9 Nisan 2008 Çarşamba

Kehanet ya da Korkularından Kaçan Balıkçı.

Hayatta en sevdiğim üç manzarayı saymamı isteseydin, biri Topkapı Sarayı'nı denizden seyretmek olurdu şüphesiz. Sormadın, ama belki cevabı merak edersin diye yazıyorum.

Peki benim beklediğim cevap? Bak onu da yazdım, sırf sana kolaylık olsun diye...

Elbette cebinde cevaplarla dönmeyeceksin, bunu beklemiyorum zaten. Çünkü çok iyi biliyorum ki, cevaplar uzak bir ülkede değil; kalbindeler... Bunu sen de biliyorsun. Arada bir fısıltılar gönderiyorlar sana, onları farket ve duy diye ama dinlemeyeceksin. "Susun!" diye gürlediğini ve bana da en masum ifadenle ters yüz ettiğin boş ceplerini gösterdiğini hayal edebiliyorum.

Hayallerim, renklerini geçmişten alıyorlar. Bu da benim yeteneğim; geçmişin renkleriyle, yaşayacaklarımı önceden bilebilmek! Tanıdığım bir tek mutlu bilici yok tarihte, senin var mı?

Tüm içtenliğimle söylüyorum ki bazen hayal edebilmek, gerçeklerden çok daha fazla can yakıyor. Acıyı sevmiyorum fakat o, her fırsatta hayatıma sızacak kadar keskin ve tutkulu. Kararlılığından kaçamıyorum.

Sonra dikkatimi başka bir yöne çeviriyorum. Şehirdeki tek hikaye biz değiliz elbette:
Sandalını sarayın önüne çekmiş adamın biri. Yüzünü hiç görmediğim bu adamın korkusunun kokusunu alıyorum. Korkusu istavrit tutamamak değil, tutacağı istavritleri yalnız yiyecek olmak. İçi kırılıyor balıkçının, tuzla buz olan beklentilerinin şangırtısını duyuyorum...
Sonra sandalın kenarından iyice eğiliyor denize, düşecek diye endişeleniyorum. Ama düşmüyor, sadece kimsenin onu duymadığını zannederek istavritlere yalan söylüyor: Tokum!

Ben? Yalanın kokusunu alan istavritlerle beraber ağlıyorum balıkçı için...

Hiç yorum yok: