Mutlu Yıllar:))
30 Aralık 2008 Salı
Mutlu Yıllar:))
29 Aralık 2008 Pazartesi
Yeni Ajandamı Açtım Hepimize Hayırlı Olsun:))
28 Aralık 2008 Pazar
The Constant Gardener ...
27 Aralık 2008 Cumartesi
Hayat Sana Çok Teşekkür Ederim....
26 Aralık 2008 Cuma
25 Aralık 2008
Hoşçakal..
24 Aralık 2008 Çarşamba
Hayatla Yakartop Oynamak:))
19 Aralık 2008 Cuma
Anlatmayacağım.
Seninle uzlaşabilirdik. Eğer Konya için tren bileti bulabilseydim ve törende orada olabilseydim, belki geçen tüm yılları unutup, yepyeni bir başlangıçla sevebilirdim seni. Olmadı. Gidemedim. Ben başka bir kavuşmaya tanıklık ettim. Huzursuz bir ruhun ebedi dinlenmeye gidişine.. Sana bunu da anlatmayacağım!
18 Aralık 2008 Perşembe
Dün Şeb-i Aruz idi....
14 Aralık 2008 Pazar
Tarih, Mantık veya Makarna Süzgeci.
13 Aralık 2008 Cumartesi
Zarlar, Sırlar vs...
Öyle aman aman harikalar yarattığım bir yıl olmadığı için, ister istemez geriliyorum. Bu yüzden hemen gitmeni istiyorum. Git ki, yeni bir yıl başladı diye avunayım. Benim bu durumum için kutsal kitap** 61. sayfada Villanella der ki :
"Bu yıl bitti artık, dedim kendi kendime. Bu yıl ellerimin arasından kayıp gidiyor, bir daha geri gelmeyecek.... Derler ki her kar tanesi ötekinden farklıdır. Bu doğru olsaydı dünya nasıl sürüp giderdi? Hayatta dizlerimizin üstünden nasıl kalkardık? Bu mucize karşısında nasıl kendimize gelebilirdik?
Unutarak. Çok fazla şey tutamayız aklımızda. Yalnızca şimdiki zaman var, hatırlanacak hiçbir şey yok.
Çocuğun biri kırmızı terzi tebeşiriyle sek sek kareleri çizmiş kaldırım taşlarının üzerine, ince buz tabakasının altında öylece duruyor. Oynarsın, kazanırsın, oynarsın, kaybedersin. Oynarsın.Aslolan, kaçınılmaz olan oynamaktır. Bir yıldan öteki yıla atarsın sevdiğin her şeyin zarını. En çok neye değer veriyorsan onun rizikosunu alırsın...."
İşte böyle; unutmanın kollarına bırakacağım kendimi. Çünkü ben en çok sevdiğim şeyin/şeylerin rizikosunu alamadım. Zaten şans oyunlarında pek iyi değilimdir. Özellikle zarları hiç sevmem. Cesaretimi bu şekilde sınamak beni tedirgin ediyor. Oysa babam çok iyi tavla oynardı. Çocukluğumun en net sahnelerinden biridir babam ve tavlası. O tavlalar hala bizim evde durur, fakat ne tuhaftır ki ben tavla oynamayı bilmem. Hiç öğrenemedim. Belki de öğrenmek istemedim. İki kez denedim ama sonunda bunun bir oyundan fazlasını ifade ettiğine karar verip bıraktım.
Belki de genlerime güvenip zarları atmalıyım artık.... Kimbilir?
Aralık diyorduk değil mi? Ve tabii muhasebeden bahsediyorduk. Bayramda Ateş'le Josefin'de kahve içerken bana - ikinci kez:))- blogda mantıklı ve kullanışlı şeyler yazmam gerektiğini söyledi. Ateş, yazdıklarımı okumak istiyormuş ama durmadan ejderhalardan ve elle tutulup gözle görülemeyen şeylerden bahsetmemden çok sıkılıyormuş. Futbol hakkında yazmamı istiyor! Ben ve futbol? Maalesef bu pek mümkün değil ama bugün Ateş için iki şey yapacağım. Birincisi sağlık sırlarımı(kime göre ve neye göre orası meçhul!) paylaşacağım. İkincisi ise artık ünü mahalle sınırlarını aşmış olan mücver tarifimi vereceğim.
Mücver Nasıl Yapılır?
Malzeme:
1 kilo kabak
2 yumurta
göz kararı un
kuru nane
dereotu
taze soğan
maydanoz
tuz
karabiber
kırmızı pul biber
Yapılışı:
Bol kahve, Meyva (özellikle çilek ve mandalina) rakı, çikolata***, Ege mutfağı, süt, kimyasal içermeyen banyo ürünleri, denizden çıkan her şey ve balık ağı. Hepsi bu aslında.
Öncelikle kafeinin zararlı olduğuna inanmıyorum. Annemin söylediğine göre ben iki yaşından beri kahve içiyorum ve kahve kaynaklı bir sorunum yok. Tabii günde on bardak kahve değil burada arkasında durduğum. Ayrıca inanılmaz fiyatlara satılan kozmetik ürünlerinin işe yaradığı fikrinde de değilim. Öyle olsa aradan geçen onca yıldan sonra hala kadınlar Osmanlı hareminin güzellik sırları peşinde olmazlardı:) Oysa o kadınların sırrı gayet basitti: saf sabun, zeytinyağ ve çeşitli baharatlar. Özellikle nane. Nane buharı kadar cilde iyi gelen başka ne olabilir ki? Ayrıca en iyi masaj yağlarının içeriğine bakın, mutlaka naneye rastlarsınız.
Süt, denizden çıkan her şey ve balık ağı ise benim kişisel tercihim. Sabah ya da akşam mutlaka bir bardak süt içilmeli diye düşünüyorum. Hatta soğuk sütün içine 1 tatlı kaşığı bal, 1 çay kaşığı zencefil ve 1 çay kaşığı tarçın karıştırırsanız depresyonu önleyici ve vücut direncini arttırıcı bir etkisi var. Süt sevmeyenler yoğurt yiyebilir. Fakat unutulmasın ki özellikle zencefil en önemli hastalıkların tedavisinde bile doktorların önerdiği bir yiyecek/baharattır. Ayrıca yaz aylarında deniz ve güneşten korumak için iyi zeytinyağ ile toz zencefili karıştırıp saçınıza sürmenizi öneririm. Benim saçlarıma benzemesi imkansız olsa da bir miktar parlayacaktır:))
Beğendin mi Ateş? Bak aşk ve aşkın yansımaları, kadınlar ve çocuklar hakkında yazmadım, ejderhalar hakkında da zırvalamadım. Bu sıkıcı Aralık gününde işe yarar bir yazı yazabildiysem ve sen okuyup beğendiysen ne mutlu! Hem muhasebe işi de sayende ertelenmiş oldu. Teşekkür ederim kardeşim, böylece zarları yarına salladım!
12 Aralık 2008 Cuma
Dolunay,Okan Bayülgen ve Kral Mezarının Laneti:))
Düşünsenize Okan'la karşılıklı oturmuş, üzerimizde pijamalarla Bodrum'dan, masallardan ve ortak arkadaşlardan konuşuyoruz! Ama rüya bu, yani istediğim kadar saçmalama hakkım var.
En başından anlatayım; dün, akşama doğru Burhan uğradı. Bütün gün çizim yapmış, yorulmuş. Sağolsun bana merhaba demeden geçmemiş evine. Biraz oturduk, sonra onunla beraber dışarı çıkıp hava almak istedim. İnanılmazdı sokaklar; huzurlu bir kış serinliği vardı havada.
*Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi.
** Ölüye adak sunulan yani hayvanların kesildiği platform.
11 Aralık 2008 Perşembe
Cap Pas Cap / II & Noel Kurabiyeleri.
Dün geceyi, Yann Samuell efendiye ait filmi iki kez izleyerek*, ardından Agi ve Beste ile Noel kurabiyelerini pişirerek geçirdim. Aslına bakarsanız bu kurabiye mevzusu başlı başına bir yazı konusudur. Nedenine gelince; hamurunu açmak dert, kalıp çıkartmak başka bir dert ve tabii bir de süslemesi var ki amanın! Sakın bu durumdan memnun olmadığım anlamı çıkartılmasın, aksine haftalardır bu geceyi bekliyordum. Mutfak huzurludur, hele Agi'nin mutfağı daha da huzurludur.
Neyse, konuyu toparlayalım ve filmi anlatalım. Daha doğrusu neden bende iki kez izleme duygusu uyandırdı ve neden aklıma Ajda Pekkan'ın O meşhur şarkısını** düşürdü biraz bundan bahsedelim.
**SENSİZ YILLARDA (1970 yılında Ajda Pekkan'a En İyi 2nci Türkçe sözlü parça ödülünü kazandıran bu şarkı daha sonraları Nilüfer tarafından da seslendirildi Söz: Fikret Şeneş / Müzik: Eduardo Franco AJDA PEKKAN - 1970 - PHILIPS)
Yağmurlu bir gündü tıpkı bugün gibi
Kaybetmiştim seni
Sensiz yıllarda yaşadım sanma
Sensiz yıllarda unutmadım seni
Sensiz yıllarda belki arar da
Sorarsın diye avunmadım
***Bu yılın bitirme sınavı sorusudur. İyi düşünün ve bir kerede cevap verin kendinize:))
10 Aralık 2008 Çarşamba
8 Aralık 2008 Pazartesi
6 Aralık 2008 Cumartesi
Eda Liza & Erken Bahar.
Yaşadığım kulenin altıncı katında oturan güzel prenses, Kasım ayında tam üç yaşını doldurdu. Onun bana yakın bir yerlerde büyümesine sebep olan şans ve kader tanrıçasına her akşam teşekkür ediyorum. Eda Liza'yı bizim buralara yollayarak hakkındaki tüm olumsuz söylentileri kulak ardı etmeme sebep oldu.
Aşağıdaki masal beni hayata karşı inançlı kılan prensesimin üçüncü doğumgünü şerefine yazılmıştır.
Mutlu yıllar majeste!
Bir kaç iyi dostla pazar yerinde buluşup, hızlıca yenilen akşam yemeğinden sonra kuleme döndüm. O gece Ay, hiç olmadığı kadar parlaktı; etrafında garip bir ışık vardı. Her zaman yaptığım gibi ona gülümsedim. Sonra banyoya gittim ve tam pijamalarımı giymiş Eda Liza'nın fotoğraflarına bakıyordum ki, kulemin ön tarafındaki balkonda bir gürültü duydum. Perdeyi araladığımda gözlerime inanamadım. Ejderha! Ejderha geri gelmişti. Üstelik henüz prensesin doğumgününe aylar vardı! Gülümsüyordu bana!
Balkon kapısını açtığımda yalnız olmadığını gördüm. Sırtında birini taşıyordu; çocukluğumun son yıllarından anımsadığım ama tüm detaylarını unuttuğum bir masalın kahramanını. O da gülümsüyordu. Elini uzattı, hiç düşünmeden atladım ejderhanın sırtına. Tam havalanmıştık ki aklıma prensesim geldi. Hemen onun odasının penceresine gittik fakat çoktan uyumuştu. Ama ejderhaya göstermem gereken bir şey vardı. Yavaşça yorganını kaldırdım, mor balon eteğiyle uyuyor. O eteğini öyle çok sevmişti ki, uyurken bile çıkartmak istemiyordu! Ejderha çok güldü, usulca öptük onu ve odasından çıktık.
