30 Aralık 2008 Salı

Ne yazık ki artık eskisi kadar iyi fotoğraf çekemiyorum; parmaklarım büyüsünü kaybetti sanki... Ama bu kare bence yılın en iyisi oldu. Yazarak anlatamadığım pek çok şeyi bir saniyede anlattı... Teknik olarak yerden yere vursanız bile umurumda değil, çünkü beni yüzlerce sayfa yazmaktan kurtardı!
İşte tam da bu sebeple, bir yıl boyunca blogumu takip etme nezaketi gösteren herkese hediyem olsun istedim. Adı: Kuşlar, Melekler & Prusya Kralı...

Söylemek istediğim çok şey var ama nedense yazmaya başladığımda kelimeler tüm demek istediklerimin anlamını eksiltiyor. Sanırım öncelikle "mutlu yıllar" dilemek istiyorum. Hepimize. Daha çok güldüğümüz, daha fazla farkında olduğumuz birbirinden güzel anlar diliyorum. Yanımızdan geçen hayatlara daha sık bakalım, onlarla göz göze, öz öze gelelim istiyorum. Ölümlü varlıklar olmanın şuuruna erdiğimiz, hayattan çalınacak pek çok özel gün diliyorum. Daha çok seyahat edilen, daha az üzüldüğümüz, nutella ile savaşmadan ( Virgilius bu sözüm ikimize ve tüm Nutella severlere:)) yaşayacağımız bir yıl diliyorum:))

Herkesin gönlünce bir sevgili bulduğu (bu dilek özellikle Muse içindir:)) , tekrar 30 beden kot giydiğimiz (acaba becerebilir miyim?:)), saçlarımızın gürleştiği (Burhan'cığım Bioxin ile herşey mümkün:)), gözlerimizin parladığı (tıpkı Eda Liza gibi), bol bol buluştuğumuz (bu yıl başardığımız gibi) sevgi dolu bir yıl olsun!

Cats Türkiye'de sahnelensin, U2 İstanbul'da konser versin, Pink Martini bizim bahçede sadece bana çalsın, profiterolden kuleler inşa edilsin, Topkapı Sarayı'nda bir odam olsun gibi ütopik dileklerim de var tabii:)) İsteyenin bir yüzü kara, vermeyen...

Son olarak bu sabah mail olarak gelen ilginç bir yazıyı paylaşmak istiyorum:

Türklerin Orta Asya'dan göç etmeden evvel ve tek tanrılı dinlere geçmelerinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir "akçam ağacı" bulunuyor. Bu ağacın tepesi de gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzuyor ve buna "hayat ağacı" diyorlar. bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde bulabiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu; sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece, gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra da gün, geceyi yenerek zafer kazanıyor. Bu, güneşin yeniden doğuşu; bir "yeni doğum" olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı "nardugan". "nar=güneş", "tugan/dugan" da "doğan". Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu Türkler, büyük şenliklerle "akçam ağacı" altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi, diye Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları tanrıya gitsin, diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar; dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar tanrıdan. İnanca göre, bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için evler temizleniyor ve güzel giysiler giyiliyor; ağacın etrafında şarkılar söylenip oyunlar oynanıyor. 
Yaşlılar, büyükbabalar ve nineler ziyaret ediliyor; aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar (Yedikleri, yaş ve kuru meyveler yanında, özel bir yemek ve bir tür de şekerleme). Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömrün çoğalacağına, uğur geleceğine inanıyorlar. Yazılana göre, "akçam ağacı" sadece Orta Asya'da yetişiyormuş.


Mutlu Yıllar:))














29 Aralık 2008 Pazartesi

Yeni Ajandamı Açtım Hepimize Hayırlı Olsun:))

Sevgili Günlük - ya da blog : )) -,
Yılı iyi bitirmek konusunda tam sana söz verdiğim gibi, programa uygun bir şekilde yola devam ediyorum; arkadaşlarla buluşuldu, aşramdaki kutlamaya gidildi, anne caddede gezdirildi, Pazar kahvaltısı tamam, pilates sınıfındaki arkadaşlara kurabiyeleri dağıtıldı ve hatta tüm hediyeler paketlenip postalandı. Son kırksekiz saat kaldı elimde. Endişeli miyim? Hayır, nasıl olsa hepimiz öleceğiz!

Not. Bu fotoğraf (Altuğ Kirişoğlu objektifinden) elime dün geçti. Eda Liza'yı benim köyümde yürürken görüyorsunuz. Keşke bu minicik karenin bana neler çağrıştırdığını anlatacak kadar yazabilseydim... Sadece paylaşmak istedim.

28 Aralık 2008 Pazar

The Constant Gardener ...


Dün caddede lay lay lom diye gezip eğlendim, bugün akşama kadar da keyfime diyecek yoktu. Fakat bu filmi seyretmek epeyce tadımı kaçırdı... Bence siz de seyredin!

27 Aralık 2008 Cumartesi

Hayat Sana Çok Teşekkür Ederim....

"Hayat sana çok teşekkür ederim" diye bir şarkı vardır, Sezen Aksu bir Ferzan Özpetek filminde söyler. Bazı dostlarım var ki, onlarla gün geçirdikten sonra içimden "hayat sana teşekkür ederim " demek geliyor. Yani her zaman olmasa da çoğunlukla teşekkürü hakediyor benim hayatım. Aldım, verdim hesabında pek başarılı sayılamayacağım için bütün bu hissiyat kocaman bir aldanma da olabilir. Ama ben sezgilerime güvenirim:)

Uzun zamandır Burhan hakkında bir kaç sözüm vardı söyleyecek, dün akşam onunla uzun uzun sohbet ettikten sonra düşündüm ve yıl bitmeden söylüyorum işte!

Gönlünüzü hiç kırmayan biri oldu mu hayatınızda? Benim oldu; Burhan. 1993 yılında soğuk bir amfide başlayan arkadaşlığımız, girdiği her sınavdan yüz üzerinden yüzelli alarak bu günlere kadar geldi. İlk günden beri -ve hala- kıskanç bakışlara hedef olan ilişkimiz, bütün o kem gözlerden korundu. Kutsanmış bir adamdır Burhan. Dikkatli bakarsanız omuzlarından fışkıran tanrı Şamaş ışınlarını görebilirsiniz!!

İlginçtir ama onunlayken başıma kötü bir şey gelmez, gelse de o beni sakinleştirir; konuşur ve çabucak geçeriz olayın üzerinden. İncinmişlikleri, hataları, tatsızlıkları uzatmaz Burhan.
Burhan'la istesem de boş boş konuşamam çünkü daima birbirimize anlatacak konularımız birikmiş olur. Onun gezip dolaştığı coğrafyalar, yeni gittiği kazılardan çıkan birbirinden ilginç buluntular, keşfettiği romanlar, kırk yıl arasam bulamayacağım enteresan müzikler.... Bunlar hep ondan gelir.

Burhan, olağanüstü bir çizim yeteneği olan tek arkeolog benim bildiğim. Sanırım bu ülkenin topraklarından çıkmış ne kadar eser varsa bir şekilde tanır. Onun elinden geçen arkeolojik malzeme çok az akademisyenin elinden geçmiştir. Ve her kim için çizim yaparsa yapsın, ister bir profesör, ister birinci sınıf öğrencisi, hep aynı özeni gösterir Burhan. O hayata karşı özenlidir.

Benim okuya okuya idrak etmeye çalıştığım ve yavaş yavaş uyandığım her konuda bilgedir. Sakin kalmayı bilir, öfkeye yenilmemeyi bilir, kalp kırmadan yaşamayı bilir, affetmeyi bilir... İnsan mıdır Burhan? Bence değil! Kesinlikle kanatları yolunmuş bir melek. Onu da emin olun kendi yolmuştur. Eğer o uçar da, biz görüp imrenirsek diye! İşte bu kadar hassastır Burhan.

Burhan'ı görmek ve hayatıma dahil etmek ömrümün şansıdır. Beni olduğum gibi; dikenimle, çatal dilimle ve hatta hırçınlıklarımla sevmiştir Burhan. Eğer bugün daha sakin ve daha olgun isem -onbeş yıl önceye göre-, eminim onun çok büyük katkısı olmuştur değişimimde.

Hiç hatırlamam ki beni eleştirsin ve hiç hatırlamam ki bir davranışım üzerine yorum yapsın. Hep ben durup onun yüzüne bakmışşımdır; oradan geçen ifadeye göre anlamışımdır gediğim haltın ne kadar doğru olup olmadığını. Bu bazen saniyeler sürmüştür, bazen de yıllar almıştır. Hırslanmaz Burhan, kinlenmez, öfke barındırmaz içinde...

Burhan'ı Burhan yapan ne entellektüelliği, ne muhteşem çizimleri ne de buna benzer maddi bir başka şeydir; sadece kocaman kalbidir. Herkese açık, yalnızca masallarda bulunabilecek cinsten bir kalp!

Dürüst olmak gerekirse, ki dürüstlük en çok bu yazıya yakışacaktır; az sevmiş, çok sevilmiş biriyim ben. Çok seveni ve bol oyuncağı olmuş çocuklardan. Bütün oyuncaklarımı aynı özenle koruyamadığım gibi, bana sunulan pek çok değerli kalbi ve duyguyu da görmezden geldiğim talihsiz zamanlar olmuştur... Bunun özrü var mıdır? Sanmıyorum. Keşke olsaydı... Yine de eskiye göre epeyce hizaya geldiğimi düşünüyorum. Zaman zaman babaannemin genleri içimde kıpraşsa da sanırım çok daha sevecen biriyim artık:))

Burhan bu kör gözlerimin varlığını keşfettiği en nadide sevilenlerdendir. Aramızdaki tüm biçisel farklılıkları* görmezden gelerek, benim kendime bile sürpriz olan özümü sezmiştir o.

Yepyeni beslenme kanalları eklemiştir hayatıma. Beni Erkan Oğur türküleriyle, Murathan Mungan'la, Hakan Erdem'le ve ülkü Tamer'le tanıştıran hep Burhan'dır. Hayatıma türkü ve şiir sokan insandır Burhan. Ayrıca bana göre epeyce gerçekçi görünmesine rağmen, süper kahramanlara karşı hayranlığıyla beni şaşırtan ve tıpkı bir çocuk gibi güle oynaya Örümcek adam seyrettiğim dostumdur.** Ve aynı adamdır sabahın köründe "Bir Ömür Yetmez"i beraberce seyredip ağladığım... Filmin bitiminde yüzüne bakıp, içimden; "yaşlanırken yanımda olmasını istediğim en kıymetli dostlarımdansın" dediğim de yine Burhan'dır.

Bu geçtiğimiz yıl, en rezil hissettiğim ve belki de hah depresyon bu olsa gerek dediğim günlerde eline Mevlana kitapları alıp gelen, acıbadem kurabiyeleri ve Mevlana'nın sözleriyle beni silkeleyen de Burhan'dır..

Burhan hakkında sözlerim bitmez; ne Zalpa'da yaşadıklarımız, ne o İlk kazı heyecanlarımız, ne de gelecekte birlikte yapmayı planladıklarımız...

Sadece, hayatta böyle adamlar da var demek istedim. Herkesin paraya pula, statü telaşına düştüğü şu kahpe şehirde Burhan gibi ruhu tertemiz insanlar da var.
Hepinizle paylaşmak isterdim Burhan'ı ama bu imkansız. Sadece her birinize onun kadar özel dostlar diliyorum yeni senede.. Sizi yüreklendirecek, koşulsuz sevecek, almayı ve vermeyi bilen, daima güvenebileceğiniz dostlar...



*Benim saçlarım pek dikkat çekerdi üniversitede ama Burhan'ın saçları epeyce seyrekti (şimdi dengeledik:))). Ben beyaz tenliydim, o esmer. Ben rengarenk giyinirdim, o gri-mavi ( bunu da dengeledik:)). Ben kahve severdim, Burhan çay ( ben ed çay içiyorum artık)...


** Bahsetmiştim ya bu konudan; Örümcek Adam kostümü alacağız:))

26 Aralık 2008 Cuma

25 Aralık 2008

Tam planlandığı gibi güzel bir gün oldu; İsa, Eda Liza ve Leyla Nora'ya inanılmaz hediyeler getirmiş! Ne kadar güzel bir evleri* var inanamazsınız. Beni ıskalamış sevgili İsa. Ama hiç önemli değil, Agi'nin muhteşem yemekleri sayesinde gayet memnundum halimden. Ayrıca ona bir şans daha verip, bu geceden gelecek yılın siparişini geçeceğim.

Sevgili İsa,
Gelecek yıl, noel yemeğimizi yalımın rıhtımında yemek istiyoruz. Yalı seni zorlayacaksa deniz gören geniş balkonlu bir daire de olabilir :)) Bahçede- veya terasta- mümkünse yanda fotoğrafı olan arkadaş koştursun! Unutmadan; azıcık kar yağdırabilirsen çok seviniriz.
Fazla müdahaleci olmak istemem, hakkımda yanlış fikirlere kapılmandan çekiniyorum. Bu nedenle, tablonun geri kalanını senin yaratıcılığına bırakıyorum. Babandan birşeyler kapmışsındır herhalde!!

Hoşçakal..


*Sayfanın en altına bakarsanız görebilirsiniz:)

24 Aralık 2008 Çarşamba

Hayatla Yakartop Oynamak:))



Merhaba Aralık,
Seni sevmediğimi söylediğim her gün, karmamızı daha da karmaşık hale getirdiğimi nihayet kabullendim. Bu nedenle "seni sevmiyorum Aralık" söylemimi artık tekrar etmeyeceğim. Bu sondu. Öyle pat diye olumlu bir cümle gelemeyecek benden ama söz; deneyeceğim:)

Aramızdaki suların ısınması için hediyeleri paketledim bugün. Kızların bulutlarını* çiçekli kağıtlara sardım, büyük kızların hand ve de home made hediyelerini özene bezene tamamladım. Anneme bir olmazsa olmaz:)), teyzeme yeni yazdığım bir masalın ilk üç sayfası ve kendi ellerimle dikip işediğim kumaş bir Ay, Prusya Kralı'na ise eğitici bir sürpriz hazırladım. Elbette Muse, Burhan, Pilatescadısı, Sophie, Ebru ve Burak'ı, Bingül, Cenco'yu da unutmadım:))

İçimdeki çözülmeyi sağlayan yine çocuklar oldu. Sophie'nin Noel yemeği heyecanı ve benim prenseslerimin muhteşem ağacı! Hayatta onların gülüşünden, gözlerinin ışıltısından daha kıymetli ne biliyorum? Hiç bir şey!

İnsanlar ölür, insanlar ayrılır, insanlar parasız kalır, insanlar sağlığını yitirir, insanlar inancını yitirir ama inananlar için gece daima güne döner. Eğer zifiri karanlık ise hissettiğimiz, gecenin sonuna geldik demektir. Benim Aralık ayı boyunca hissettiğim tam olarak zifiri karanlıktı. Bitti. Benim yeni yılım dün gece başladı. Nasıl mı devam edecek, şöyle:

25 Aralık Perşembe; Kirişoğlu Ailesi ile Noel yemeği.
26 Aralık Cuma; Burhan ve Muse kardeşlerle akşam sohbeti.
27 Aralık C.tesi; Külkedisi ile Noel partisi ve son hediyelerin paketlenmesi.
28 Aralık Pazar; Aile kahvaltısı. Muhtemelen kalabalık oluruz:))
29/30 Aralık; Pilatescadısı ve sınıfıyla İyi Seneler kutlaması. Erkut'a kurabiye götüreceğim:))
31 Aralık; Sürpriz! Buraya yazarsam 1 Ocak günü ne yazacağım?:))

Bu yazının başında gördüğünüz fotoğraf bence hayatla ilgili çok önemli bir şey anlatıyor. Aramızdan kaç kişi bu mutlu tabloya sahip olarak büyüme şansı yakalayabildi ya da bunun devamlılığını sağlayabildi bilmiyorum. Bildiğim tek şey; aile sahip olduğumuz biricik hazinedir. Ve biyolojik ailemizi genişletme şansımız olduğu gibi, gönlümüzde de bir aile kurabiliriz.

Bütün içtenliğimle herkese tam bu fotoğraftaki gibi içinizi ısıtacak bir tablo diliyorum. Kiminle olduğu önemli değil; çocuklarınız, dostlarınız, çiçekleriniz ve hatta eve alsam mı acaba diye durup durup baktığınız o güzel gözlü kedicik bile olabilir. Siz her kime aile diyorsanız, her kim içinizi ısıtıyorsa onunla geçireceğiniz çok güzel bir yıl diliyorum. Bütün dilekleriniz, hayalleriniz gerçek olsun. En akıl almaz rüyalarınızı cesurca yorumladığınız sabahlara uyanın. Dilerim hiç olmadığınız kadar mutlu olun:))

Ölümlü olduğunuzu anlayın. Gidip bir mezarlıkta uzun uzun yürüyün; gözlerinizi kapatın ve kendinizi iki metre toprağın altında hayal edin. Toprağın nemi üşütsün sizi. Karanlık, güneşin kıymetini anlamanızı sağlasın. Bütün bunları ölmeden önce ama tıpkı ölmüşcesine hissederek yapın ki, ölüm geldiğinde farkına bile varmadan harcadığınız günler için hayıflanmayın.

Barınmak için bir eve, giymek için bir ayakkabıya, doymak için bir tabak yemeğe ihtiyacımız var. Bundan daha fazlası çabalamaya değmez. Daha fazla madde, daha fazla anlık haz ama sonrasında çok daha büyük boşluklar yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Bunu görebilmek için seksen yaşımızı beklemeye gerek yok. Yapılması gereken tek şey sımsıkı kapadığımız yüreğimizi açmak! Gözlerimi kıstığım zaman beni uyarın!

Bütün bu genellemelerden sonra son bir kaç cümlem var 2008'e:
Bu yıl hayat benimle yakartop oynadı; bir can benden, bir can ondan... Kazanan da yok, kaybeden de. Hala bir canım var. Bu da umut demektir. Oyun devam ediyor. Ve ben, o bir canın ne kadar kıymetli olduğunu anladım. Bana 2008'in vermeye çalıştığı mesaj buysa aldım. Teşekkür ederim.

Sevdiklerimin ölümüne, sevdiklerimin umutsuzluğuna seyirci kalışım, tanıyamadan yitirdiklerimin içimde bıraktığı burukluk, neredeyse bir hastalığa teslim edecekken son dakikada aramıza dönenin tarifsiz sevinci ve son olarak da aslında hiç bir zaman benim olmayanı kaybetmemin de mümkün olamayacağını anlamamın kıymeti... Hepsi inanılmaz önemliydi.

Bütün bunlar hiç kolay olmadı. Ama çok şanslıydım. Bana, döve söve anlatılan bütün bu hikayelerden dersimi alırken, yanımda hep dostlar vardı. Parasızken, moralsizken, hatta sağlıksızken hiç yalnız kalmadım. Şimdi;

Prusya Kralı'na (lokumlar ve Gaziantep'den gelen o çok güzel tepsi için), Külkesi'ne (Ejderha Bilimi kitabı ve onlarca kahve için), Maviay'a (köyümden taşıdığı kupa ve kozalak için), P. Özer'e (köyümden getirdiği lale ve akıl defterim için), Cenco ve Bingül'e (birbirinden kıymetli davetler ve lezzetli yemekler için), Pilatescadısı'na (bedenime ve ruhuma sağlık kazandırmak yolunda verdiği sonsuz destek için), Kirişoğlu ailesine ( Eda Liza Ve Leyla Nora gibi iki küçük melekle komşu olma şansı verdikleri ve samimiyetleri için), Muse'a (Pazar sabahlarımı güzelleştirdiği için), Burhan'a (beni sağlığı kadar sevdiği için), anneme (yaşadığı için), teyzeme (benden asla vazgeçmediği için), N. K.'ya (gittiği limanlardan getirdiği taşlar için), E.S'a (aşk olmadan meşk olmayacağını anlamamı sağladığı için), Erol Hoca'ya (denizde geçirdiğim her dakika için), Ebru'ya (hayatımı çiçekleriyle doldurduğu için), blogumu okuyan ve yorum bırakarak hayatıma yazı üzerinden dahil olan tüm okuyuculara (yazdıklarımı değerli hissetmemi sağladığınız için), artık bu dünyada olmayan sevgili dayıma (geç olsa da onun güzel kalbini görebildiğim için), zamana (saçıma ve yüzüme bıraktığı izler için) ve her yıl olduğu gibi Zeynep'e (bana bir yerlerden gülümsediği için)....
Hepinize çok teşekkür ederim.

Hoşçakal 2008.




*Toz pembe banyo havluları:))

19 Aralık 2008 Cuma

Anlatmayacağım.


"... Sonunda, senin beklemediğini bildiğim ve aslında nereye doğru gittiği umurumda bile olmayan bu nehirde, küreklerini attığım bir sandalda tek başıma duruyorum. Akıntı zaman olmuş, sürükleniyorum. Gurur felç etmiş parmaklarımı, sana yazamıyorum.

Dün acılarından geçtim insanların, çaresizliklerinin üzerinden sekerek evime döndüm. Yatakta gözlerimi açtığımda tavana kadar yükselmişti keder denizi. Bütün kitaplarım ıslanmıştı, hala yaşıyordum ama en iyi yüzücümün gözpınarlarına kramp girmişti! Bunu sana anlatmayacağım.

Her gece karanlık bir havuzda birbirimizi görmeden yüzüyoruz. Kalbimin içinde duyuyorum tam yanımda kulaçladığın hayatın sesini. Yaşıyor olduğunu bilmek güzel, ölümünü bilmeyecek olmak belki bundan daha da güzel... Son kez soruyorum: yaşıyor musun? ..."

Doğunun Cadısı, Kara Kitap Bölüm ıxv


Aralık, seni hiç sevmediğimi söylemiştim. Seni sevmediğimi söyledikçe, bana karşı sevgisizliğin artmış olmalı ki, uğursuzluğun avaz avaz devam ediyor. Rüzgar sesini getiriyor, kargalar gözlerimin içine bakarak "Aralık da seni sevmiyor Elvan" diyorlar.

Bunu ben yarattım; elimde herkese yetecek ve kalanı paketlenip depolara kaldırılacak kadar çok sevgi olmasına rağmen, esirgedim senden.... Özür dilemeyeceğim. Ama bir düşünsene Aralık, acaba seni sevmemeye nerede başladım? Sakın ilk vazgeçen sen olmayasın? Bunu düşünmeni istiyorum.

Seninle uzlaşabilirdik. Eğer Konya için tren bileti bulabilseydim ve törende orada olabilseydim, belki geçen tüm yılları unutup, yepyeni bir başlangıçla sevebilirdim seni. Olmadı. Gidemedim. Ben başka bir kavuşmaya tanıklık ettim. Huzursuz bir ruhun ebedi dinlenmeye gidişine.. Sana bunu da anlatmayacağım!


18 Aralık 2008 Perşembe

Dün Şeb-i Aruz idi....


Dün Şeb-i Aruz idi ama ben yazamadım. Nasıl bazen yazmak yaşamaktan çalıyorsa, dün yaşamak yazmaktan çaldı...

14 Aralık 2008 Pazar

Tarih, Mantık veya Makarna Süzgeci.

Aşağıdaki yazıyı tarih sevdalısı güzel dostum Simla'ya ve makul şeyler yaz diyen kardeşim Ateş'e ithaf ediyorum:))

Son beş yıldır her ne hikmetse tarih, eşe dosta caka satmak için yükselen değerler arasına girdi. Nereden biliyorsun diye soracak olursanız, geçtiğimiz yıl tanıştığım ve sevgili olmakla olmamak arasında kısa bir süre gidip geldiğim iki şapşaloz ( vallahi de billahi de şapşaldılar:)) var idi. Her ne hikmetse ikisi de yazdığım yüksek lisans teziyle benim bile hiç övünmediğim kadar övünüyorlardı. Hani sanki ortada tez olmasa ya da doktora yapma ihtimalim olmasa daha az bir şey olacakmışım gibi tuhaftı halleri, tavırları. Beni birilerine takdim ederken adeta yeni satın aldıkları değerli bir objeyi göstericesine zekamı, yazdığım tezi vesaireyi anlatmaya başlıyorlardı! Tahmin edin ne kadar eğlendim! Zaten her iki abiyi de sevemedim. Allah yollarını açık etsin; benden uzak Allaha yakın mümkünse:))

Bu benim hayatımdan bir örnekti. Aynı durumu genele yayarsak; tarihin edebiyatta, plastik sanatlarda ve özellikle televizyonlarda defalarca ve defalarca, hem de en ucuz şekilde pazarlandığını görmeye katlanamıyorum. Açıkcası kıçı kırık bir tez yazmış olsam bile benim de adım "tarihçi" ve bütün bu haddini bilmez zımbırtılar fena halde moralimi bozuyor. Çünkü okumuyor insanlar! Okumamakla da kalmayıp, hem okumuyor, hem de susmuyorlar: Haddini bilmek diye bir şey vardı eskiden ama sanırım eskide kaldı!

Dün akşam Pelin Batu, Cem Mumcu ve Harun'un programına takıldı gözüm. Üçünü de şahsen tanımam ama Harun'la ortak dostlarımız var. Aptal bir adam olmadığını gayet iyi biliyorum. Pelin Batu da her ne kadar favorilerim arasında olmasa bile - ki ben durgun zekalı buluyorum kendisini- iyi bir eğitim almış olmalı diye düşünüyorum. Diğer adam malumunuz, Cem Mumcu; ona da diploma boşuna verilmemiş olsa gerek. Fakat her ne hikmetse dün akşam üçünü yan yana koydum olmadı, alt alta koydum olmadı... Yani topladım, çarptım, çıkarttım ama bir adam etmediler. Hem cahil, hem hazımsız bir tavırla Yaşar Nuri Öztürk'ü akılları sıra ezmeye çalıştılar. Oysa karşılarında sadece kutsal kitapları değil, dinleri biçimlendiren toplumları, o toplumların felsefesini, tarihini, özellikle doğu felsefesini çok iyi bilen bir hoca olduğunu unuttular. Unuttukları için saçmaladılar da saçmaladılar. Bari susup dinleselerdi!

Bu arkadaşlara ne yapıp edip karşılaştırmalı din tarihi okumalarını ve ilk fırsatta doğu kültürleri hakkında bilgi edinmelerini öneririm. (Özellikle çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiş hakkında sıkı bir okuma yapmaları hoş olur doğrusu). O çok bayıldıkları batı, gerçek anlamda karanlıklar içinde debelenirken, ışık doğudan yükseliyordu. Madem ben değil, siz değil onlar program yapıyorlar bu durumda bi zahmet okuyacaklar!

Tam ardından bu akşam Murat Bardakçı denen zatın televizyonda - kendince- yaptığı tarih programına takıldı gözüm. Programın konuğu Topkapı Sarayı'nın eski müdiresi Filiz Hanım. Bu pek değerli hanımefendiyi şahsen tanırım. Tarihçi olarak ne kadar dikkate değer bilemem ancak iyi bir müzeci olduğunu biliyorum. Bizimki gibi karnı aç insanlarla dolu bir ülkede müze müdiresi olarak elinden gelen en iyi işleri ortaya koyduğuna bizzat tanıklık etmişliğim var. Benim asıl anlayamadığım Murat Bardakçi gibi bir adamın programında ne işiniz vardı Filiz Hanım?

Sizin varlığınız üzerinden saygınlık kazanmaya çalışan ve bildiği kırık dökük Latince ve Osmanlıca'yla caka satan bu sevimsiz ve satılmış işlerin adamına nasıl uydunuz? Onun ne denli öznel bir tavır içinde olduğunu ben bile bilirken, acaba siz hiç duymadınız mı?

Herhalde bu zehir zemberek sözlerimin ardında ne var diye meraktasınız. Murat Bardakçı tarih hakkında bilir kişi geçinen zibidiler arasında en sinirime dokunanıdır desem? Tabii Saçma sapan romanlar* yazan yüksek zekalı Ahmet Ümit ( adam Konya'ya gidip Şems'in öldürülmesi hakkında iki satır bişi öğrenip roman yazıyor ve D&R da raftan inmiyor!!!! Delireceğim gerçekten) dışında. Kendisinin haddini bilmez edebiyat anlaşına, bir de haddini aşan tarihi roman yazma sevdasına hayran olmamak mümkün değil. Tabbi asıl hayranlığım kafası basmayıp, bu kitapları okuyan ve de utanmazca tavsiye edenlere. Vallahi bravo! Sulanmadık iş kalmadı ülkemde; doktorlar böbrek satar, üç çocuklu ev kadınları dudaklarına taksitle botox yaptırır... Neyse dağılmayacağım.

Tarih ciddi bir iştir. Hele hele tarih yazmak inanılmaz yürek ister, dahası kıçını kırıp hayatını ortaya koymak ister. Amatör olmakla, ilgili olmak ve hatta hoca olmakla, derya olmak arasında miller vardır. "Haddini bilmek" kelimesini unutan adamlardan hayır gelmez. Nesnelliğini, araştırmacı ruhunu kaybetmiş, dahası sosyal hayatın ayrıcalıklarına tamah etmiş insanın yazıp çizdiği, yaptığı tarih diye sunulmamalıdır. A benim gözü kör dostlarım neden hiç merak edip sormazsınız kim var peki nesnel bir okuma için diye? Hiç mi yok etrafınızda iyi bir okur ya da iyi bir akademisyen?

İlber Ortaylı'ya sözümüz yok mesela. Sayesinde Osmanlı hanedanı aklandı, dönem yeniden konuşulur oldu. Bu hiç azımsanacak bir iş değil. Varsın konuşsun Osmanlı hakkında. Onun bilimsel çalışmaları bitmiş, adam çoktan emekli olmuş. Bu saatten sonra derdi müzeyi kurtarmak. Bu zaten bir ömrün yetmeyeceği kadar zahmetli ve büyük bir iş.
İlber Ortaylı sarayın başına gelen en harika insandır. Tıpkı bir zamanlar Bodrum Sualtı Arekeoloji Müzesi'nin başında olan muhterem Haluk Elbe gibi. Oysa hiç kimse Haluk Bey'i tanımaz, herkes şarlatan Oğuz Alpözen'i tanır.. Çünkü odur kocaman kocaman davetler verip, bakanların karnını doyuran ve gazetelerde çarşaf çarşaf haber olan. Oysa değil Türkiye için dünya için çok önemli bir ortaçağ kalesini panayır alanına çevirmiştir. Farkında mısınız? Yooo, siz de her yaz gezer alkış tutarsınız!

Ama bütün kalbimle inanıyor ve umut ediyorum ki, nesnel tarih yazıcıları gerçeğin hakkını verecektir. Herşeyin bu kadar satılmış olduguna inanamıyorum. Olmamalı.

Bakın Halkan Erdem var. Canınız Osmanlı hakkında okumak istiyorsa ona danışın. Adamın mail adresi var, Sabancı Üniversitesi'nde profesör. Arayın, yazın, sorun. Yenikapı mı ilginizi çekiyor; Ufuk Kocabaş var. İstanbul Üniversitesi öğretim görevlisi. Ufuk kadar işini bilen adam az bulursunuz. Gidin, sohbet edin de tevazuyu görün.

Derdiniz tarihi roman okumaksa İhsan Oktay Anar çuvala mı girdi? Mehmet Coral neyinize yetmiyor? Hakan Erdem'in yazdığı Kitab-ı Duvduvani'yi okumadınız mı hala? Oooo boşa zıplıyorum ben yerimde...

Uzatmayacağım, ama sakinleşmem için yazmam lazımdı. Konuyu toparlarsak; Murat Bardakçı gerçek bir şarlatandır. Tarihçiliği de haberciği de satılmıştır. Örnek isterseniz iki yıl önce Bodrum Müzesi'nde patlak veren "ınde deus abes" haberini araştırın. Oğuz Alpözen'in arkadaşı olduğu için nasıl kıvırdığını açıkca göreceksiniz. Ahmet Ümit için ise sadece zevk meselesi demekle yetineceğim. Ben plajda bile okumam!

Diğer üçlünün programına gelince; zahmet edip azıcık okurlar ve konuklarına önyargısız ve de saygılı davranırlarsa program tutabilir. Ama ben birbirine bile saygısı olmayan bu üçlüden iş çıkacağına inanmıyorum. Onların yerine Müjde Ar ve saz arkadaşlarını tercih ederim.

Fakat lütfen bu gece bir hezeyan olarak algılanmasın. İsterseniz ben bile size kendi çapımda okuma programları hazırlarım. Beni aşan bir konu olursa tanıdığım hocalarıma danışırım. Yalvarırım her satılanı almayın. İnternet diye bişi var, açın bi bakın yahu!

Geçenlerde yıllar evvel aldığım ama okumayı hep ertelediğim Reha Çamuroğlu'nun bir kitabını okudum, inanın elimden bıraktığımda kendimi aydınlanmış hissettim. Bir dönemin tam ortasına gittim incecik kitapla. Dili, kaynakçası, dipnotları ile gerçek bir bilim insanı tarafından yazıldığı çok açıktı. Oysa aynı adamı bir kaç ay önce gazeteler yerden yere vurdu. Unutmayın, bu ülkede her şey satıldı. Basın? Çoktaan satıldı!

Lütfen azıcık daha seçici olalım. Eğer bu kafayla gider ve çula çaputa kapılmış, sadece görüntüyle iş bitirmeye çalışan, şeytanla anlaşmış insanlara prim verirsek, sadece kirlenmiş bir çevre değil, kirlenmiş zihinler de yaratmış olacağız. Bunu istiyor olamazsınız! Neyse, uyumaya gidiyorum ben, tansiyonum fırlayacak:))


*Adam bizim fakültede iki satır bişi öğrenmiş, ardından Bereketli Hilal hakkında roman yazdı! Biz boşuna dirsek çürütmüşüz, yazık. Vallahi kalan saçımı da yolmak istiyorum!!!

13 Aralık 2008 Cumartesi

Zarlar, Sırlar vs...

Aralık ayını sevmediğimi daha en başından söylemiştim değil mi? Geçen günler zarfında bu fikrimden caymış değilim. Her ne kadar arada eğlenceli saatler yaşanmış, prensesler* başlarında kartondan taçlarla evimizi basmış olsa da sevmeyeceğim seni Aralık!

İstesem de sevemeyeceğim çünkü beni korkutuyorsun. Seninle geçirdiğim her gün, içimde yazıp çiziyorum. Ay ay hesap veriyorum kendime; kime ne yaptım, ne dedim, ne oldu vs. vs.

Öyle aman aman harikalar yarattığım bir yıl olmadığı için, ister istemez geriliyorum. Bu yüzden hemen gitmeni istiyorum. Git ki, yeni bir yıl başladı diye avunayım. Benim bu durumum için kutsal kitap** 61. sayfada Villanella der ki :

"Bu yıl bitti artık, dedim kendi kendime. Bu yıl ellerimin arasından kayıp gidiyor, bir daha geri gelmeyecek.... Derler ki her kar tanesi ötekinden farklıdır. Bu doğru olsaydı dünya nasıl sürüp giderdi? Hayatta dizlerimizin üstünden nasıl kalkardık? Bu mucize karşısında nasıl kendimize gelebilirdik?

Unutarak. Çok fazla şey tutamayız aklımızda. Yalnızca şimdiki zaman var, hatırlanacak hiçbir şey yok.

Çocuğun biri kırmızı terzi tebeşiriyle sek sek kareleri çizmiş kaldırım taşlarının üzerine, ince buz tabakasının altında öylece duruyor. Oynarsın, kazanırsın, oynarsın, kaybedersin. Oynarsın.Aslolan, kaçınılmaz olan oynamaktır. Bir yıldan öteki yıla atarsın sevdiğin her şeyin zarını. En çok neye değer veriyorsan onun rizikosunu alırsın...."

İşte böyle; unutmanın kollarına bırakacağım kendimi. Çünkü ben en çok sevdiğim şeyin/şeylerin rizikosunu alamadım. Zaten şans oyunlarında pek iyi değilimdir. Özellikle zarları hiç sevmem. Cesaretimi bu şekilde sınamak beni tedirgin ediyor. Oysa babam çok iyi tavla oynardı. Çocukluğumun en net sahnelerinden biridir babam ve tavlası. O tavlalar hala bizim evde durur, fakat ne tuhaftır ki ben tavla oynamayı bilmem. Hiç öğrenemedim. Belki de öğrenmek istemedim. İki kez denedim ama sonunda bunun bir oyundan fazlasını ifade ettiğine karar verip bıraktım.

Belki de genlerime güvenip zarları atmalıyım artık.... Kimbilir?

Aralık diyorduk değil mi? Ve tabii muhasebeden bahsediyorduk. Bayramda Ateş'le Josefin'de kahve içerken bana - ikinci kez:))- blogda mantıklı ve kullanışlı şeyler yazmam gerektiğini söyledi. Ateş, yazdıklarımı okumak istiyormuş ama durmadan ejderhalardan ve elle tutulup gözle görülemeyen şeylerden bahsetmemden çok sıkılıyormuş. Futbol hakkında yazmamı istiyor! Ben ve futbol? Maalesef bu pek mümkün değil ama bugün Ateş için iki şey yapacağım. Birincisi sağlık sırlarımı(kime göre ve neye göre orası meçhul!) paylaşacağım. İkincisi ise artık ünü mahalle sınırlarını aşmış olan mücver tarifimi vereceğim.
"Nereden nereye zıpladın yuh!" diyenlere de masum olduğumu söylemek isterim, suçlusu Ateş kardeşimiz! Yoksa ben zarlar, talih, kayıplar ve kazançlar hakkında yazardım da yazardım...

Mücver Nasıl Yapılır?

Malzeme:
1 kilo kabak
2 yumurta
göz kararı un
kuru nane
dereotu
taze soğan
maydanoz
tuz
karabiber
kırmızı pul biber

Yapılışı:
Kızartma tavası hazırlanıp, içine sıvı yağ konur. Yukarıda saydığımız tüm malzemeler ( elbette kabaklar rendelenecek ve geri kalan her yeşillik ince ince kıyılacak ) iyice karıştırılıp, yemek kaşığıyla tavaya dökülür. Yağı yakmamaya ve kızartılmış mücverleri kağıt havlu üzerine almaya özen gösterilmesi önerilir. Alışılagelmiş form ovaldir mücverde ama yaratıcı olanlar farklı döküm teknikleriyle şanslarını zorlayabilirler. Samimi olmak gerekirse önermem, atalarımız bu formda karar kılmışlarsa vardır bir hikmet! A bir de unun ayarı çok önemli, sakın ilk eklediğiniz unla yetinmeyin. Karışım sulandıkça az miktarlarda un ekleyerek kıvamı korumak gerekiyor. Fakat unun fazlası mücveri beton gibi yapar, lütfen unutmayalım.
İşte bu kadar:))

Sağlık Sırları:

Bol kahve, Meyva (özellikle çilek ve mandalina) rakı, çikolata***, Ege mutfağı, süt, kimyasal içermeyen banyo ürünleri, denizden çıkan her şey ve balık ağı. Hepsi bu aslında.

Öncelikle kafeinin zararlı olduğuna inanmıyorum. Annemin söylediğine göre ben iki yaşından beri kahve içiyorum ve kahve kaynaklı bir sorunum yok. Tabii günde on bardak kahve değil burada arkasında durduğum. Ayrıca inanılmaz fiyatlara satılan kozmetik ürünlerinin işe yaradığı fikrinde de değilim. Öyle olsa aradan geçen onca yıldan sonra hala kadınlar Osmanlı hareminin güzellik sırları peşinde olmazlardı:) Oysa o kadınların sırrı gayet basitti: saf sabun, zeytinyağ ve çeşitli baharatlar. Özellikle nane. Nane buharı kadar cilde iyi gelen başka ne olabilir ki? Ayrıca en iyi masaj yağlarının içeriğine bakın, mutlaka naneye rastlarsınız.

Süt, denizden çıkan her şey ve balık ağı ise benim kişisel tercihim. Sabah ya da akşam mutlaka bir bardak süt içilmeli diye düşünüyorum. Hatta soğuk sütün içine 1 tatlı kaşığı bal, 1 çay kaşığı zencefil ve 1 çay kaşığı tarçın karıştırırsanız depresyonu önleyici ve vücut direncini arttırıcı bir etkisi var. Süt sevmeyenler yoğurt yiyebilir. Fakat unutulmasın ki özellikle zencefil en önemli hastalıkların tedavisinde bile doktorların önerdiği bir yiyecek/baharattır. Ayrıca yaz aylarında deniz ve güneşten korumak için iyi zeytinyağ ile toz zencefili karıştırıp saçınıza sürmenizi öneririm. Benim saçlarıma benzemesi imkansız olsa da bir miktar parlayacaktır:))
Balık ağına gelince... Sağda solda satılan banyo lifleri bence fasa fiso. Hatta organik olduğu iddia edilenlerin bile durumu tartışılır. O kadar sert ve zımpara gibiler ki, bence faydadan çok zarar veriyor olabilirler. Balık ağı ise mutlaka denemeniz gereken bir banyo lifidir. Herhangi bir balıkçı teknesine gidip kullanılmayacak hale gelmiş ağ var mı sorun. Varsa mutlaka verirler.
Ağı bulduktan sonra yapacağız şey gayet basit. Tariş'in Bağdat Caddesi'ndeki satış mağazasına ya da daha fazla paranız varsa Vakko'nun sokağındaki Lush'a gidip sabununuzu seçin. Tabii dedeniz köyden yolluyorsa buna da gerek yok:))

Beğendin mi Ateş? Bak aşk ve aşkın yansımaları, kadınlar ve çocuklar hakkında yazmadım, ejderhalar hakkında da zırvalamadım. Bu sıkıcı Aralık gününde işe yarar bir yazı yazabildiysem ve sen okuyup beğendiysen ne mutlu! Hem muhasebe işi de sayende ertelenmiş oldu. Teşekkür ederim kardeşim, böylece zarları yarına salladım!


*Anneleri onlara acayip güzel taçlar yapmış, Prusya Kralı ve ben onları görünce acayip güldük! İnanılmaz tatlılardı.
**Tutku, J.W.
*** Rakı ve çikolata neyin nesi diye soracak biri varsa aranızda, cevap veriyorum: onlar ruh sağlığı/güzelliği için:)) Tüketilen miktar elbette önemli. Fazlasının zararlı olduğunu inkar edecek değilim. Meyva seçimim ise tamamen duygusal!

12 Aralık 2008 Cuma

Dolunay,Okan Bayülgen ve Kral Mezarının Laneti:))

Neredeyse hiç uyuyamadığım, uyuduğum anlarda ise rüyamda Okan Bayülgen'e yapmak istediğim işleri anlattığım anormal bir geceydi!
Düşünsenize Okan'la karşılıklı oturmuş, üzerimizde pijamalarla Bodrum'dan, masallardan ve ortak arkadaşlardan konuşuyoruz! Ama rüya bu, yani istediğim kadar saçmalama hakkım var.

En başından anlatayım; dün, akşama doğru Burhan uğradı. Bütün gün çizim yapmış, yorulmuş. Sağolsun bana merhaba demeden geçmemiş evine. Biraz oturduk, sonra onunla beraber dışarı çıkıp hava almak istedim. İnanılmazdı sokaklar; huzurlu bir kış serinliği vardı havada.

Burhan'ı trafik ışıklarında bırakıp eve döndüm. Televizyonda izlenecek bir şey bulamadığım için önce bir ileri bir geri garip garip dolaştım evin içinde. Olmadı, balkona çıktım, Ay'ı aradım. Buldum! Etrafında, bulutlardan mı, yoksa yaydığı ışıktan mı bilemediğim bir hare oluşmuştu! Birden bire aklıma onbeş yıl öncesi geldi...

Bodrum'dayım, sene 1994. Müzenin lojmanında kalıyorum; Kral Mozoleus'a sevgili karısı Artemisya'nın yaptırdıgı anıt mezarının bahçesinde! (Bahsettiğim anıt mezarın dünyanın yedi harikasından biri olduğunu da laf arasına sıkıştırmak isterim.)

O zamanlar arkeolog bir sevgilim var, kocaman bir aileyiz aslında: kedilerimiz Titrek ve Sürtük, limon ağacımız, tavuğumuz ve kitaplarımız! Hayatın en lay lay lom olduğu yıllar. Ama nedense o lojmanda yaşamaktan hiç memnun değilim çünkü acayip şeyler hissediyorum. Daha da açık söylersem; korkuyorum!

Kaledeki* herkes lojmanla ilgili garip hikayeler fısıldıyor ( yıllar sonra bekçinin karısından öğrendiğime göre bizden evvel orada yaşayan üç çift varmış ve hepsi sonunda ya ayrılmışlar, ya trafik kazası geçirmişler ya da benzeri bir şey olmuş!) ama nedense ben yaklaştığımda susuyorlar. Kimi sıkıştırsam beni başından savıyor. Bu durum daha da canımı sıkıyor, yine de fazla üstelememeye çalışıyorum.

Evin karanlık ve ürkütücü bir havası var, yanımda Harun olmadan tuvalete bile gitmek istemiyorum. İçimden bir ses durmadan: "bu ev bize iyi gelmeyecek..." diyor. Ben de aynısını Harun'a söylüyorum ama hiç umursamıyor. Zaten istese de umursayamaz çünkü onun memur maaşı ve rehberlik yaparak kazandığı paralarla kira ödeyebilmesi imkansız. Üstelik ben daha öğrenciyim! Neyse ki çok aşığız ve bu konu her zaman aramızda tatlıya bağlanıyor, unutuyoruz. Taa ki benim bir sonraki hezeyanıma kadar...

Bir gece Harun daha müzeden dönmemiş, ertesi gün Ankara'dan gelecek bakanlar için, Prenses Ada'nın lahitinin bulunduğu salonda verilecek bir davetin hazırlıklarını yapıyor. Ben erken dönüyorum eve, yolda yiyecek bir kaç şey alıyorum. Hiç huzurlu değilim, eve girdiğim andan itibaren yalnız olmadığımı hissediyorum ve durmadan arkamı kolluyorum. Ampulden yayılan zayıf ışığa bakıp, sönmese bari diye içimden mırıldanıyorum. Ne olur ne olmaz diye yağ kandilini de yakıyorum. Tam bu ruh halinde mutfakta debelenirken, aniden gözüm bel hizasındaki pencereye takılıyor; demirlere kafasını dayamış simsiyah bir keçi! Olduğum yerde bir çığlık atıp, sıçrıyorum! O da bağırmaya başlıyor:"beee beeee!"
Kimin kimden korktuğu belli değil. Önlüğü fırlattığım gibi çıkıyorum evden. Koşarak bekçinin evine gidiyorum, orada beklerim Harun'u diye düşünüyorum ama evde yoklar. Annemler de Bodrum'da değil. Asla eve dönüp, üstelik üst kata çıkıp telefon açamam. Çaresiz bekliyorum çünkü cep telefonlu yıllar değil.

Bahçedeki bitkileri sulayayım bari diyorum kendi kendime, hem böylece biraz sakinleşirim. O sırada Sürtük geliyor ama yanında Titrek yok." Ne yaptın kızım Titrek'e?". Soruyorum, çünkü Titrek küçücük ve Sürtük onu acayip dövüyor. Ayaklarıma sürtünerek mırıldıyor. Sonra bahçenin ortasına doğru yürümeye başlıyor. Ben de arkasından. Mezarın ortasındaki sunağa** iniyor Sürtük. Ben, onun oralarda oynamasını hiç sevmiyorum. Sanki eve ölü toprağı taşıyormuş gibi manyakça takıntılarım var. Harun hep gülüyor bu anlattıklarıma oysa ben gayet ciddiyim.

Sürtük'ü almak için istemeyerek merdivenlerden aşağıya iniyorum. O sırada Ay tabak gibi doğuyor bizim lojmanın ardındaki dağdan; Dolunay.
Sürtük, sunağın üzerine uzanıyor, kalkmaya hiç niyeti yok. Evinde sanki haspam, yayıldıkça yayıldı diyorum içimden. Ama o kadar sevimli ve komik ki, ben de bir an korkumu unutup, sunağa uzanıyorum. Sırtüstü yatıyorum, o da göbeğime koyuyor başını. Sürtük'ün mırıltıları ve akşamın rahatlatıcı serinliğinde orada uyuyakalıyoruz!

Harun eve döndüğünde deliriyor korkudan. Kediler kayıp, ben kayıp, evde ışıklar yanıyor ve terlikle çıkmışım yani ayakkabılarım evin girişinde! Sanırım bir an bana inanmıştır o dakikalarda ama bunu nedense hiç itiraf etmiyor.

Onun sesiyle uyanıyoruz ; Harun bizi mezarın içinde görünce avaz avaz bağırıyor. Ne düşüncesizliğimiz kalıyor ne çocukluğumuz. Sürtük ve ben akşam zılgıtımızı yemiş vaziyette Harun'un arkasından sessiz sessiz yürüyoruz eve. Tam o sırada Ay neredeyse tepemizde ve etrafında o garip hare var. İlk kez bu kadar tuhaf bir ışık görüyorum. Aklını Dünya dışı canlılarla bozmuş olan sevgilim çok heyecanlanıyor. Büyük bir zevkle anlatıyor da anlatıyor. Sürtük ve ben çaresiz dinliyoruz! Tabii o zamanlar ne anlatsa ağzım açık dinliyorum çünkü benden büyük ,çok şey biliyor ve de aşığım. Oysa şimdi olsa ben de ona Kuzey Işıklarını anlatırdım:))

Eve girip yemek yiyoruz ama o gecenin hiç normal olmadığı konusunda hemfikiriz. Ona mezarda uyurken gördüğüm rüyayı anlatıyorum. Yine kahkahalarla gülüyor. Ben hiç komik bulmuyorum. Çünkü artık eminim ki bu ev bizim son evimiz! Ona göre, fazla mitoloji okuyorum ve bu Kassandra sendromundan vazgeçmem lazım.

Rüya hakkında bir daha asla konuşmuyoruz. Titrek o gece evi terk ediyor. Bir daha da hiç dönmüyor. Harun bir ay sonra Amerika'ya gidiyor. Üç ay sonra dönecek. Gitmeden önce bana evlenme teklif ediyor. Bunun gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Çünkü o dolunaylı gecede gördüğüm rüyayı hiç unutmadım. Fakat elbette hatırlatmıyorum. Sadece gülümsüyorum. Harun gidiyor, üç ay sonra döndüğünde biz ayrılıyoruz. Bu, bana göre evin laneti, Harun'a göre benim aşırı alınganlığım. Biz hiç evlenmiyoruz.

Aradan yıllar geçiyor. Zaman zaman o geceki rüyayı görmeye devam ediyorum. Harun'u ise uzun yıllar görmüyorum. Hap kadar kasabada hiç karşılaşmadan iki uzun yıl geçiriyoruz. Sonra dolunaylı bir gecede telefon geliyor ondan. Herşeyin yoluna gireceğini söylüyor. Özür diliyor, çok pişman... Ben? İnanmıyorum. Sadece rüyama inanıyorum. Bunu takip eden her karşılaşmamız dolunay!

Hatta Hiçkimse'nin ani ziyarette bulunduğu akşam, benim onu kovaladığım akşam, evlendiğim akşam ve boşandığım akşam da dolunay! Dün gece telefonda mesajlar yazıp yazıp sildiğimde de dolunay idi. Hatta Okan'la konuştuğumuz şeyler rüyadan çok gerçek gibiydi. Neden Okan? İnanması çok zor ama onbeş yıl önce sunakta uyuyakaldığımda da Okan vardı rüyamda. Yine inanılmaz şeyler söylemişti. Ama ben ona inanıyordum!

Dolunay, etrafındaki tanımsız ışık ve dün gece gördüğüm şeyler elbette metafizik falan değil. Ay'ın çekim kuvvetinin sular üzerindeki etkisini düşünürsek ve insan vücudunun önemli bir kısmının da sıvıdan oluştuğunu atlamazsak, algıda bozukluk hiç garip sayılmaz. Hatta bilimle uğraşan insanların bu konuda mantıklı açıklamaları olduğuna eminim. Ben sezebiliyorum sadece, bilmek onların işi.

Geçenlerde Kuzey Işıklarıyla ilgili bir makale okumuştum. Dün gece Ay'ın etrafında gördüğüm ışık oyunları, bana o yazıyı hatırlattı. Orada çekilen fotoğraflar inanılmazdı , neden içimden hep kuzeye gitmek geliyor bir kez daha anladım. Çünkü soğuk hava daha büyülü geliyor bana; Noel, kızaklar, Karpatlar, Kuzey denizi, Fin masalları, Vikingler, İskoçya...

Okan'a gelince. Sanırım onun varlığında cisimlenen bir mesaj var hayatımda. Çok kısa bir dönem hocam olmasına rağmen ve yıllardır görüşmüyor olduğumuz halde ne sebeple rüyamdaydı anlamam çok zor. Aslında değil... Bilemedim. Eğer bu rüya onbeş yıl öncesine gönderme yapıyor olmasaydı tamamen televizyonun etkisinde kaldığımı düşünecektim.

Bütün bunlar dolunay'dan mıdır, yoksa aklın garip oyunları mıdır bilemedim. İnsan beyni inanılmaz karışık - ve de kırışık -! Arada sırada ütülemek lazım!!!


*Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi.

** Ölüye adak sunulan yani hayvanların kesildiği platform.





11 Aralık 2008 Perşembe

Cap Pas Cap / II & Noel Kurabiyeleri.

Bayram beklentimin çok üzerinde - kimbilir belki de aslında bir beklentim olmadığı için midir nedir - iyi geçti. Bir önceki bayram tam bir hüsran olmuştu. Neden derseniz, güllaç bile yoktu! Bu epeyce önemli bir noktadır çünkü sadece annem içine gülsuyu dökülmemiş, üzerinde saçma sapan şekerlemeler olmayan ve mis gibi süt kokan güllaçlar yapabilir.

Bayramın Bursa'ya gitme bölümünü atladık! Burnuma gelen kahve kokularına rağmen soğuk ve uzak düştü Bursa. Akraba ziyaretlerini ise büyük bir zevkle öteledim. Çok sevdiğim teyzem ve Muhterem Nur Hanım dışında bir Allahın kulunu umursamadım. Nedense her bayramda aklıma Nil'in "Akbaba" şarkısı gelir! Bilmem anlatabildim mi??

Kısacası İstanbul yetti de arttı bana; kahvemi ve nane likörümü içtim, patlayana kadar çikolata yedim, arkadaşlarla kahvaltı, kahve ve benzeri faaliyetlere katıldım vs vs. Bu mudur? Budur!

Dün geceyi, Yann Samuell efendiye ait filmi iki kez izleyerek*, ardından Agi ve Beste ile Noel kurabiyelerini pişirerek geçirdim. Aslına bakarsanız bu kurabiye mevzusu başlı başına bir yazı konusudur. Nedenine gelince; hamurunu açmak dert, kalıp çıkartmak başka bir dert ve tabii bir de süslemesi var ki amanın! Sakın bu durumdan memnun olmadığım anlamı çıkartılmasın, aksine haftalardır bu geceyi bekliyordum. Mutfak huzurludur, hele Agi'nin mutfağı daha da huzurludur.

Neyse, konuyu toparlayalım ve filmi anlatalım. Daha doğrusu neden bende iki kez izleme duygusu uyandırdı ve neden aklıma Ajda Pekkan'ın O meşhur şarkısını** düşürdü biraz bundan bahsedelim.

Film iki güzel çocuğun zararsız gibi görünen ve hatta inanılmaz eğlenceli, düzene meydan okuyan oyunuyla başlıyor. Uzun yıllar sürecek olan bu oyunda Julien'in annesinden kalan ve atlıkarınca resimleriyle bezenmiş teneke bir kutu var. Bu kutu Julien'in hazinesi!

Uzatmayalım, aralarındaki bütün farklılıkları yok sayarak uzun yıllar geçiriyor Sophie ve Julien. Gelecek hakkında sadece bir kez konuşuyorlar; Sophie, Julien'e soruyor: "Büyüyünce ne olacaksın?" Julien: "Hükümdar olacağım" diyor. "Ya sen?" Sophie, önce söylemek istemiyor ama ardından cevap veriyor: "Turta!"

Aralarındaki oyun - eğer Türkçeleştirirsek "var mısın yok musun" ya da "lades" benzeri birşey - git gide daha cüretkar ve can yakıcı olmaya başlıyor. Ama kimsenin durmaya gücü yok!

Geçen yıllar boyunca, hiç durmayan ama öldürmeyen bir iç kanamayla yaşıyor filmin kahramanları. Yaraları kalplerinde ve kanamaları tamamen mecaz olduğundan dışarıdaki hayat ve o hayata dahil olanlar hiç anlamıyorlar ne kadar acı çektiklerini... Hatta kendileri bile hissettikleri şeyin ne olduğundan emin değiller. İnat, oyun ve gerçek birbirine karışıyor! Sevgi, güven, ego arasında ip üstünde sekmeye dur diyemiyorlar. Taa ki aralarından birinin, bir gün oyun oynayamayacak hale gelme ihtimalini ya da oyun sandıkları şeyin nasıl can yakıcı olduğunu aniden anlamalarına kadar... Finale giriş o ayma sahnesiyle başlıyor!

Aslında büyük bir zevkle tamamını anlatırdım ama o zaman alıp izlemezsiniz. Oysa ben illa görün istiyorum:) Sahi düşünüyorum da kime güvenebilirim/riz ki üzerime/mize beton dökülmesine izin verecek kadar!!!***



* Jeux d'enfants...Birinci izlediğimde anlamadığımdan diil; o kadar irkildim ki, Agi'nin mutfağında silkelendikten sonra sağlam kafayla bir kez daha izlemek istedim.

**SENSİZ YILLARDA (1970 yılında Ajda Pekkan'a En İyi 2nci Türkçe sözlü parça ödülünü kazandıran bu şarkı daha sonraları Nilüfer tarafından da seslendirildi Söz: Fikret Şeneş / Müzik: Eduardo Franco AJDA PEKKAN - 1970 - PHILIPS)

Yağmurlu bir gündü tıpkı bugün gibi

Kaybetmiştim seni

Taştı gözyaşım karıştı yağmur

Bensizdin yıllarca sen neyi aradın

Sevgiyi buldun mu

Yabancı kollarda mutlu oldun mu

Sensiz yıllarda yaşadım sanma

Sensiz yıllarda unutmadım seni

Sensiz yıllarda belki arar da

Sorarsın diye avunmadım


***Bu yılın bitirme sınavı sorusudur. İyi düşünün ve bir kerede cevap verin kendinize:))

10 Aralık 2008 Çarşamba

Cap Pas Cap / I

Siz fotoğrafa bakın biraz, ben yakında yazacağım bu film hakkında. Hele bi toparlanayım...

8 Aralık 2008 Pazartesi

Bayram:)


Merhaba,

Herkese güzel bir bayram diliyorum!

6 Aralık 2008 Cumartesi

Eda Liza & Erken Bahar.

Eda Liza ve ben bir yıl boyunca Konstantinopolis'te dört güzel mevsim yaşadık ama bu mevsimlerden sadece bir tanesi kalbimizin, daha doğrusu benim kalbimin tam ortasından geçti: ilkbahar...

Yaşadığım kulenin altıncı katında oturan güzel prenses, Kasım ayında tam üç yaşını doldurdu. Onun bana yakın bir yerlerde büyümesine sebep olan şans ve kader tanrıçasına her akşam teşekkür ediyorum. Eda Liza'yı bizim buralara yollayarak hakkındaki tüm olumsuz söylentileri kulak ardı etmeme sebep oldu.

Aşağıdaki masal beni hayata karşı inançlı kılan prensesimin üçüncü doğumgünü şerefine yazılmıştır.

Mutlu yıllar majeste!


Erken gelen bahara öfkelenmiş lodos fırtınası eşliğinde, Propontis sularında bata çıka yol alan kalyondan, Khalkedon kıyılarında indiğimde saat sekizdi. Yüzümdeki kocaman gülümsemeyi durdurmaya gayret ettim ama nafile. Dalgalar ve ayışığı beni acayip eğlendirmişti. Lodos içimdeki çalkantıya iyi geliyordu, ayışığı ise karanlığıma. Konservatuvarın yanında çiçek satan tüm çingeneler gitmişti. Oysa canım anneme mimoza almak istiyordu o akşam. Alamadım.

Bir kaç iyi dostla pazar yerinde buluşup, hızlıca yenilen akşam yemeğinden sonra kuleme döndüm. O gece Ay, hiç olmadığı kadar parlaktı; etrafında garip bir ışık vardı. Her zaman yaptığım gibi ona gülümsedim. Sonra banyoya gittim ve tam pijamalarımı giymiş Eda Liza'nın fotoğraflarına bakıyordum ki, kulemin ön tarafındaki balkonda bir gürültü duydum. Perdeyi araladığımda gözlerime inanamadım. Ejderha! Ejderha geri gelmişti. Üstelik henüz prensesin doğumgününe aylar vardı! Gülümsüyordu bana!

Balkon kapısını açtığımda yalnız olmadığını gördüm. Sırtında birini taşıyordu; çocukluğumun son yıllarından anımsadığım ama tüm detaylarını unuttuğum bir masalın kahramanını. O da gülümsüyordu. Elini uzattı, hiç düşünmeden atladım ejderhanın sırtına. Tam havalanmıştık ki aklıma prensesim geldi. Hemen onun odasının penceresine gittik fakat çoktan uyumuştu. Ama ejderhaya göstermem gereken bir şey vardı. Yavaşça yorganını kaldırdım, mor balon eteğiyle uyuyor. O eteğini öyle çok sevmişti ki, uyurken bile çıkartmak istemiyordu! Ejderha çok güldü, usulca öptük onu ve odasından çıktık.

Bu kez onsuz uçacaktık Konstantinopolis semalarında. Ejderha havalandı, her zaman olduğu gibi Topkapı Sarayı üzerinde daireler çizmeye başladık. "Burayı çok severim, bahçeye inelim mi biraz?" diye sordum yabancıya. Ama daha ben cümlemi bitirmeden bir çift şaşkın bakışla karşılaştım. Başka bir soru sordum: "Sahi adın ne senin?" Cevap verdi: "Hiçkimse".

Hiçkimse, Ejderha ve ben sarayın bahçesine indik. Henüz açmamış lale soğanlarına basmamaya dikkat ederek yürümeye başladık. Sarayın önüne gelmiş küçücük takaların içinde balık tutmaya çalışan insanları seyrettik. Aniden uzun, upuzun yıllar önceki masaldan bir sahne canlandı gözümde: Hiçkimse ve ben Bosphoros kıyısında istavrit avlıyorduk. Bunu tam ona da anlatacaktım ki, ejderha çok acıktığını söyledi ve yakındaki köprüye gidip yemek yemeyi önerdi.

Adı Hiçkimse olan biriyle yemek yemek çok riskliydi. Üstelik ikimize ait bir masalın kim ne kadarını anımsıyor bilemiyorduk... Yine de yanımda Ejderha olduğuna göre korkmama gerek yoktu. Kafamıza dolaşan onlarca cevaplanmamış soruyu gökyüzüne savurduk ve kalbimizdeki cevaplarla yemeğe gittik.

Hiçkimse yemek boyunca neredeyse tek kelime söylemedi. Sadece ben bir kaç soru sormaya çalıştım:

"Ne iş yapıyorsun?"

"Altından saraylar yapıyorum."

"Peki güzel mi bu saraylar? İçinde yaşayanlar mutlu mu?"

Cevap vermedi, sadece ayıkladığı istavritleri koydu tabağıma. Ben de ona hangi masalda tanıştığımızı, masalın ne kadarını anımsadığını ve buna benzer soruları sormamayı tercih ettim. Sustum.


Gecenin kalanında Hiçkimse, Ejderha ve ben neredeyse hiç konuşmadık. Sadece, sanki ilk kez görüyormuşcasına Konstantinopolis'i seyrettik. Şehir sırlarını fısıldadı, biz dinledik. Dönüş yolunda, Ejderha beni çok şaşırttı. Uzun zamandır uğramadığım yerlerden geçerek birşeyler hatırlatmaya çalışıyordu sanki. Rotamız çok garipti: Köprü, Bab-ı Ali, Arnavutköy (geçerken çilek toplamayı ihmal etmedik, çümkü zamansız da olsa bir kaç tane vardı:)) Rumeli Hisarı ve Kalamati.

Kalamati üzerinde uçarken ayın yanına kıvrılmış iki güzel bulut gördüm. Ejderhaya onları alıp alamayacağımı sordum. Elbette alabileceğimi ama aşağıya indiğimizde artık bulut olmayacaklarını söyledi. Razıydım ve iki küçük bulutu kucakladım!

Kuleye ulaştığımızda çok sıkkındım. Ejderha'ya veda etmek bana inanılmaz zor geliyordu. "Bir daha gelecek misin?" diye sordum. "Evet" dedi. "Ne zaman?" "Benimle yarın Erguvan ağacının altında buluş" dedi. "Tamam" dedim. Sonra Hiçkimse'ye baktım. Yüzünü göremedim. Sabahın ilk ışıkları tam da ona geliyordu. "Hoşçakal" dedim. "Hoşçakal" demedi.

O kadar kırıldım ki bu davranışına öfkemi ve kırgınlığımı hissedebilsin diye bir şey yapmak istedim. Tam o anda çimenlerin üzerinde bir kirpi gördüm. Kirpiyi yakaladığım gibi onun kucağına attım! Aynı anda üzerime pırıltılı birşeyler döküldü fakat ne olduklarına bakmadan koşarak odama kaçtım.

O gece mevsimsiz çilekleri, Ejderhayı ve Hiçkimse'yi düşünerek uyuyakaldım. Ertesi sabah uyandığımda ellerim kıpkırmızıydı, acıdan parmaklarımı kımıldatamadım! içimdeki kocaman ve isimlendiremediğim duyguyla altıncı kata tırmandım ve prenses Eda Liza ile buluştum. Onu kucakladığım anda elimdeki acı geçiverdi. Prensesin iyileştirici bir gücü vardı, bunu bir kez daha anladım.

Uzun uzun oynadıktan sonra, ona dün gece Ay'ın ardında saklanan iki küçük bulutu getirdiğimi söyledim. Leydi Agi buna çok güldü. Nereden aklıma geliyordu acaba böyle şeyler? Çantamdan bulutları çıkardım. Bembeyaz havlulara dönüşmüşlerdi! Birini Eda Liza aldı ve diğerini kızkardeşi Leyla Nora'ya verdi.

Günün geri kalanı için Selçuklu Prensi, Kibritçi Kız ve benden bir sürpriz vardı Eda Liza 'ya. Ona istediği gibi dans edebilmesi için çok güzel bir tütü almıştık!Eda Liza bunu görünce seviçten havalara uçtu fakat elbise yeterince süslü değildi. Birazcık daha ışıltılı olsa prensesimiz çok ama çok mutlu olacaktı. İşte o anda aklıma dün gece son dakikada balkona dökülen pırıltılar geldi. Hemen eve gittim ve balkon kapısını açtım. Yerde gözyaşı damlası şeklinde elmaslar vardı! Bunun ne anlama geldiğini düşünecek zamanım yoktu. Hepsini toplayıp eteğime doldurdum ve tekrar kulenin altıncı katına çıktım.

Leydi Agi ile dikiş makinasına oturduk ve elmasları tek tek tütüye dikmeye başladık. Leydi Agi bu kadar elması nereden bulduğumu sordu. Bunu bilmek istemeyeceğini söyledim. Çünkü ben de bilmek istemiyordum. O anda önemli olan tek şey tütüyü daha parlak yapacak olmalarıydı.

Yaklaşık bir saat sonra Eda Liza elmaslarla süslü tütüsünün içinde gerçek bir prensese benziyordu. Çok mutluydu. Biz bütün bunlarla uğraşırken Ejderha ile erguvan ağacı altında buluşma saatimiz de gelmişti. Leydi Agi'den ve minnacık meleği Leyla Nora'dan izin isteyerek bahçeye indik. Ejderha bizi bekliyordu.

Ejderha ve Eda Liza birbirlerini çok özlemişlerdi. Uzun uzun sohbet ettiler: "Anneniz nasıl?, babanız nasıl?, kardeşiniz nasıl?". Bütün bu sorular bittikten sonra Eda Liza'nın uyku saati gelene kadar gezmeye karar verdik.

Kocaman bir öğleden sonrayı Konstantinopolis'in üzerinde uçarak geçirdik, taa ki gökyüzü tıpkı prensesin elbisesinin rengine yani güzel bir günbatımı pembesine dönene kadar.

Temiz hava ve yorgunluk Eda Liza'yı acıktırmıştı. Ona en sevdiği zeytinden bir kilo aldıktan sonra kulemize döndük. Prenses, ejderhayı kocaman bir öpücükle ödüllendirip, annesinin onun için hazırladığı banyoya gitti. Daha sonra Leydi Agi'den öğrendiğime göre o gece tütüsüyle uyumuş!

Ben kendimi tutamayıp sordum Ejderha'ya:

"O nasıl?"

"Kim?"

"Hiçkimse!"

"Haa o mu? İyi, iyi. Merak mı ettin?"

"Elbette merak ettim!" dedim. "Peki kirpi?"

Gülmeye başladı ejderha, "görsen tanıyamazsın, pamuk gibi oldu!"

Ne demek istediğini anlamadım ama tam ben bir şey söyleyecektim ki ellerimi avuçlarına aldı ve baktı: "Çabuk iyileşmişsin".

"Evet" dedim. "Eda Liza sayesinde. Nasıl oldu bilmiyorum ama bunu o yaptı".

"Emin misin iyileştiğine?" dedi.

Hiç sevmiyordum onun böyle içime şüphe düşüren sorularını. Tekrar ve dikkatlice baktım ellerime, avuçlarımın içi hala kocaman bir çilek gibi kırmızı noktalarla doluydu, canım yanmıyordu ama izi kalmıştı hırçınlığımın!

" Geçecek mi? " diye sordum.

" Sence ? "dedi.

Onu kırmaktan korktuğum için sustum. Bana gücenir ve bir daha dönmez diye ödüm patladı. Gülümsedim, "umarım hiç geçmez!". O da gülümsedi, başını salladı memnun memnun. Her zamanki gibi kucaklaşarak vedalaştık. Kocaman bir öpücük kondurdum yanağına.

Havalandığında ardından seslendim: "Hiçkimse'ye selam söyle benden!". Korkarım duymadı. Pijamalarımı giydim, masamın başına oturdum ve İkea'dan aldığım oyuncak kirpinin dikenlerine dokundum; yumuşacıktı! Bu da prensesin mucizesi olmalı dedim.

O gece aylardır uyumadığım kadar rahat uyudum. Mevsiminden çok önce yediğimiz çilekler ve Eda Liza'nın tütüsü içinde oradan oraya zıplarken yüzüne yayılan ifade inanılmaz iyi gelmişti ruhuma. Bazı şeyleri sonsuza dek saklayamayacak olmamız gerçeğine içim burkuldu biraz ama sabah uyandığımda kalan çilekleri derin dondurucuya saklayıp, ardından Eda Liza'nın birbirinden güzel fotoğraflarını çekince daha iyi hissettim. O çilekleri ne zaman yeriz bilmiyorum ama fotoğrafları en kısa zamanda sizinle paylaşmak isterim.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Söz Verdiklerim Hakkında.

Biliyorum, yakında adım en yalancı blog yazarı* olarak anılmaya başlayacak ya da sevgili Prusya Kralı'nın dediği gibi zaten okuyucu oranı epeyce düşük olan bu blogdan tez elden kurtulmak zamanıdır. Aslında Külkedisi, nam-ı diğer Azotnarkozu blogunu kapatınca, ne zamandır aklımda olan ve son kullanma tarihi hızla yaklaşan bu blogu kapatmak fikri yeniden düştü içime. Bunun kişisel nedenlerine girmeyeceğim elbette ama en yalın anlatımıyla bir uzvumdan sonsuza dek vazgeçeceğim; yazdıklarımın üzerinde gezen bir çift gözü ardımda bırakacağım...

Beni blog yazarı olmaya kışkırtan sevgili Külkedisi bile bu alemde yoksa, zaten sayıları üçü beşi geçmeyen sadık okuyucularım dışında kimseye karşı sorumluluğum da yok aslında. Belki yeni bir isimle, yeni bir başlangıç yapmak lazım... Bilemedim. Düşünüyorum.

Daha evvel bahsetmiş miydim size, benim bloguma ilham veren Eda Liza'dır. Ona birinci doğumgünü için yazdığım masaldaki ejderhadan aldık ismimizi. O ejderhanın benim için neyi sembolize ettiğini sormuştu Almanya'da yaşayan -ruh hastalıkları doktoru arkadaşım- sevgili İbrahim. Aradan bir yıl geçmesine rağmen hala cevap veremedim. Ama şimdi bu hikayeyi anlatmak geldi içimden.

Eda Liza'nın doğduğu yıl benim için çok önemlidir; 2006. Çünkü o senenin Haziran ayında yüksek lisans tezimi teslim etmiştim. Afla döndüğüm okulda, sadece yedi ayda tamamlamam gereken bir tez konusu tutuşturuldu elime. Tek kelime Yunanca ve tek kelime Latince bilmeyen ben, ki sikkelerden de hiç anlamamam cabası, nasıl olduysa bu tezi verdim. Hatta yıllar sonra umduğumdan çok daha iyi bir iş çıkartabilmek, kendime güvenimi tazeledi. Dünya güzeli değildim ama epeyce çalışıyordu kafam. Bunu hatırlamak paha biçilmezdi.

Fakat oy birliği ile jüriden geçen tezim, bana bir doktora kapısı açmadı. Bambaşka dolapların döndüğü üniversitemizde nedense benim için yer yoktu. Bunu öğrendiğim zaman bazı hataların telafisinin mümkün olmadığını anladım. İnsanlar geri dönüş yollarıma mayın döşüyorlardı.... Doktora yapmak istiyordum fakat savaşmak fikri canımı sıkmıştı. İş yapmak istiyordum ben, didişmek değil.

Bütün bu kararların ve olayların sonunda, içimi kanırtan o Kasım akşamında iki şişe şarabı su gibi içtikten hemen sonra odama gidip, benim için hayatta ne kaldı diye düşünürken aniden Eda Liza'ya bir masal yazmaya başladım. Masalda Eda Liza, ben, Topkapı Sarayı, kurabiyeler ve bir ejderha vardı. Bu küçücük kızın bendeki etkisi büyü gibiydi. O masal ve devamında yazdıklarım beni inanılmaz rahatlattı. Hem Eda Liza'ya , hem kendime kelimelerle ulaşabilmek azıcık bile olsa sakinleşmemi sağlamıştı.

Bir yıl boyunca yazdım. Hatta bazı yazılarım yelken dergilerinde yayınlanmaya başladı. Yazdıkça daha da mutlu hissettiğimi gördüm. Sonra bu blog fikri doğdu. 2007 Aralık ayından başlayarak yazdıklarımı hiç tanımadığım insanlarla paylaşmaya başladım. Bir kısmı bana yorumlar bıraktılar. Bunun için minnettarım. Ama çoğu mail atmayı, msn semalarına not iliştirmeyi ya da yazdıklarımı görmezden gelmeyi tercih etti. Onlar da sağolsunlar.

Ben? Devam ettim. Duygularımı, düşüncelerimi, geçiş dönemlerimi hep yazdım. Yazıyorum. Bazen tüm samimiyetimle, bazen sırf kelimelere sığınıp oyun oynayarak... ( Çocukken iskambil kağıtlarından kaleler yapar, Maça Kızını da elime alır o sarayın kraliçesi ilan ederdim. Elbette Vale prens, joker ise soytarı olurdu. Zaten şans oyunlarıyla ve kağıtlarla tüm ilişkim orada kaldı. Ama ben bu oyunu yıllar sonra kelimelerle oynamaya başladım. Kelimelerden kaleler ve de kuleler inşa etmeyi denedim. Kendimi de bu kulenin içine Rapunzel olarak yerleştirdim. Blogda Fortunata** olarak yazdım. Çünkü şansa ve kadere yeniden inandım. Prensler ise binbir maskeyle ziyaret ettiler hayatımı ve dolayısıyla yazılarımı ama hala yüzündeki maskeyi çıkartarak kapıma gelen olmadı... Hala bekliyor muyum? Emin değilim.)

Neyse, bazen de arayıp konuşamayacaklarıma bir kaç cümle iletebilmek için umutsuzca yazdım. Ama sıkıldım artık. Bence alacağımı aldım ve vereceğimi de verdim.

Zaten sayısı beşi geçmeyen okuyucularıma eğer isterlerse bir şifre vereceğim yeni senede. Artık sadece onlar okusun istiyorum. Ayda iki bilemedin üç tane yazı ile devam etmek niyetindeyim. Kurgulayarak yazmak konusunda nereye gidebilirim görmek istiyorum. An be an hissettiklerim için ise yeniden günlük tutmaya karar verdim. Çünkü yazı üzerinden yaptığım sitriptiz, estetiğini bozmaya başladı. Azıcık daha devam edersem kendimi pavyon gülü gibi hissedeceğim!

Bazen bitirmeyi bilmek lazım. Aralık ayı, benim bu blogdaki yazılarımın zat-ı şahanelerinize son sunuluşudur- mudur?-***. Eda Liza, ejderha ve ben yakında başka bir boyuta taşınıyoruz. Ama gitmeden evvel, noel ruhunu, bayramı ve eski yıla dair muhasebemi yapıp vedalaşmak istiyorum.

Bu nedenle sizden ricam ay boyunca olabildiğince bol paylaşın fikirlerinizi, duygularınızı. Ve hatta eleştirilerinizi. Bana çok faydası olacağına eminim. Çünkü bir sonraki blogda yoruma açık olmayabilir yazılarım. Bu şansımı sonuna kadar kullanmak istiyorum.

Zaman ayırıp yazılarımı takip eden herkese bütün içtenliğimle teşekkür ederim. Bu arada ejderha hakkında hala bir açıklama yapmadığımın farkındayım, yapacağım:)))




*Yazacağım diye vaadlerde bulunup, pek çok konuyu yazamadan eskittiğim için:))
** Şans ve kader tanrıçası.
*** Bu ek yorumlardan sonra yapıldı:)))

2 Aralık 2008 Salı

Nazmi Hocam Beni Onikiden Vurdunuz...

Aşağıdaki mail Nazmi Hocam'dan geldi az evvel. Olduğu gibi kopyaladım. Bu şiiri M. Ersan sayesinde keşfetmiştim ve aklımda hep bloga koymak vardı... İyi okumalar.


Uzun Yol.

Şimdi buradaysanız, şöyle dönüp ardınıza bir bakın.
Hadi yaslanın arkanıza ve geldiğiniz yolun tozu dumanı arasındanyaşadıklarınıza, sevinç gözyaşlarınıza ya da acılarınıza iyice bir bakın. Fark edin ki buraya uzun bir yoldan geldik. Kimimiz için zorlu, kimimiz için kolay ama her kez için uzun bir yoldan.
Belki bazılarımızın yolu bu yazıyı okuyamadan bitti. Belki bazılarımızın daha gidilecek çok yolu var.
Ama şimdi bir an durun ve içinize bir bakın. Bu günlerde bir heyecan var yüreklerde. Bir ajandanın daha kapanışına hazırlanıyoruz.
Yeni bir yıl geliyor...
Bu seferki nedeni, yaşanan kriz mi yoksa sonbahar depresyonu mu bilemedim ama, her zamanki gibi buruk bir yılın bitişine de şahit oluyoruz aslında.
Bir yıl daha bitmek üzere. Arşivin tozlu raflarına kaldırılacak bir ajanda gibi, zihnimizin anılar rafına konuşlanacak bir yaşanmışlıklar yığını daha.
Yaşanmamışlıklar yığını mı demeliydim yoksa? Burukluğun nedeni bu olmasın?
Yahut da geçen yıl ki kaybedenler kulübü üyeliği, haksızlığa uğramışlığın öfkesi, değerimizin bilinmeyişine dair kızgınlığımız, içimizdeki yarımkalmışlık hissi, yaratıyor olmasın bu hüznü?
Lütfen uyanın, zihnin labirentlerinde dolaşan anıların hayaletlerinden sıyrılın.
Kıvrımlarında saklı hayallerin göz boyamasına izin vermeyin.
Bu günü, şimdiyi fark edin.
Geçmiş de ya da gelecek de değil, an da yaşayın.

Sevgide kalın
Nazmi Gür

Ps: Yazının hikayesi.
Bu "Uzun Yol" Yazısına ,özelden Pps formatında gönderilen bir MurathanMungan şiir ilham verdi.

İnan Batmış Şehirler Gibi Onarılmaz Anılar

"Biri beyaz biri kara iki kedi..birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına birbirlerine şefkatle sarılarak, birbirlerine dayanarak yola çıkmışlar. Gölgeler akşamüstünü söylüyor.Yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi.Yüzlerini görmüyoruz ama eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli sınanmış, denenmiş bir dostluk bu, uzun yolları da göze alabilen bir dostluk
Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? ...

Yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp kendimizi hep ilerde bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına,bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? Karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürüklerken bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir, her zaman aynı fırsatları sunmaz, toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız birgün...
Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,ya da olanlar olması gerekenler değildir.
Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...

Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip' Nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar.' dediğinizdir. Oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir O,boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

Murathan Mungan

Seni Pek Sevmedim Aralık.

Yılın son ayına girdik. Yapraksız, tedirgin, güneşi ısıtmayan günlerdeyiz artık. Sabahlar daha sessiz, haberler daha sarsıcı, renkler git gide daha solgun. Bloglar kapanıyor, Avrupa'da görmek istediğim tek şehri su basıyor... Mesajlarını gözüme soka soka gidiyorsun sevgili 2008! Bu şekilde davranarak nereye varacağını sandığın meçhul. Fakat bilmelisin ki bir önceki yıllardan daha az ya da daha fazla değildin hayatlarımızda. Bir kaç önemli an dışında seni de unutacağız. Unutmanın mucizesi seninkinden çok daha fazla!

Dün gece yazmaya çalıştığım masalla epeyce cebelleştikten sonra içim sıkıldı. Biraz diğer bloglarda gezmek istedim ve elbette ilk olarak Azotnarkozu'na baktım. Yerinde yeller esiyordu! Hemen telefona sarılıp Külkedisi'ni arayacaktım ama vazgeçtim. Çünkü insan bir karar aldıktan sonra onu açıklamak zorunda bırakıldığında nasıl sıkılır, daralır çok iyi bilirim. Zaten kendinizi zor ikna etmişsinizdir, şimdi herkese yeni bir cümle kurmak... Aramadım. Ama tadım kaçtı, zaten takılıp kalmış olan masalı kapattım ve televizyonda ne var diye bakmaya gittim.

"Neverwas" isminde bir film başlamıştı. Daha önce adını duymamıştım. Muhtemelen sinemada izlemeye değmeyecek, ancak başka işin yoksa bakılacak filmlerden olmalı diye düşündüm. Gerçekten de öyleydi. Tam da masal ve gerçek hakkında henüz yazmışken ve her ne yazarsam yazayım demek istediğime ulaşamamışken doğrusu bu film iyi geldi. Filmde anlatılan şuydu: diğerinin gözleriyle de bakın.

Ortada bir kitap vardı; Neverwas. Neverwas, genç bir kadın için çocukluğundan kalan en değerli masaldı. Ona ihtiyacı olan en önemli şeyi veriyordu; umut. Akıl hastanesindeki yaşlı bir adam için tastamam gerçekti, çünkü o Neverwas'ın kralıydı! Kitabın yazarı için ise binlerce gerçekten daha kıymetli bir kurguydu. Çünkü içine en sevdiği insanı, oğlunu yerleştirmişti. Ama oğul herşeyi reddederek yaşamayı seçmişti! Ona yazılan masalı, babasının sevgisini, hoşlandığı kadının kitaba olan tutkusunu anlamıyordu. Gerçek diye burnuna dayatılan şey onu kör etmişti. Ama Kral onu yendi!
Sonunda iş dönüp dolaşıp asıl sorunun algı olduğunda kilitlendi. Kahramanımız kendini kasmaktan vazgeçti. Nehir Şövalyesi (ya da teneke yığını) ve Kralın kalesi ( bir diğer teneke yığını:)) ile tanıştı!

Uyudum , uyandım. Gazeteye baktım. Venedik sular altında kalmış! Zerre kadar umurumda olmayan Avrupa kıtasında tek ilgimi çeken şehir, neredeyse dalgıç kıyafetiyle gezilecek hale gelmiş! Yanlız gitmeyeceğim oraya diye inat etmeye devam edersem, muhtemelen asla göremeyeceğim Venedik'i. Böylece maskemi takıp, Venedik Taciri'ni izlemekten başka çarem kalmayacak! *
Ev halkı deli olduğumu düşünecek ama zaten üzüntü insanı delilik sınırına çok yaklaştıran bir duygu değil mi? Yani yüzde yüz haksız da olmayacaklar ne yazık ki...

Bu ne ya? Azotnarkozu yok, Venedik gitti gider, masal desen yapıştı kaldı elime...
En iyisi biraz dvd seyredip, çizim yapmaya devam etmek. Yoksa krallığım elden gidecek!


*Benzer bir proje Örümcek Adam için var. Burhan Örümcek Adam'ı çok seviyor. Ona söz verdim, Örümcek Adam kostümü giyip izleyeceğiz filmi:))