetini kırmayıp buraya geldi. Şimdi, karşımdaki sofrada neşeli neşeli gülerek konuşan adama hayran hayran bakıyorum.



Bilmediğim ama anlatılmaya başlandığında garip bir şekilde hatırladığım birbirinden komik ve hayatın tam ortasından hikayeler dökülüyor masaya. Kimi geçen yüzyıllardan, kimi andan... Zamanı hiçe sayan hikayeler... Kah İtalya'daki bir papazın sofra duasından (Külkedisi bunu yazdı zaten:)), kah Atina'daki papazın mevlevilere olan sempatisinden bahsediliyor. Hristiyan dervişlere yapılan baskı, hala esaret altında yaşayan inançlar beni şaşkına çeviriyor. Durmadan sorular sormak istiyorum. Neden tennure giyiliyor? Daha evvel de giyilmiş mi? Kadınlar bu ayinlerin neresinde? O dönemde Anadolu'da neler olmakta? Ateşbaz kadın var mıydı hiç?



Ne acıdır ki zihnimin soruları, gönlümün sorularını devre dışı bırakıyor... Aşığının karşısında acemileşen bir şapşal gibiyim. Zekamdan şüphe diyorum!



Bütün kapılar açık, bütün gönüller açık. Bütün yollar aynı yerde birleşiyor. Bu adam benim gönlümdeki duvarsız, kuralsız dinden bahsediyor! Bilmeden sezdiğim şeyleri sıralı cümlelerle ardı ardına anlatıyor. (yolda gördüğüm kabusta başıma yıkılan duvar bütün bunları mı sembolize diyordu acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum...) Aylardır okuduğum kitaplardan çok daha fazlasını kulaklarımı ve gözlerimi atlayarak doğruca kalbime bırakıyor. Bana bir şeyler oluyor!



Bir kaç saat sonra, nedensiz sevdiğim kapıya yaslanmış kulemi seyrederken, önce Külkedisi geliyor yanıma. Oturuyor. Ona anlatıyorum içimdeki yarım olma duygusunu. Nedense ben, bu his ancak bir bebekle geçecek diye düşünüyorum. Sanki yaratabileceğim tek şey bir bebek. Oysa belki de benim başka bir şey yaratmam gerekiyor?



Tanıdığım hiç bir erkek ve hiç bir kadın beni tam yapmaya yetmedi... Bu eksikliği harabelere bakarken ve Nazmi Hocam tarafından "kendimden kaçmakla" tanımlanırken çok ama çok derinde hissediyorum. Hocam neşeme saklandığımı söylüyor... Bu cümle çıt diye kırıyor kalbimi. O kırıktan akan şey kirli kan. Çünkü hocam çok haklı... Bana tuttuğu ayna gözlerimi yakıyor ama artık zamanıdır.



Kabuslarım, gece hissettiğim ürperti beni allak bullak etmişken, Külkedisi'nin benden daha neşeli ve sağlam duran bakışlarına sığınıyorum... Biz kapı önünde benim içimdeki karmaşayı konuşurken, Celalettin Dede geliyor yanımıza. Bir ayin yapmak için dışarı çıktığını ve bizi gördüğünü söylüyor; sigara içme ayini! Külkedisi buna bayılıyor. Ben de gülüyorum. Dedenin uzattığı sigarayı geri çevirmiyorum. Bir mevlevi dedesi hayatında kaç kez sigara uzatır ki insana?



Önce etraftaki derin manasızlıktan ve anlam arayan ruhlardan, yitik hayatlardan bahsediyoruz... O hep anlattığımız ama anlamlandıramadığımız boşluktan... Sonrasını anımsayamıyorum... Kulağımda değil, içimde yankılanan sözcükler için hücrelerimi uyarıyorum " kayda geçin!"



"Yol uzun" diyor dede, "daha bu başlangıç. Daha çok acı var, çok çile var. Ama hepsinin bir anlamı var. Olmuş, olmakta olan ve olacak her şey anlamlı". Hepsinde mesajlar var. Yapmam gereken tek şey gözümü açmak. Tek gerçek yüreğimi açmak. Yapabilir miyim? Sanırım evet! Sevmeyi öğrenmem lazım. Güneşi içeri almam lazım. Kendime izin vermem lazım...



Bana değil, ortaya söylenen cümlelerden payıma düşeni hızlı hızlı dolduruyorum ceplerime. Tüm kiliseleri, havraları, budist tapınakları ve daha nicelerini en az dergahını sevdiği kadar seven bu adam, bana tam ihtiyacım olan cümleleri veriyor. İçim ışıl ışıl, hazine odam tıka basa artık!



Kalbimi pamuklara sarıp tüm gözlerden saklayan neşemin, yolumu adeta dev bir kaya parçası gibi tıkayan kahkahasını aniden anlıyorum... Kuyruğu dik tutmak yerine teslim olup dağılmam gerektiğine ayıyorum. Bu aydınlanma anının benden uzaklaşmaması için yalvarıyorum. Güçlü bir hafıza için yalvaran kalbimi secdeye bırakıyorum.



"Acıları içselleştirme" diyor dede. "Yüklenme. Dinle, paylaş ama taşıma". İçimdeki kervana bakıyorum. Bana ait olmayan yüklerle ezmişim yüreğime. Şimdi, hayatımın bu noktasında konaklıyorum. Yükleri han sahibine teslim ediyorum. Elimde bir çanta, eşyalarım Külkedisi'nin bavulunda. Dedenin sözleri üzerimde bir muska. Kervansız bir yolcu olarak ayrılıyorum Kapadokya'dan.



Susuyorum artık.... Önümde Saruhan var, daha onu görmedim.


*Henüz mevlevi selamı nedir bilmiyorum. Ama günün sonunda, dedeyle vedalaşırken öğreniyorum. El öpmenin ne demek olduğunu anlıyorum...





27 Nisan 2009 Pazartesi

Zamansız Konak.


Nihayet yol bitti. Bitti dediysem sadece Atlar Ülkesi'ne ulaştık. Yoksa içimdeki yolculuk yokuş aşağıya devam etmekte. Bazen bu bir yol mu, yoksa Alice'in yuvarlandığı hollerden biri mi anlayamıyorum. Hocam "direnme" diyor, "seyret". Bu durumda, yolun kendisi olup, seyrediyorum. "Üzerime basılınca susmam da mı lazım hocam?" diyeceğim ama susuyorum... Hayatın ortasında yeni diller öğreniyorum....

Kapadokya Ortahisar'daki kahvede içilen çaylar, daha miğdemize ulaşamadan Zamansız Konak'ın sahibesi tarafından, tekdüze hayatların meraklı bakışlardan çalındık. Hava tam da benim için düşünülmüş gibi. Eğer bir şehre deniz yoluyla ulaşıp, ilk olarak limanını görme şansım yoksa - ki o zaman hava hiç umurumda olmaz , yeter ki sis bastırmamış olsun- ikinci seçenek olarak bulutlu, serin ve net bir günü tercih ederim. Sanırım biri tercihimi duymuş olmalı ki, bulutlu ve serin bir havayla buradayız. Günlerden Cuma, saat 08.30.

Güzel bir kahvaltı sofrası uzanıyor önümüzde... Bir sonraki yolculuğumdan donatılmış sofra; Antakya'dan. Bu bir işaret olmalı, aldım.

Kendimi mekanın güzelliğinden kopartamıyorum... Bana benzemeyenin güçlü çekimi ile sarsılıyorum. İç içe geçmiş odalar, kale kilidi ile kapanan sürgülü kapılar, mağaralar, kiliseler... Düş mü bu? Issız, sessiz bir yerdeyiz. Yok yok, dilini bilmediğimiz bir yerdeyiz. Bütün bu sihirli görüntüler şimdilik bana ketum. İlk tanışma anının suskunluğu var aramızda. Fakat huzurlu bir suskunluk şimdilik...

Herkes mutlu, tüm sıkıntılar İstanbul il sınırı içinde bırakılmış. Burada sadece yeninin, saf ve zamansız olanın kokusu var. Tonozlu tavanlara hayran hayran bakıyorum. Sedir beni mıknatıs gibi çekiyor. Bacaklarımı toplayıp oturuyorum. Köyüme hiç benzemeyen bu topraklarla aramda adını bulamadığım bir aşinalık var. Yüklenmiyorum kendime, daha henüz ayak bastım.

Meditasyon için indiğimiz oda eski bir kutsal alan. Buz gibi. İliklerime kadar üşüyorum. Üşümekten düşünemez, hissedemez hale geliyorum. Neyse ki biter bitmez Üç Güzeller'i ve Ürgüp'deki birbirinden güzel kiliseleri gezmeye başlıyoruz. Bizans izleri burada da inanılmaz büyüleyici. En son gezdiğimiz Saint Stephanos Kilisesi'nin 8. ve 9. yüzyıldan kalan geometrik bezemelerle süslü bir kutsal odasında ne hissedeceğimi bilemeden kalıyorum. Orada Külkedi'nin bir fotoğrafını çekiyorum. Yüzü bu mekana çok yakışıyor.

Hristiyan sanatınının en eski örneklerini görebilmek için muhteşem bir coğrafyadayız. Bütün tahribatlar, doğanın ve insan elinin acımasızlığı ve hatta zamanın kıskançlığı bile burayı yenememiş. Yüzlerce yıllık birikim, görebilen gözler ve duyabilen kulaklar için hala burada. Yeni uyanmaya başlayan doğa, çiçekler ve ağaçlarla sarıp sarmalıyor tarihin yaralarını; usul usul ve inanılmaz zarif.

Bağıra bağıra ağlamak geliyor içimden. Neden bu kadar duygulandığımı anlayamıyorum. Kayalara oyulmuş kiliseler, baharın kuru dallardan fışkıran hayat vaadi, beni allak bullak ediyor. İçimdeki çorak bahçelerde derin bir isyan hissediyorum. Onları sulamamı engelleyen, güneşimi kafese hapseden zihnime güceniyorum. Yavaş yavaş üşütüyorum, kimseler görmüyor.
Bedenim şirin şirin gülümseyerek, şakalar yaparak, çamurlara bata çıka hayata karışıyor. Ama yalancıyım ben... Bütün freskolarda, henüz canlanmaya başlayan iğde ağaçlarında ve içine girdiğim tüm kiliselerde aynı sesi duyuyorum: "yalancısın Elvannnn!"

Külkedisi çok huzurlu. Avluda karşılaştığımız bir kaç dakikanın ardından, ben defterimi alıp Ortahisar Kalesi'nin gölgesine çekiliyorum. Yıllar sonra hiç hayal etmediğim bir anda ve aniden burada olmak bana acayip güzel geliyor. Ne titreyerek yoga yapmak, ne de bir başka detay canımı sıkmıyor şimdi. Aslınsa hiç beceremediğim kadar anda yakalıyorum kendimi.

Belki bu nedenle bir mağarada yoga yapmak ürperti veriyor. Anlık teslimiyetler bile beni bu kadar dağıtıyorsa, tamamen teslim olmuş Elvan, olsa olsa meczup olur diye düşünüyorum! Meczup Elvan...

Isıtıcının yalnızca kendini ılındırdığı o buz gibi mağarada yatarken, aklımdan geçen şey ölümdü. En az düşündüğüm, en güçlü haliyle kalbime abandı. Bir şey anladım ben o mağarada, ama ne?

Yarım hissediyorum. İçimde bölünmeler var. Beni tam yapacak şeyi kovalıyorum. Gölgesi yüzüme düşen "şey" bana şeklini vermiyor! Onu yoga yaparak, yemek yaparak, yazı yazarak, bebek severek kovalıyorum... Uykularımı kaçırarak arıyorum... Beni tam yapacak şey neredesin? Yoksa eksik gelip, eksik giden biri mi olacağım bu alemde?

Günlerden C.tesi. Yoga dersi bitmiş. Biraz sonra kahvaltı başlayacak. Açlıktan kıvranan miğdem için bir şölen sofrası daha kurulacak sedirin önünde. Ya ruhum? O buz gibi odada uzanmış, gözlerini tavana dikmiş ve kaskatı kesilmiş bedenin ruhu? Gezdiğim yerler, sohbet ettiğim insanlar, yediğim tüm lezzetli yemekler boş bir tabak gibi önümde... Sofrayı hazırlamak beni biraz sakinleştirse de, bu yetmiyor...
Gündelik detaylara takılıp içimden kaçmak istiyorum! .... İçime yeniliyorum... İçimi yeniliyorum...

Antakya'dan gelen inanılmaz güzel peynirlerle donatılmış sofradaki anlık zevkten payımı alınca, adını bilmediğim, şarkısını anlamadığım kuşları dinleyebilmek için odama gidiyorum. Pencerenin kenarındaki yer yatağı benim. Kafeslerle kapatılmış ahşap kepenkli penceremden sarayı yıkılmış bir kule ve ona tırmanan basamaklar görünüyor. Nedense bu yer yer yıkılmış evler, tahta kapılar bana çok şey anlatıyor. Anlıyor muyum? Hayır! Maalesef.. Çünkü aynı anda fısıldıyorlar kendi dillerinde... Alfabem karışıyor.

Onları sen de duyuyor musun? Bazen hala ve aradan geçen bunca yıldan sonra, aynı anda ve aynı yoğunlukla birbirimizi hissettiğimizi düşünüyorum. Bir parçam daima seninle iletişimde. Ben onu reddetsem, vazgeçsem, yıllarca bir tek sözüne bile kulak vermesem de, hep orada. Atmosferde bizden bir şeyler var, hatta toprakta ve her gün başımızın üzerinden geçen bulutlarda. Artık bunu iyice anladım; ölmediğim sürece benimlesin.

Sanırım meditasyon odasında da ölümden çok, benimle ölecek olan parçanı düşündüm. Bedenim buz gibi zemine, gözlerim üzerime abanan tavana boyun eğerken, mekandaki yalınlık "hiç" olduğum gerçeğini buz gibi üfledi yüzüme. Bana rağmen devam eden hayatını ilk kez kıskanmadım. Belki de ilk kez, Orta Anadolu'nun göbeğindeki bu evde, bana ait olanlarla bir "hiç" tim.

Yine konağın en sevdiğim noktasındayım; sadece merdivenleri kalan kulenin solunda... Bugün Pazar, saat 10 .37. Nazmi hocam ve yoga sınıfımız az evvel İstanbul'a doğru yola çıktılar. Külkedisi damda yoga yapıyor, ben köşemdeyim. Güzel kapının önünde. Dün yapılan dipsiz sohbetin ışığı altında yazıyorum.
Bu kapıyı ve önündeki sohbeti hayatımın hediyesi olarak gönlüme koydum...
C.tesi'yi bilerek atladım. Celalettin Dede ile geçirilen günü ve Kervansaray'ı burada anlatamam... Henüz anlatamam.. Zamana ihtiyacım var. Belki yarın olabilir... Ama bir fotoğrafımı koydum. O anda aklımdan geçenleri yakalayan Külkedisi'ne minnettarım. Bu fotoğraf serisinde objektiften kaçmadım ben. Kendimden de kaçmadım!

Kuzeybatı yönünde yükselen Ortahisar Kale'si, dünkü tırmanıştan sonra daha da heybetli görünüyor gözüme. Hele hele bu sabah odamın penceresine gelen balondan ona bakışı düşündükçe nabzım yükseliyor. Tanrım, yükseklik korkum var benim! Buna rağmen beni kaçırmaya gelmiş bir balonu hayal ettim. Ona tutunsam, Kapadokya'dan havalansak ve hiç bilmediğimiz bir yere konsak ya da hiç konmasak...

Zamansız Konak'ın sahibesi tarafından açılmadan yanımda duran kahve fincanına bakıyorum. Üç günde, üç fincan kapatmama rağmen bana fal bakmadığı için içimden gülümsüyorum. Ama Külkedisi'ne baktı. Oradaydım ben. Ben sigara da içtim bu yolculukta. "Affedin beni akciğerlerim!". Fakat bu bir ayindi. Sigarayı uzatan dede olunca hayır diyemezdim....

Saat 14.00 Ürgüp'de çarşıdayız. Arabanın içinde Allahın sıcağında yazmaya devam ediyorum. Avanos'a doğru yola çıkacağız birazdan, annelere çömlek bakacağız İkizlerin atölyesinden.

Ardından Saruhan'a gideceğiz ve Uçhisar'daki günbatımı sonrası bitecek buradaki yolculuğumuz.

Bu gece yeni ay var gökyüzünde. Bu gece yeni ay var iç yüzümde....



Atlar Ülkesi'ne Dörtnala Ya Da Otobüsle!



Nereye ya da neye - kime ? - doğru yola çıktığımızı henüz bilmiyorum. Sanırım iki şeritli bir yoldayız; biri Kapadokya'ya diğeri içime doğru akıyor... Bu yüzden iki yolculuğu da aynı anda yazmayı deneyeceğim. Artık denemekten korkmuyorum. Bunu ilerleyen günlerde uzun uzun anlatacağım.

Saat 06:00. İnanılmaz güzel bir gün doğumunu Tuz Gölü kıyısında karşılıyoruz. Bu göl, onu en son gördüğümden bu yana daha da güzelleşmiş sanki. Fotoğraflarını çekmeye doyamıyoruz. Ondan bir parça kopartıp eve getiremeyeceğim için hayıflanıyorum. Belki de bu nedenle güzel anların içinde duramıyorum, çünkü hep saklamak istiyorum! Sabah serini ısırmasa ve muavin o harikulade tonlamasıyla yola devam etmemiz gerektiğini müjdelemese öylece ne kadar kalırdık gölün kıyısında acaba?

İçimdeki keyif, gölle yeniden karşılaşmaktan mı, yoksa senden fiziki olarak uzaklaşmaktan mı bilmiyorum. Dün gece gördüğüm kabustan sağ kurtulmaktandır belki? Ruhunda da tuhaf kavşaklar var insanın...

Sabahın ilk ışıkları yüzünden gölü pembe eflatun arası, içime hafiflik serpen bir renkte algılıyorum. Bu renkleriyle, yıllar önce Tate'de gördüğüm modern bir tabloya benziyor. Yine bir fotoğraf çekiyorum.

Burnum kaşınıyor. Ellerimdeki sarımsak kokusunu alıyorum. Yemek pişirmemin üzerine iki kez yıkanmış olmama rağmen orada durarak bana ne söylüyor? Ya duvar? Neden pembeydi rüyamda yıkılan duvar? Uzun zaman sonra çıkılan bir yolculukta nasıl olup bu kadar derin uyumuş ve bir rüya görebilmiştim? Yıkılan duvar nereye aitti? Neye karşı bir duvardı? Ben sağ çıkabildim mi altından? Bilmiyorum. Neyse ki şoför yolu biliyor!

Gideceğimiz yerde ruhu sakatlanmış atlara ne yapıyorlar acaba diye endişeleniyorum... Vurmazlar değil mi hala koşabilenleri?

Yemyeşil ovanın ortasından geçerken, yanımda uyuyan Külkedisi'ne bakıyorum. Ne şanlıyım ki, bu yolculukta birden fazla kalp var yanımda diye seviniyorum. Onun güvenilir bir kalbi var, bunu daima hissediyorum. Dışarısı 7 derece, saat 06:37. Otobüs Atlar Ülkesi'ne doğru devam ediyor. Muavin gerçek bir korkuluk. Duymadığını, görmediğini anlayınca hem kızıyor, hem de üzülüyorum haline. O bir zombi olabilir mi?!!!:))

P. Özer'in bana aldığı bu yol defterinde çok şey var. Yollar var; sana gelen yollar, senden dönen yollar... Şimdi bu serin sabahta uçsuz bucaksız ovaların ortasından geçerken eğer hala aklımdaysan, bu seni sevdiğim için değil, yazıma obje gerektiği içindir!

Ne sana ne de bir başka adama karşı "aşk" duymuyorum. Aşk nicedir uzakta... Çok özlediğim ama yine de görüşmeyi istemediğim, zamanında epeyce kırıcı olmuş bir dost gibi.

Ova devam ediyor. Kavak ağaçlarından gözümü alamıyorum. Kavaklar, birbirine sokulmuş hazır ol da bekleyen çocuklar gibi.. Kavaklar, geçmiş ve gelecekteki tüm değerli an ve insanların ruhları gibi.. Tül gibi...
Otobüs koyu gri renkli asfaltın üzerinde ovayı yarıp geçerken, yolun iki yanında süzülen kavakları, bu topraklarda yaşamış tüm ruhları selamladığımı düşünerek deli deli gülümsüyorum. Mustafa Pilevneli'nin Ihlara Vadisi tablosu daha da anlamlanıyor gözümde. Annem de buraları görmeli diye geçiyor içimden. Külkedisi hala uyuyor. Saat 06:59.





23 Nisan 2009 Perşembe

Özgür Ruh Ne Demektir Ve Neden İnsanların Sinirine Dokunur?

Beklenmedik aksiliklerle, iptal edilmenin kıyısından dönen dvd gecesi bakınız bana neler düşündürdü; albatrosları, boşanmaya cüret eden kadınları ve yeniden deneyecek gücü bulanların kıskançlık uyandıran hikayelerini...


Filmde* üç kız kardeş ve bir babadan oluşan çekirdek aile, bana kalırsa sinema dilinin en ustalıklı örneklerinden birini sergileyerek anlatılıyordu. Elbette teknik şeylerden bahsedip, duyguyu es geçecek değilim. O benim işim değil. Burada beni şaşırtan ve düşündüren, filmi daha önce de defalarca izleyen arkadaşımın tepkisi oldu. Çok tanıdık, çok can sıkan, çok bildik bir tepki...


Üç, hatta hepsini sayarsak altı kadın izlediğimiz sahnelerde; en yaşlı kadın bencilliğinin doruğunda, öz güveni tavan yapmış ama aslında yalnızlıktan deliler gibi korkan bir anneanne, en küçük karakter oldukça zeki ve sevimli bir kız çocuğu idi. Küçük kızın annesi sakin ve kendi halinde bir portre çizerken, asıl hikaye diğer üç kız kardeş arasında geçiyordu.


En büyük abla içe dönük, yarattığı bir hayalle gururunu korumaya çalışan, ilahiyatta huzur arayan gelenekçi biriyken - ki ilerleyen sahnelerde aşk için nasıl yalvardığını ve saçmaladığını göreceğiz- , atılımcı ve genç küçük kardeş istediği aşkı sabırla alıyordu hayattan. Yaşına, gençliğine ve deneyimsizliğine rağmen, bir adama aşkın ne olduğunu her gün ona daha yakın durarak ve sabırla anlatmayı başardı. Akıllı kadın ve kazancı üzerine gayet başarılı bir tiplemeydi. Ona göre aşk; sevdiğinin yanında sansürsüz ve rahat olmaktı. Nihayetinde, aslında başka bir kadına aşık olan adamı da bu fikrine ikna etti. Üstelik sadece orada, yanıbaşında durarak! Ne sabır ama... ( ne kazandı bu kadın? )


Benim derdim ortanca ablayla. "Özgür" bir ruh ve sakin tavırlar sergileyen bu kadın, filmin son karesinde ne kazanır, ne kaybeder? Diğerleri ne kazanmıştır? Onun kaybettiği - eğer bir kayıp ise - nedir?


Evli bir adamla sevişmeyi reddeden ve ardından aynı evde yaşamayı başaramadığı, ama ara ara sevişip, yemek pişirdiği eski sevgilisiyle (adam bir başka kadınla evlenmeye karar verince) yalnızca arkadaş kalmayı tercih eden bu kadın, kariyerini ve geleceğini de beklenmedik şekilde yaşar. Onun duygularıyla verdiği kararlar, yani mutfağın birleştirici gücünü ailesi için koruma iç güdüsü ve yaşadığı şehri kariyer için terk etmeyişi bir kayıp mıdır? Ya da evli bir erkekle aşk yaşamamak kayıp mıdır? ( bir erkeğin gözüyle bakarsak zaten adam karısından ayrıdır ve nikahın önemi yoktur??!! Bu da tarih boyunca söylenmiş en klişe yalandır. ) Ona bir hayat adamış babasını hasta zannettiği için yanında kalmayı tercih ediş bir kaybediş midir? İnsan ne zaman kaybeder, ne zaman kazanır? Kazanç ve kayıplarımıza kim sevinir, kim üzülür? Kim karar verir? Nedir peki bu özgür ruh?


Özgür ruh, yerinde olmak için çırpındığımız, hayattaki duruşuna imrendiğimiz, hatta zaman zaman gücüyle sinirimize dokunan biridir. Bizi cesaretsizliğimizle yüzleştiren haindir! Tıpkı C. Baudelaire' in Albatros şiirinde anlatıldığı gibi; düştüğünde için için zevk aldığımız, tekrar havalandığında imrenerek izlediğimiz biridir. Boşanmayı başaramamış kadınların, bunu becerenlerden için için nefret etmesidir. Tıpkı konformist muhteremlerin kıçlarının rahatı için, kaosun ortasında "izole olmayı başarıyorum" aldatmacaları gibidir... Anlatayım mı daha ne saçmalıyorum?


Filmi izleyen arkadaşım için ortanca kızın filmin sonunda geldiği nokta hayal kırıklığıydı. Ama o bir kadın gözüyle bakamazdı elbette. Film okullarında bunun öğretildiğini sanmıyorum. Orada bir hikayenin ilk perdesi kapanmıştı sadece... Diğer kadınların seçimlerinden ne denli mutlu olup olmadıklarını söylemek için çok erkendi. Ama ortanca kız mutluydu. Olmak istediği yerde; mutfaktaydı. Babasına yemek pişiriyordu ve hayatında hiç yalan yoktu! Bu mudur kayıp?
En genç kadın bir "çocukla" aşk yaşamayı seçmişti; hayat boyu anlatırdı artık ona... En büyük abla yoktan bir aşk yaratacak kadar aşka susamıştı. Kendi yazdığı senaryolara "inanmayı becerebildiği sürece" besbelli mutlu olacaktı. Ama inanabildiği sürece... Ortanca kardeş, hani şu özgür ruhlu olan, her şeyi ve herkesi görebilecek kadar açmıştı gözlerini.. Kesinlikle bir erkek arıyordu; çocuk yapacak bir erkek, ama erkek yapacağı bir çocuk değil!**


Ne istediğini bilen ve içindeki hislere itaat eden kadın neden kaybedenler kulübüne üye yapılır? O kadını kaybetmiş görmek nasıl bir ruh halindeki erkeğe haz verir? Biraz düşünmek lazım...




*EAT DRINK MAN WOMAN


** Bu muhteşem ve tam yerinde hatırlatma için Lilith'e teşekkür ederim:))



21 Nisan 2009 Salı

Zihinde Sıçramalar II



Cumartesi gecesine açılan kapıdan içeriye giriyoruz, yüzyılın en hızlı parçalarından birini çalıyor dj. Etraf neredeyse karanlık. Yüzlerce göz tarafından çevreleniyoruz. Leydim tavana bakıyor. Mekanı süsleyen freskolar ona ne çağrıştırıyor acaba? Merak ediyorum. Sakince gülümsemeye ve müzikle beraber salınmaya başlıyor. Ben de bakışlarımı diğer hayata çeviriyorum. O, bambaşka bir alemde. Aylar sonra yüzünde çok genç, çok dingin bir gülücük görmek içimi rahatlatıyor. Bu gece üç kişiyiz; Leydim, Barones ve ben:)



Müzik inanılmaz bir etki yaratıyor. Savunmasızım, gafil avlanıyorum. Hatta artık orada bile değilim. Notaların en haylazına takıldım gidiyorum... Kocaman bir salon, orta çağ filmlerinden çokça gördüğümüz loş bir sahne... Kalın, siyah kadifeden uzun bir elbise var üzerimde, yere diz çökmüşüm. Elbiseyi belime kadar sıyırmışım. Üst bedenim çıplak. Sadece sırtımı görüyorum ve enseme doğru dağılmış saçlarımı... Biraz yükseldiğimde kendimi, sıkıca tuttuğum bir mektupla yakalıyorum. Elimdeki mektubu okudukça görünmez biri tarafından kırbaçlanıyorum! Beni kırbaçlayan kağıttaki satırlar aslında. Derin kamçı izleriyle doluyor sırtım. Kanıyorum, ağlıyorum ama mektubu okumaya devam ediyorum; senin bana işkence eden cümlelerini.... Başka bir hayata gitmeden az evvel, son defa görmek istediğim bu satırlar, şimdi tenimi derin kesikler ve kanla beziyor.



Önümde gözyaşlarından bir gölcük var. Ayağa kalkıp elbisemi giyerken o birikintiye basıp sendeliyorum. Kendi göz yaşımla ıslanmış ayaklarımı halıya silip, ayakkabılarımı giyiyorum. Diğer hayat kapıda, bana uzattığı eli tutuyorum. "Elin kanamış" diyor. "Evet, mutfakta oldu az evvel " diyerek gülümsüyorum. Ağlamaktan kızarmış gözlerimi uzun saçlarımla gizlemeye kararlıyım. Her şey kontrol altında. Taa ki diğer hayat tarafından kucaklanana kadar. Kalın kadife elbisemin altındaki açık yaralarım sarılmanın şiddetiyle kanamaya başlıyor. Başka bir adama aşık kalan aptal kadınlar gibiyim .... devam edemiyorum.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Bahar Sayıklamaları I


Derin şeyler yaşayamadığından, sahici duygulara hasret öleceğinden, kaypak insanlardan, içi boşaltılmış cümlelerin zedelediğinden ve derin yalnızlık hissinden dem vuran tamtamcılarla dolu etrafım. En büyük tamtamcı da ben! Kendimi, güvelere ağlayan prenses* gibi hissediyorum!
Geçen yıl bu zamanlar aşk, aşk hastalığı ve semptomları, ümitsiz aşk, eski aşklar vs hakkında yazıyordum. Bakıyorum da pek bir şey değişmemiş; zamansız yaralayan bir dersten çıkartılan sonuçlar dışında... Yirmi yıllık bir peri masalında kötü kurdun karnını yarıp, taş doldurmuş bir av( avcı değil, av:)) olarak hala eteklerime bulaşan kanı çitiliyorum rüyalarımda.

"Cif; gençlik hatalarını bile siler!"

Dün yeni tanıştığım birine burnumu tavana iyice yaklaştırıp, tam bir çizgi film kahramanı gibi sevimli sevimli gülümseyerek; "ben hiç depresyona girmedim, nasıl bir şeydir bilmem" dedim. Doğru muydu acaba? Yoksa şöyle mi demeliydim: "ben hayatım boyunca depresyona girdiğimi hiç kabul etmedim, neden kabul edilir bilmem!"

Galiba ikincisi daha doğru olacak çünkü evliliğimin son aylarını "Hayri Pıtır ve Musalla Taşı'nı" seyrederek, sinemaya gidip deliler gibi ağlayarak ve de on kilo alarak geçirmemiş miydim? Bütün gün herkese gülümseyen ama perde kapanıp evde iki kişi kaldığımızda suratı mahkeme duvarına dönen sevimsiz kadın kimdi ? O depresyonda değil miydi? Hadi canım!

Batan geminin son faresiyim ben, guluk guluk diye suları yuta yuta boğulan son fare. Surları top ateşine tutulmuş şövalyeyim. Kelleşen meyva bahçesinde sihirli elmayı arayan büyücüyüm... ama asla depresyonda değilim. Asla da aşık olmadım. Aşk teslimiyet demek. Teslim olamadım ki, aşık olayım. Hep kıyısından döndüm. O yeni tanıştığım genç adama bu konuda kesinlikle gerçeği söyledim. Hayatım boyunca hiç aşık olmadım. Ama istedim. Ama çok yaklaştım.

"Bense, yalnızca aşkı değil, yazıyı da, hayatı da bir yolculuk gibi gören göçebelerdenim. Çünkü insan, nasıl evinin kıyısını, köşesini hemen keşfederse, aşkın güvenli koylarını da, yazının saklanacak köşelerini de pek çabuk keşfediyor. Oysa Adem, ölümsüzlüğü tek bir şey adına bırakmıştı: Bilinmeyen!"**

Az evvel gezegenin öbür ucundan bir kadına "aşk hikayesi" üzerine tavsiyeler verirken inanılmaz samimiydim, hani insan en çok öğrenmeye ihtiyacı olan neyse, onu en iyi öğretirmiş ya:)) "Aman ne mutlu sana canın yanıyor, demek ki o et parçası kan pompalamak dışında hala işe yarıyor !" dedim. Bunu söylerken o kadar inanarak söyledim ki, sesime yabancılaştım!

Bunu neden yazdım, bilmiyorum.





* J.W., "Tek Meyva portakal Değildir" de prenses, ölen tahtakuruları için sonsuz gözyaşları döküyordu. Merak edenler kitabı bulmak zorunda kalacaklar:))

**A. Erdoğan, "Bir Kez Daha"

Karmakarışık...



Bakalım geçen hafta neler oldu?

Pazar akşamı film festivali avucuma bir adet taş bırakarak* bitti. Bütün Japon fimleri canıma okuyarak geçip gittiler Nisan ayından!

C.tesi öğleden sonra Eda Liza ve Leyla Nora ile saklambaç oynamak ilaç gibi geldi. O günden beri saçlarımın parladığını hissediyorum :) Bu çocuklar benim kalbimi cilalıyorlar. Agi ve Altuğ gibi dostlarım olmasaydı bu güzel şeylere nasıl kavuşurdum ben?

Devam ediyorum... C.tesi akşamı dışarı çıkıp eğlenmek önce garip, sonra çok keyifli oldu... Oysa ne zaman birkaç kadını sokaklara dökülmüş; gülüyor, içiyor, dans ediyor görsem, amma acayip diye düşünürdüm... Fakat ne oldu? Bu aktiviteyi ayda bir tekrarlamaya karar verdik! Demek ki dışarıdan bakıp yargılamamak lazımmış. Yakında beni tango kurslarında görürseniz şaşırmayın!

Sonra.. T.Korkut, 37 yaşına girdi; sabırsızlıkla kırkı bekliyormuş. Tabii bekler, nasıl olsa erkekler için kırk yaş sadece bir başlangıç! Ayrıca Ç. Mater'le karşılaştım, çünkü görmemek mümkün değildi!!

Kısacası olağandışı pek bir şey yoktu aslında. Peki nedir beni bu denli karıştıran? Gerçekte neye direnç gösteriyorum ki, bu kadar derin bir karmaşa var içimde? İstediğim şeyleri almak için neden elimi uzatmadığımı anlayamıyorum. Bu kadar sakin görünüyor olmaktan korkuyorum. "Acaba aslında sakin değil miyim?" diye düşünüp, dolambaçlı yollardan kendimi sobelemeye çalışıyorum. Yok yok, tuhaf bir şekilde sakinim ama lüzumsuz derecede de hassaslaştım. Hassaslaştıkça dikenlerimin sivrileştiğini hissediyorum. Bu ters orantıdan çok sıkıldım. Neden yoga derslerindeki gibi hayatın içinde de akışa teslim olamıyorum?

Geçmişle ilgili çok daha huzurlu olduğum, geleceği ise geldiği zaman düşünürüm diyebilecek kadar uysallaştığım kesin. Yine de bir gariplik var, nedir? Bilmiyorum...
(Çemberdeki Kadınlar yazımı anımsadım bu sabah. O zamandan beri kurtarıcının dışarıdan gelmeyeceğini biliyorum elbette. Ve tabii ki içimdeki kurtuluşa inanıyorum. Fakat burada tehlikeli olan ne biliyor musunuz? Küçümsüyorum! Benden daha cesur olmayanı, beni kavrayamayanı küçümsüyorum...)

Kapadokya için gün sayıyorum. Yeniden Ihlara Vadisi'nde dolaşmak, balonları seyretmek ve açık havada yoga yapmak eminim bana çok iyi gelecek. Ve döndüğüm zaman - söz veriyorum Burhan'cığım - elime henüz ulaşan yeni çizimlere gömüleceğim:) Dvd gecelerine kaldığımız yerden devam etmek için ısrarcı olacağım; bakalım Ege bize neler getirecek?**

Kuzguncuk'da kahvaltı edeceğim, Tuna'nın projesi için kafa patlatacağım ve en önemlisi yarım kalan masala devam edeceğim... Annemi Sapanca'ya götüreceğim.

Ve... Biraz aşk hakkında düşüneceğim. J.W.'ın dediği gibi: "... aşk sulandırılmış ve ucuzlatılarak milyonlarca satmış olabilir ama orjinali hala bir yerlerde taş tabletlere kazılı ...." Kendime her sabah bunu hatırlatacağım. Çünkü herkesten esirgediğim kalbimin içimde çürümek üzere olduğunu hissediyorum. Sanırım karmakarışık hissetmemin sebebi nefesimdeki bu çürük kokusu... Bir gün bana sorulacak hesabın kokusu...

Bundan uzun yıllar önce Mısırlılar, ölümden sonraki hayata inanırlardı. Hatta hayatla, ölüm ülkesi arasındaki yeri korku ülkesi olarak tanımlarlardı. Hayattan, ölüme geçerken yapılan törenler bir Mısırlı için çok derin anlamlar ifade ederdi.

Mumyalamayı yapacak ekibin işini biliyor olması, mezar yerinin ölünün ihtiyacı olacak - hayatta her ne kullanıyorsa aynı şeylerin diğer tarafta da lazım olacağına inanıldığı için; yiyecek, içecek, kıyafet, kap kacak ve benzeri her şey mezar odasında bulundurulur ve hatta daha fazlası da resmedilirdi - gerekli malzemelerle donatılması ilk aşama için yeterliydi.

Ölü, sadece yeniden dirilmeyi beklememeliydi. Bu bekleyiş sırasında ise mutlu olmalıydı. Mısır'ın Ölüler Kitabı ise bu mutluluğun ve dirilişin sihirli formüllerini verirdi. Atlantisli bir rahibin oradan kaçarken yanında getirdiğine inanılan bu kitap her mezar odasına bir adet mutlaka bırakılırdı.

Mumyalama işlemi, en fakir Mısırlı için 70 gün sürerdi. İç organların boşaltılması ve kavanozlara yerleştirilmesi, beynin burundan çengelle çıkartılıp alınması - kalanı kurutulurdu - , bedenin bitkiler ve yağlarla ovulup, tuzlanması zaman alırdı. Ölünün statüsüne göre işlem zenginleştirilir ve uzatılırdı. Ama bir tören vardı ki, ister zengin, ister fakir olunsun, ondan kaçış yoktu: kalbi teraziye koymak...

İçi boşaltılan ölünün bir tek kalbi yerinde bırakılırdı. Çünkü hesap gününe kadar kalp bedende kalmalıydı. Sonra Anubis'in çakal başlığını takmış bir rahip***, kalbi bir teraziye yerleştirir ve karşı ağırlık olarak da bir tüy koyardı... Yolculuğun kalanını belirleyen işlem buydu; iyi kullanılmış bir hayatın hesabını verebilenler için bu bir başlangıçtı! Ya diğerleri?

Hakkı verilmemiş bir hayat kadar büyük suç olabilir miydi? İnsanın kalbini kullanmadan ölmesi kadar derin bir karmaşa olabilir mi?

Tekrar karmakarışık halime dönersek, yani bir Mısırlının başına gelenin pek bir benzerinin daha ölmeden benim diriler ülkesi'nde başıma geldiğini düşünürsek, belki de bu nedenle anne olmak istiyorum. Çünkü koşulsuz sevmek ve sevilmek istiyorum. İstiyoruz. Bir erkekle yaratamadığımız saf bağı kendimizden bir parça ile oluşturmak istiyoruz. Kalbimizi kullanmadan ölmek istemiyoruz. Bir kaç kısa yıl bile olsa bu duyguyu istiyoruz... İstiyorum!

Fakat değil bebek yapacak, bütün günü yanında sıkılmadan geçirebileceğim bir adamla bile karşılaşmıyorum. Kalbim beni sıkıştıyor, "hesap günü ne halt edeceksin?" diye fısıldayarak uykularımı kaçırıyor. Kulaklarımı tıkıyorum, bu kez kötü kokular yayılıyor nefesimden..

Bütün bu karışıklığın sorumlusu İştar diye düşünüyorum. Acilen bir şey yaratmam gerektiği duygusunu kalbime yükleyen onun mevsimi olmalı. Bunun ne olacağını ise bulamıyorum! Mandonoz mu ekmeliyim bahçeye? Masalı mı bitirmeliyim acilen? Yoksa ilk gördüğüm adamın boynuna atlayıp bir aşk hikayesi mi yazmalıyım?

Önerisi olan var mı? Bahar geçince yeniden Karlar Kraliçesi kostümüme kavuşur muyum?






* Taş mektuplar hakkında yakında yazarım...


** Film seyrederken konuşmuyor:)) Demek ki birlikte yapabileceğimiz en harika aktiviteyi bulduk!


*** Birileri daha olurdu, yazıcı vs ama onları anımsamıyorum. Bakınız Mısır'ın Ölüler Kitabı.

16 Nisan 2009 Perşembe

Bostancıbaşı.




Bütün saray peşime düşmüş, Sultan canımı istiyor. Dörtnala bir atlı geliyor ardımdan, artık koşacak derman kalmadı dizlerimde. Düştüm. Yakalanıyorum.

Saraydayım, kuzeye bakan karanlık bir odaya kapatıldım. Kafesli pencereden koridoru görmeye çalışıyorum. Kimse yok. Bir ayak sesi duyuyorum. Az sonra Haseki Sultanın yardımcısı açıyor kapıyı. Huzuruna çıkacağım. Ve bana soracak: nasıl ölmek istiyorum?

Sabah. Hamamda uzun uzun yıkanıyorum. Saçlarımı tarıyorum; her bir teliyle vedalaşıyorum. Sana ait bir şey var bende ama...

Gözlerimi bağlıyorlar, bir adımda kocaman bir çuvala giriyorum. Sonra ellerimi ve ayaklarımı... Bileklerimde korkunç bir acı duyuyorum. Çuvalın sert dokusu kollarımı kaşındırıyor. Ellerimi kullanamıyorum...

Ve Cof!!! Sudayım. Dibe doğru iniyorum. Kurşun ağırlıklara rağmen, uzun upuzun bir iniş bu.
Ya da...

Bostancıbaşı gözlerimi bağlıyor. Boynumu kütüğe uzatıyorum. Bir uğur böceği ile göz göze geliyoruz; zamansız. Sonra ayağa kalkıp, son isteğimi sormadığı için celladımı azarlıyorum.

"Ne peki? "diyor.

"Kalbimi sök" diyorum. "Sök ve kedilere yedir."

Şaşkın şaşkın bakıyor yüzüme. İsteksizce başını sallıyor aşağı yukarı. Gözlerinde, hayatım boyunca gözlerimde taşıdığım şaşkınlığı görüyorum. Bakışmaya vaktimiz yok... Tanışmaya vaktimiz yok... Vedalaşmaya vaktimiz yok. Bütün vakitler bozuk para olmuş geçmişimizde.

Gövdemden ayrılan kafam, mermer basamaklardan yavaşça yuvarlanıyor. Hiç acı duymuyorum. Hala bostancıbaşına bakıyorum. Gözlerim açık, "acele et!" yalvarışı var içlerinde.

Elbisemin göğsünü yırtıyor, hançeri sadece tek darbeyle sol mememin altına sokup, artık beni takip etmesini istemediğim organı elinin bir hamlesiyle kavrıyor.

"Hadi" diyorum içimden, "çabuk ol."

Simsiyah bir kedi iştahla yalanıyor ılık mermerin üzerinde. Bir an için bana göz kırptığını sanıyorum. Oysa bu imkansız! Ölüyorum. Sinir hücrelerimin bir oyunu olmalı bana. Yoo yo dahası var; "korkma" diyor boynumdan akan kan deresinde patilerini ıslatan kedicik, "hepsini yiyeceğim."

O kalbimi yerken, ben gözlerimi kapatıyorum. Başım bostancıbaşının kollarında. Her yanına kan bulaşmış saçlarıma yüzünü gömen bu adama verecek bir kalbim yok artık. Beni, yaşarken sevmeyi başaramayan tüm erkeklerden, çok daha büyük bir aşkla kucakladığını hissediyorum.

Bir damla yaş düşüyor dudağıma, ölüyorum.
16 Nisan 1618, İstanbul




14 Nisan 2009 Salı

ERGUVANLAR!


Erguvanlar açmış Murat. Biraz evvel grande latte'mle* mutlu mutlu sabah serinine teslim olmuş yürürken, yılın ilk çiçeklenen erguvanının altından geçtim. Hatta rüzgara yenilip yere düşen çiçek yapraklarından ofise getirdim biraz. Kanıt istersin diye :) Öyleyse neymiş? Mevsimler değişmiş, demek ki erguvanlar için Mayıs ayını beklemek gerekmiyormuş...


Peki neyi bekliyoruz/m?


Bugün yazamayacağım. Oysa ne çok şey var aklımda ... Haremdeki Zülüflü Baltacılar, Kırmızı İznik çinileri, Hasekiler...


Sumru Ağıryürüyen'in "Issız" isimli albümünü ve özellikle ilk parçayı dinlemenizi öneriyorum. Dün Zihni'den aldım. Saat 9.00'dan beri dinliyorum.


*Günün kahvesiymiş, ben seçmedim.

13 Nisan 2009 Pazartesi

C.tesi Özeti: Eti "DanKek", Kek Dünyasında Tek!




İşte reklamım budur. Hani kendimi en iyi ajansın ellerine bıraksam, beni daha iyi bir sloganla ifade edemezlerdi. Bu benim: Eti DanKek, kek dünyasında tek!

Hem "kek", hem "dan"...

Mehmetus fırtına gibi geldi ve gitti... Sevinmemle üzülmem arasında yirmi dört saat bile geçemedi. Garip bir şiir hatırlıyorum hayal meyal: "... varlığı yokluğunda belli olur..." gibi bir mısra sanki.... Şiirden - hele şairden - pek bişi anlamayan ben ne yazık ki sadece bu kadarını anımsıyorum ve itiraf ediyorum: Mehmetus yokluğunda daha da fazla içime işlemiş... Bu küçük insanlar, durmadan kalbimdeki odacıkları işgal ediyorlar. Döşeği seren kalıyor. Bakınız Küçük İnsan Miami, bakınız Minik Deve Dubai, Lilith Stuttgart ve Mehmetus Londra! Heyhat, nereye kadar?

Yok yok, trajik bir yazı olmayacak. Gerçi C.tesi benim için biraz trajikomik başladı ama olsun. Bir dakika , daha da başa sarıyorum. Niye trajik canım, aslında gayet hoş bir adamla başladım güne. Üstelik bütün gün yaptığım birbirinden feci şakalara rağmen kaçmadı! Gerçi onun da çenesi çok düşük ve durmadan konuşuyor ama ben de kaçmadım:))

Efenim, sabahın köründe yataktan apar topar fırlayan ben, balıklara ve sokak kedilerine yemeklerini verdikten sonra, hızlı bir duş alıp evden çıktım. Tabii pek muhteren bazı arkadaşlar, - ki onlar kendilerini bilirler... - anamın evinde bir gram kahve bırakmamış oldukları için*, sokaklarda "kahve kahve" diye inleyerek yürümeye/sürünmeye başladım. ( Meraklıları için açıklıyorum: ben içimden sürünürüm. İçinden sürünmek, içinden konuşmak gibidir. Elaleme maskara olmazsınız.) Ve bakınız ne oldu. Benimle buluşmaya gelen beyefendi, yanağımdan öpmek için eğildiğinde kahve kokuyordu! Vay edepsiz! Ben inim inim inlerken, o kalkıp kahve içmiş. Bir de utanmadan geç kalmış! Neymiş efendim, termos aramışmış da, bana kahve getirecekmişmiş... Yalancı:))

Neyse, olgun bir insanım ya ben, elbette uzatmadım mevzuyu. Nasıl olsa Kadıköy'den kahve alabilirdik. Aldık da. Hatta daha da ileri gidip, mis gibi sebzeli poğaçalarımızla denizi seyrederek yedik. Sarayımın önünden geçerken içimi yine o bildik huzur kapladı, "Tanrım, sen çok güzelsin!" diye bağırdım. Yani saray güzeldi. Yanlış anlaşılmasın, Tanrı yakinim değildir...

Sonra beyefendi ile yollarımız ayrıldı. Kendisi Kazak filmlerini pek severmiş, ben ise Kiraz Çiçekleri Mevsimi için haftalardır yanıp tutuşmaktaydım. Böylece farklı seçimlerimizin kurbanı olarak, ayrı sinemalara doğru dağıldık. Film canıma okudu. Bu yazıya sıkıştırmak haksızlık olacağı için anlatmayacağım ama vallahi çok güzeldi.. Sadece sakura bayramı değil**, bütün kareleriyle güzeldi film.. Bu Pazar tekrarı var, izlemek isterseniz son bir şans derim. Bana inanmayanlar ve filmi abarttığımı düşünenler Burhan'a sorsunlar. O da ağladı!

Burhan'la vedalaştıktan sonra, farklı filmlerde geçirilen zamanın ardından, Balık Pazarı'na ulaşıp, aynı masada bira içmeyi başardık sabah kahvesini benden esirgeyen beyefendi ile:)) Hatta, anamın evinde kahve komayan kardeş de katıldı bize:)) Orada işimiz bitince günün en romantik anı için Karaköy'e doğru inmeye başladık.

Etraftakiler bu sahneyi nasıl algıladılar bilemem ama tam olarak şöyleydi: Üzerinde kahverengi bir pelerin olan kadın yani ben, yanındaki boylu poslu adamı ardında bırakarak ( bu da o kahve kokan beyefendi! ) iskeleye koşar ve oradaki kadına hızlıca gülümseyerek, ufak tefek gözlüklü adamın üzerine atlar! Adam dediysem, kalıbı minicik, kalbi koskocaman birinden bahsediyorum: Mehmetus! Gizli Samuray, Karanlıkların Efendisi, Londra'daki neferimiz, tekilanın gizli efendisi, fındıklı votkanın tek fanı!

Dışarıdan bakıldığında salakça olduğunun farkındayım. Ama kime ne ya? Mehmetus gelmiş, gerisi hava civa!

Ardımızda kalan kahve kokularını, vapurla karşı kıyıya yolladıktan sonra Üç Silahşörler olarak Galata Köprüsü'nden geçtik ve şehrin pek bir şahane noktasına ulaştık. Bütün günü sokak kedileri gibi güneşi kovalayarak ve olabildiğince yayılarak geçirdik.

Elbette arada acayiplikler olmadı değil. Hiç üçümüz sokağa çıkarız ve normal bir gün olabilir mi? Mehmetus, Londra'da her türlü yiyeceğe aşerdiği için tantuni diye tutturdu. Ama Sultanahmet'de tantuni ne gezer? Adamlara "hamile arkadaşa tantuni bakıyorduk" gibi manyakça yalanlar bile söylediysem de, tantuni bulamayınca lahmacuna kadar düştük! Mehmetus,boyuna posuna bakmadan dört tane lahmacun söylemez mi? Ya Burhan gelmeseydi? Nasıl bitecekti o lahmacunlar? Şişşt, kime diyorum?

Tek acayiplik bu diil, bilin bakalım bize ne getirmiş Londra'dan? Ayna!

Bu ne yaw? Zaten üzülüyorum saçlarım matlaştı, kaz ayakları aldı başını gidiyor diye. İnsan dostuna ayna mı getirir? Kafir! Tabii Külkedisi alınmadı! Onda ne gezer kaz ayağı. Bütün kazlar bende kamp kurmuş!

Şükürler olsun ki kahveleri unutmamış, yoksa o ayna kabusumuz olacaktı. Mehmetus'la ilgili yazıyı burada kesiyorum. Kalanına mail olarak devam edeceğim. Ama sır perdesi aralanmayacaktır, bunu peşin peşin söyleyeyim. Kocaman bir "Dan"kek olsam da, "kova" hakkında asla konuşmayacağım!



*Bu sabah öğrendiğime göre zamansızlıktan alamamış kahveyi garibim:))

** Bir "gölge dansı" durumu var ki içime oturdu!






10 Nisan 2009 Cuma

Bugün Bana Verilen En Güzel Hediye...






GET OUT GET OUT GET OUT




Something must have happened to both of us


Something must have happened


Something always does


Something must have told you burn the bridges then the ???


Something always told you to do it


I lived low enough so the moon wouldn't waste it's light on me


What's left in this life that would do the same for me


Something must have only loved one of us


To say Get out, get out, get out


Get out, while there's still something left of us


Get out, get out, get out ...

9 Nisan 2009 Perşembe

Üç Adam Sevdim Beyoğlu'nda.






"Güldür önemli olan.."




Bu cümle Küçük Prens'den değil... Bu cümle yazdığım bir masaldan ya da okuduğum bir şiirden de değil...Geçmişten... Vakko'dan. Vakko, 1990'lı yılların başında düzenlediği bahar kampanyasında, pek değerli müşterilerine çok şık bir dosya içinde indirim günlerini müjdelemişti. Dosyayı saklıyorum; üzerinde kırmızı bir gül fotoğrafı ve tırnak içinde "güldür önemli olan.." sloganlıyla siyah, parlak bir dosya. Kampanyayı elbette unuttum. Zaten o yıllarda artık Vakko müşterisi bile değildik, ama onlar yine de babamın anısına hürmeten, her bir kağıt parçasını yollamaya devam ediyorlardı... Şimdi hatırlıyorum da, Beyoğlu Vakko kapandığında, sanki içimden bir şey daha kopup gitmiş gibi hissetmiştim. Ne tuhaf....


Dosya duruyor. İçindeki her şey, yirmi yıl önceki kadar değerli... Hatta sanırım daha da değerli. İşin ilginç tarafı ve benim bir türlü anlayamadım şey ise, yaptığım bütün temizliklerden sağ çıkmıştır bu dosya. Kalbimin iki kulakçığını ve iki karıncığını köşe bucak silip temizlediğimde bile - ki her temizlik sonrası zedelediğim dokular yüzünden çok kan kaybederim- , onu hep aynı özenle aldığım yere bırakmışımdır. Zaman zaman ruhumdan geçen o amansız buzul çağlarında, özellikle açıp açıp bakarım içindekilere; içimi ısıtsınlar, bunu bir kez daha başarsınlar diye dua ederek! Zamansız ve mekansızdır bu dosyanın içindeki şiirler.


Ne tuhaf değil mi? Benim gibi bir kafirin, bir inançsızın bile karşısında secdeye geldiği kelimeler var.. Ve o kelimeleri bir araya getiren bir adam; karşısında ömrüm boyunca utandığım...


Dün sabah ve bu sabah erguvan ağaçlarının altından geçerken aklıma geldi bütün bunlar. Çünkü erguvanları sevmeye başlamamla, bir tomar şiirin kucağıma bırakılması aynı yıla denk gelir.. Sene 1990, yer Beyoğlu...


"Üç adam sevdim Beyoğlu'nda; biri çocukluğumdan, biri gençliğimden. Üçüncüsü kimbilir hangi yılın Nisan ayında..."


Ondokuz yıl önce de tıpkı şimdiki gibi buzdan duvarlar vardı insanlarla aramda; benim inşa etmediğim, varlığını hiç sevmediğim görülebilir duvarlar. Hep oradaydılar. Ne zaman biri sevgi sözcükleri söylese, duvarlarım çatlar ve hançer şeklini alan buzlar yüreğime saplanırdı. Paniğe kapılırdım. Daha kazanmadan, kaybetmek korkusu kaplardı içimi. Sevdiğini zamansız kaybetmek korkusu... Benim en derin korkum.


O vakitler, hayatı uzun, saatleri ve mevsimleri de benim kontrolümde zannederdim. Daha pek çok şeyi "zannederdim". Sevdiğimi zannederdim, sevildiğimi zannederdim, akıllı olduğumu zannederdim... Akıl bir halta yarayacak zannederdim...


Şimdi, bu kadar güzel bir Nisan sabahında belleğimin gücü karşısında çaresizim. Hiçbir şey hatırlamak kadar acıtmıyor... Özellikle el değmemiş mutluluğu hatırlamak kadar... Unutamamak cezam olmalı diye düşünüyorum.


Bütün bu hatırlamalar karşısında kontrolümü kaybetmemek için yoga yapıyorum. Dikkatini ana çevirmek için, olimpiyatlara hazırlanan halterciler gibi, tüm gücümle geçmişi ve geleceği itip, anın içinde kalmaya çalışıyorum. Bu çok zor... Tonlarca taşı sırtında taşımaktan, yokuş yukarı koşmaktan ve hatta fiziksel gücün sınanabileceği her şeyden daha zor.


Biliyor musun, dersin sonunda yerde uzandığım ve beşten geriye saydığım dakikalarda senin yüzün de gözlerimin önünden geçiyor. Ve beş Mutluyum, ve dört huzurluyum ve üç sağlıklıyım ve iki geçmişi ve kendimi affediyor, sevgiyle kucaklıyorum ve bir kendimi onaylıyorum...


Sen oradasın; ve ikide. Ne zaman bu cümleyi tekrarlasam bütün kalbimle diliyorum ki; bir gün seni hakkın olan sevginin içinde görüp, kendimi gerçekten affedebileyim...


Mutlu Yıllar...









8 Nisan 2009 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna Senden Özür Dilerim..




"Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak bir yere saklamalı.."


Raif Bey



En son ne zaman bir kitabın her kelimesini, lezzetli bir çikolata parçasını bitmesin diye ağzında dakikalarca tutan ve hatta yanağında saklayan bir çocuk gibi, hissederek okudum hatırlamıyorum.. Ve en son hangi kitabı ağlaya ağlaya okudum onu da hatırlamıyorum! Bir dakika, Günlerin Köpüğü olabilir.. Yine de emin değilim...Ama dün geceden itibaren bu soruya cevabım var: 7 Nisan Salı, Kürk Mantolu Madonna!


Hala kendime inanamıyorum. Bu ülkede yaşarım, kendime de okur yazar derim ama ben nasıl olup da bu denli önemli bir yazarı kaçırmışım? Yazıklar olsun bana!


Aslında üç beş ay önce bloglar arasında gezerken bu kitaptan alıntı yapan bir yazarla karşılaşmıştım. Dakikalarca, paragrafın güzelliğinden* gözlerimi alamadığımı hatırlıyorum. Onu, blogun sol sütununa yerleştirmiştim. Fakat öylece geçip gitti diğer yazıların arasından... Aranızdan biri onu görebildi mi?

Hatta daha da önce, Sabancı Müzesi'ndeki Abidin Dino sergisinde fark etmiştim Sabahattin Ali'yi; koskocaman bir mahkeme salonu vardı tabloda. Sabahattin Ali sol köşesindeydi resmin. O dönemi ve dönemin mürekkep yalamış adamlarını düşününce bu şahsiyeti hep duyup, ama bir gün olsun kimdir diye peşine düşmeyişime, tembelliğime bozulmuştum.. Sonra ne yaptım? Yine unuttum, erteledim. Taa ki P.tesi akşamına kadar...


Tiyatro saati gelsin diye, - yağmura rağmen - avare avere Beyoğlu'nda gezerken, Yapı Kredi Yayınları'na uğradım. Amacım Calvino'nun çocuk kitaplarına bakmaktı. Fakat tabii ki diğer kitapları kurcalamadan oradan çıkmam beklenemezdi. Sonra Sabahattin Ali'nin kitaplarının önünde durdum. Kapaktaki fotoğrafına baktım. Ne kadar zarif, ne kadar özlenen bir duruluğu vardı yüzünün... Nedense bana Fikret Mualla'yı anımsattı. Yıllarca resimlerinin önünden hızla geçtiğim bu adam, İstanbul Modern'deki retrospektif sonrası gönlüme taht kurmuştu. Onun Paris'de çekilmiş siyah beyaz fotoğrafları da böyle ince ince içime işlemişti.


Birinden, bir yerden ayrı düşmek, yüzüne bambaşka anlamlar yüklüyordu insanın... Bu hüzün değildi, yalnızlık da değildi. Benim henüz adını bulamadığım bambaşka bir kramp! Duygusal felç? Ya da en doğrusunu yapıp, Sabahattin Ali'nin kelimeleriyle söylersek: " ... bütün mesafelerin ve zamanın arkasına çekilmek...." ** idi.


Kitap, sadece konu olarak değil, dil olarak da gayet önemli bir noktada diye düşünüyorum. Ne zamandır dilden haz alarak ve konudan hiç kopmadan - üstelik bir gün içinde - kitap bitirmemiştim. Elbette söylediği şeylerden etkilendiğim, zekası önünde, samimiyeti önünde eğildiğim yazarlar hep oldu. Ama okurken ağlamak.. Bu başka bir şey.
"... bana bir ruhum olduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların bir ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu.. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, - ruhumuzla yaşamaya - başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir kenara bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu...."


Paragrafın güzelliğine siz de şaşırıp kalmadınız mı? Buna benzeyen o kadar fazla cümle var ki.. Üstelik bu cümlelerin hikayenin tam ortasından ve sımsıcak bir şekilde yılları hiçe sayarak size ulaştığına, sadece güzel olmakla kalmayıp, içinizi aydınlattığına inanabiliyor musunuz? Sanki yazar ya da kahramanı Raif Bey, bütün içtenlikleriyle karşınıza oturmuş anlatıyorlar. Yakın bir dostunuzun hayatını dinler gibi dinliyorsunuz. Okumak değil ki bu! Çok daha fazla bir şey!


Yine de onlarla, özellikle Rauf Bey'le belli bir mesafe var aranızda, çünkü sadece hikayeyi anlatıyorlar. Kim oldukları ve hayatlarının geri kalanı hakkındaki detaylar neredeyse hiç konu edilmiyor... Edildiği zamanlarda ise dönemden saç, kıyafet vs gibi bir takım detaylar verilip, hızlıca duygulara dönülüyor.


Aslında insana dair her şey var bu hikayede. Bir mesafe koymuyor ki yazar okuyucuyla arasına, olabildiğince yakınımızda duruyor... Yine Sabahattin Ali'nin cümlesiyle söylersek: "Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor."


Yazı söz konusu olduğunda her zaman büyük bir inançla savunduğum şey var bu kitapta; samimiyet! Yalnızlık, umutsuzluk, aşk, hayatın içinde gariban hissetmek.... ve okuma zevkinizden çalmamak için anlatmadığım pek çok önemli şey... Ama, birinci tekil şahsın büyüsü, "otobiyofrafik özellikler mi taşımakta bu hikaye?" dedirten sahicilik akıl almaz bir etki bırakıyor insanda. Tekrar ediyorum, dilin kullanımındaki kusursuzluk, edebi bir eser çıkartma kaygısından uzak duruş cabası!


Bu kadar mı sade, bu kadar mı büyüklenmeden, şovdan uzak yazabilir insan? Pes!


Kürk Mantolu Madonna'yı okurken, satır aralarında daima kahramanları görebiliyorsunuz; gömlekleri, tertemiz ayakkabıları, hatta gözbebekleri... Doğruca size bakıyorlar. Sizi delip geçip, ardınızda saklanan hayalete bakıyorlar. Geriye bakmaya korkuyorsunuz... Çünkü onların, gözünüzün içine bakanların ruhları tertemiz, zihinleri tertemiz, canlı kanlı tam da karşınızda duruyorlar! Ne zaman, ne de mekan onları uzağa atamamış. Şimdi bendeler, içimde.. Okursanız sizde olacaklar!



Not. Bu kitabı haftaya bir kez daha okur, sonra uzun uzun üzerinde düşünürüm. Bugünkü heyecanımı ve anlatma çabamı hoşgörün lütfen. Aslında bir halt anlatamadım ya, neyse..

Tolga, sen bu kitabı okumuş muydun?





* "Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum" dedi. "Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar.. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın.. Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.. Seni istiyorum... İçimde müthiş bir arzu var... Bir iyi olsam!... Ne zaman iyi olacağım acaba?...."

** sayfa 34, birinci paragraf.

7 Nisan 2009 Salı

Oda Orkestrası, Bölüm I.


Acil durum. Hemen yaz gelmeli, bana Müzik Festivalini* verip aynı hızla geçmeli. Ardından münasip bir araziye festival ( festivalden kasıt elbette Rock'n Coke ) alanı kurulmalı. Sevdiğim, sevmediğim onlarca müzik sahnede bangır bangır söylenmeli... Ve ben zihnimi evde bıraktığım için, bütün iç organlarımla ve hatta en kuytuda kalanına dek tüm hücrelerimle müzik dinlemeliyim.

Sevgili IKSV yetkililerine sesleniyorum: Elinizdeki o şahane bütçelerle armut toplamayınız. Toplatmayınız. Rabbim sizi taş yapar! Bakınız bu ülkede festivallerde huzur bulan insanlar var. Paramız da yok ki gezegenin orasında burasında iyi müzik kovalayalım. Eh, biz de sınırlarımızdan içeri girebilenlerle yetiniyoruz...


Müzik ruhun gıdası mıdır bilemem... Ancaaakkk bu yılın sonunda Eda Liza ile birlikte ben de vurmalı çalgılara geçmeyi düşünüyorum. Belki sonunda Agi, Eda Liza, Leyla ve ben bir orkestra kurarız: Dalyan Apartmanı Sakinleri Oda Orkestrası!
Cenk, bize yardım edersin değil mi? Hışşt uyuma!


Eda Liza, doğduğu günden beri delirircesine sevdiğim bir kız çocuğu. Kasım'da tam dört yaşında olacak. Leyla da, Haziran'da iki oluyor. Agi ve ben yaşımızı söylemesek de olur! Sadece şunu bilin yeter, ikimiz de gece kremi kullanmaya başladık! Ve kaz ayakları** yüzünden, hayvan sevgimizde azalma var:)) En azından ben artık kazlara karşı sevecen değilim diyelim.


Şimdi, Eda Lisa'da pek kulak yok, ama Leyla neredeyse bütün sezon müzik sınıfına gitti. Zaten daha bir yaşında bile değilken, ilk büyük aşkını bir solist kemancıyla yaşamıştı. Gerçi adam on para etmezdi ama Allah için iyi keman çalıyordu. Leyla'nın kesintisiz on dakika ağzını kapatmadan ona baktığını hatırlıyorum. Sonunda ağzından salyalar akmaya başlamıştı. Hayatım boyunca unutamayacağım sahnelerden bir olarak kaldı gerçekten.
Leyla'nın iç güdülerinin müzikle değil, adamla ilgili olduğu gibi bir yanılgıya düşseydim, muhtemelen şimdi Viyana'da saçımı başımı yoluyor olacaktım!
Neyse, konuyu dağıtmayalım. Agi çocukluğundan beri vurmalı çalgıları severmiş. Zaten bu kış Ckm'de çok güzel bir gösteride sahne aldı. Kadın sırf yetenek! Bu durumda iki yetenekli kadının yanında Eda Liza ile ben de kaynarız diye düşünüyorum:))


Evet evet, gezegene müzik lazım!



* Allah aşkına Aya İrini'yi kapatsınlar ve düzgün bir konser salonu inşa ettirsinler artık! Bana bile sıkıntı geldi her yıl aynı mekanı görmekten!! Kaldı ki, sarayın bahçesini çok severim.

** Gülünce göz çevresinde oluşan şerefsiz çizgiler!