Bu kez onsuz uçacaktık Konstantinopolis semalarında. Ejderha havalandı, her zaman olduğu gibi Topkapı Sarayı üzerinde daireler çizmeye başladık. "Burayı çok severim, bahçeye inelim mi biraz?" diye sordum yabancıya. Ama daha ben cümlemi bitirmeden bir çift şaşkın bakışla karşılaştım. Başka bir soru sordum: "Sahi adın ne senin?" Cevap verdi: "Hiçkimse".
Hiçkimse, Ejderha ve ben sarayın bahçesine indik. Henüz açmamış lale soğanlarına basmamaya dikkat ederek yürümeye başladık. Sarayın önüne gelmiş küçücük takaların içinde balık tutmaya çalışan insanları seyrettik. Aniden uzun, upuzun yıllar önceki masaldan bir sahne canlandı gözümde: Hiçkimse ve ben Bosphoros kıyısında istavrit avlıyorduk. Bunu tam ona da anlatacaktım ki, ejderha çok acıktığını söyledi ve yakındaki köprüye gidip yemek yemeyi önerdi.
Adı Hiçkimse olan biriyle yemek yemek çok riskliydi. Üstelik ikimize ait bir masalın kim ne kadarını anımsıyor bilemiyorduk... Yine de yanımda Ejderha olduğuna göre korkmama gerek yoktu. Kafamıza dolaşan onlarca cevaplanmamış soruyu gökyüzüne savurduk ve kalbimizdeki cevaplarla yemeğe gittik.
Hiçkimse yemek boyunca neredeyse tek kelime söylemedi. Sadece ben bir kaç soru sormaya çalıştım:
"Ne iş yapıyorsun?"
"Altından saraylar yapıyorum."
"Peki güzel mi bu saraylar? İçinde yaşayanlar mutlu mu?"
Cevap vermedi, sadece ayıkladığı istavritleri koydu tabağıma. Ben de ona hangi masalda tanıştığımızı, masalın ne kadarını anımsadığını ve buna benzer soruları sormamayı tercih ettim. Sustum.
Gecenin kalanında Hiçkimse, Ejderha ve ben neredeyse hiç konuşmadık. Sadece, sanki ilk kez görüyormuşcasına Konstantinopolis'i seyrettik. Şehir sırlarını fısıldadı, biz dinledik. Dönüş yolunda, Ejderha beni çok şaşırttı. Uzun zamandır uğramadığım yerlerden geçerek birşeyler hatırlatmaya çalışıyordu sanki. Rotamız çok garipti: Köprü, Bab-ı Ali, Arnavutköy (geçerken çilek toplamayı ihmal etmedik, çümkü zamansız da olsa bir kaç tane vardı:)) Rumeli Hisarı ve Kalamati.
Kalamati üzerinde uçarken ayın yanına kıvrılmış iki güzel bulut gördüm. Ejderhaya onları alıp alamayacağımı sordum. Elbette alabileceğimi ama aşağıya indiğimizde artık bulut olmayacaklarını söyledi. Razıydım ve iki küçük bulutu kucakladım!
Kuleye ulaştığımızda çok sıkkındım. Ejderha'ya veda etmek bana inanılmaz zor geliyordu. "Bir daha gelecek misin?" diye sordum. "Evet" dedi. "Ne zaman?" "Benimle yarın Erguvan ağacının altında buluş" dedi. "Tamam" dedim. Sonra Hiçkimse'ye baktım. Yüzünü göremedim. Sabahın ilk ışıkları tam da ona geliyordu. "Hoşçakal" dedim. "Hoşçakal" demedi.
O kadar kırıldım ki bu davranışına öfkemi ve kırgınlığımı hissedebilsin diye bir şey yapmak istedim. Tam o anda çimenlerin üzerinde bir kirpi gördüm. Kirpiyi yakaladığım gibi onun kucağına attım! Aynı anda üzerime pırıltılı birşeyler döküldü fakat ne olduklarına bakmadan koşarak odama kaçtım.
O gece mevsimsiz çilekleri, Ejderhayı ve Hiçkimse'yi düşünerek uyuyakaldım. Ertesi sabah uyandığımda ellerim kıpkırmızıydı, acıdan parmaklarımı kımıldatamadım! içimdeki kocaman ve isimlendiremediğim duyguyla altıncı kata tırmandım ve prenses Eda Liza ile buluştum. Onu kucakladığım anda elimdeki acı geçiverdi. Prensesin iyileştirici bir gücü vardı, bunu bir kez daha anladım.
Uzun uzun oynadıktan sonra, ona dün gece Ay'ın ardında saklanan iki küçük bulutu getirdiğimi söyledim. Leydi Agi buna çok güldü. Nereden aklıma geliyordu acaba böyle şeyler? Çantamdan bulutları çıkardım. Bembeyaz havlulara dönüşmüşlerdi! Birini Eda Liza aldı ve diğerini kızkardeşi Leyla Nora'ya verdi.
Günün geri kalanı için Selçuklu Prensi, Kibritçi Kız ve benden bir sürpriz vardı Eda Liza 'ya. Ona istediği gibi dans edebilmesi için çok güzel bir tütü almıştık!Eda Liza bunu görünce seviçten havalara uçtu fakat elbise yeterince süslü değildi. Birazcık daha ışıltılı olsa prensesimiz çok ama çok mutlu olacaktı. İşte o anda aklıma dün gece son dakikada balkona dökülen pırıltılar geldi. Hemen eve gittim ve balkon kapısını açtım. Yerde gözyaşı damlası şeklinde elmaslar vardı! Bunun ne anlama geldiğini düşünecek zamanım yoktu. Hepsini toplayıp eteğime doldurdum ve tekrar kulenin altıncı katına çıktım.
Yaklaşık bir saat sonra Eda Liza elmaslarla süslü tütüsünün içinde gerçek bir prensese benziyordu. Çok mutluydu. Biz bütün bunlarla uğraşırken Ejderha ile erguvan ağacı altında buluşma saatimiz de gelmişti. Leydi Agi'den ve minnacık meleği Leyla Nora'dan izin isteyerek bahçeye indik. Ejderha bizi bekliyordu.
Ejderha ve Eda Liza birbirlerini çok özlemişlerdi. Uzun uzun sohbet ettiler: "Anneniz nasıl?, babanız nasıl?, kardeşiniz nasıl?". Bütün bu sorular bittikten sonra Eda Liza'nın uyku saati gelene kadar gezmeye karar verdik.
Kocaman bir öğleden sonrayı Konstantinopolis'in üzerinde uçarak geçirdik, taa ki gökyüzü tıpkı prensesin elbisesinin rengine yani güzel bir günbatımı pembesine dönene kadar.
Temiz hava ve yorgunluk Eda Liza'yı acıktırmıştı. Ona en sevdiği zeytinden bir kilo aldıktan sonra kulemize döndük. Prenses, ejderhayı kocaman bir öpücükle ödüllendirip, annesinin onun için hazırladığı banyoya gitti. Daha sonra Leydi Agi'den öğrendiğime göre o gece tütüsüyle uyumuş!
Ben kendimi tutamayıp sordum Ejderha'ya:
"O nasıl?"
"Kim?"
"Hiçkimse!"
"Haa o mu? İyi, iyi. Merak mı ettin?"
"Elbette merak ettim!" dedim. "Peki kirpi?"
Gülmeye başladı ejderha, "görsen tanıyamazsın, pamuk gibi oldu!"
Ne demek istediğini anlamadım ama tam ben bir şey söyleyecektim ki ellerimi avuçlarına aldı ve baktı: "Çabuk iyileşmişsin".
"Evet" dedim. "Eda Liza sayesinde. Nasıl oldu bilmiyorum ama bunu o yaptı".
"Emin misin iyileştiğine?" dedi.
Hiç sevmiyordum onun böyle içime şüphe düşüren sorularını. Tekrar ve dikkatlice baktım ellerime, avuçlarımın içi hala kocaman bir çilek gibi kırmızı noktalarla doluydu, canım yanmıyordu ama izi kalmıştı hırçınlığımın!
" Geçecek mi? " diye sordum.
" Sence ? "dedi.
Onu kırmaktan korktuğum için sustum. Bana gücenir ve bir daha dönmez diye ödüm patladı. Gülümsedim, "umarım hiç geçmez!". O da gülümsedi, başını salladı memnun memnun. Her zamanki gibi kucaklaşarak vedalaştık. Kocaman bir öpücük kondurdum yanağına.
Havalandığında ardından seslendim: "Hiçkimse'ye selam söyle benden!". Korkarım duymadı. Pijamalarımı giydim, masamın başına oturdum ve İkea'dan aldığım oyuncak kirpinin dikenlerine dokundum; yumuşacıktı! Bu da prensesin mucizesi olmalı dedim.
O gece aylardır uyumadığım kadar rahat uyudum. Mevsiminden çok önce yediğimiz çilekler ve Eda Liza'nın tütüsü içinde oradan oraya zıplarken yüzüne yayılan ifade inanılmaz iyi gelmişti ruhuma. Bazı şeyleri sonsuza dek saklayamayacak olmamız gerçeğine içim burkuldu biraz ama sabah uyandığımda kalan çilekleri derin dondurucuya saklayıp, ardından Eda Liza'nın birbirinden güzel fotoğraflarını çekince daha iyi hissettim. O çilekleri ne zaman yeriz bilmiyorum ama fotoğrafları en kısa zamanda sizinle paylaşmak isterim.
3 Aralık 2008 Çarşamba
Söz Verdiklerim Hakkında.
2 Aralık 2008 Salı
Nazmi Hocam Beni Onikiden Vurdunuz...
Hadi yaslanın arkanıza ve geldiğiniz yolun tozu dumanı arasındanyaşadıklarınıza, sevinç gözyaşlarınıza ya da acılarınıza iyice bir bakın. Fark edin ki buraya uzun bir yoldan geldik. Kimimiz için zorlu, kimimiz için kolay ama her kez için uzun bir yoldan.
Belki bazılarımızın yolu bu yazıyı okuyamadan bitti. Belki bazılarımızın daha gidilecek çok yolu var.
Ama şimdi bir an durun ve içinize bir bakın. Bu günlerde bir heyecan var yüreklerde. Bir ajandanın daha kapanışına hazırlanıyoruz.
Yeni bir yıl geliyor...
Bir yıl daha bitmek üzere. Arşivin tozlu raflarına kaldırılacak bir ajanda gibi, zihnimizin anılar rafına konuşlanacak bir yaşanmışlıklar yığını daha.
Yaşanmamışlıklar yığını mı demeliydim yoksa? Burukluğun nedeni bu olmasın?
Yahut da geçen yıl ki kaybedenler kulübü üyeliği, haksızlığa uğramışlığın öfkesi, değerimizin bilinmeyişine dair kızgınlığımız, içimizdeki yarımkalmışlık hissi, yaratıyor olmasın bu hüznü?
Lütfen uyanın, zihnin labirentlerinde dolaşan anıların hayaletlerinden sıyrılın.
Kıvrımlarında saklı hayallerin göz boyamasına izin vermeyin.
Bu günü, şimdiyi fark edin.
Geçmiş de ya da gelecek de değil, an da yaşayın.
Sevgide kalın
Nazmi Gür
Ps: Yazının hikayesi.
Bu "Uzun Yol" Yazısına ,özelden Pps formatında gönderilen bir MurathanMungan şiir ilham verdi.
Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşam üstünün bir saatinde yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz,omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun,belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? ...
Bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz,ya da olanlar olması gerekenler değildir.Yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, gün gelir kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir...