2 Aralık 2008 Salı

Seni Pek Sevmedim Aralık.

Yılın son ayına girdik. Yapraksız, tedirgin, güneşi ısıtmayan günlerdeyiz artık. Sabahlar daha sessiz, haberler daha sarsıcı, renkler git gide daha solgun. Bloglar kapanıyor, Avrupa'da görmek istediğim tek şehri su basıyor... Mesajlarını gözüme soka soka gidiyorsun sevgili 2008! Bu şekilde davranarak nereye varacağını sandığın meçhul. Fakat bilmelisin ki bir önceki yıllardan daha az ya da daha fazla değildin hayatlarımızda. Bir kaç önemli an dışında seni de unutacağız. Unutmanın mucizesi seninkinden çok daha fazla!

Dün gece yazmaya çalıştığım masalla epeyce cebelleştikten sonra içim sıkıldı. Biraz diğer bloglarda gezmek istedim ve elbette ilk olarak Azotnarkozu'na baktım. Yerinde yeller esiyordu! Hemen telefona sarılıp Külkedisi'ni arayacaktım ama vazgeçtim. Çünkü insan bir karar aldıktan sonra onu açıklamak zorunda bırakıldığında nasıl sıkılır, daralır çok iyi bilirim. Zaten kendinizi zor ikna etmişsinizdir, şimdi herkese yeni bir cümle kurmak... Aramadım. Ama tadım kaçtı, zaten takılıp kalmış olan masalı kapattım ve televizyonda ne var diye bakmaya gittim.

"Neverwas" isminde bir film başlamıştı. Daha önce adını duymamıştım. Muhtemelen sinemada izlemeye değmeyecek, ancak başka işin yoksa bakılacak filmlerden olmalı diye düşündüm. Gerçekten de öyleydi. Tam da masal ve gerçek hakkında henüz yazmışken ve her ne yazarsam yazayım demek istediğime ulaşamamışken doğrusu bu film iyi geldi. Filmde anlatılan şuydu: diğerinin gözleriyle de bakın.

Ortada bir kitap vardı; Neverwas. Neverwas, genç bir kadın için çocukluğundan kalan en değerli masaldı. Ona ihtiyacı olan en önemli şeyi veriyordu; umut. Akıl hastanesindeki yaşlı bir adam için tastamam gerçekti, çünkü o Neverwas'ın kralıydı! Kitabın yazarı için ise binlerce gerçekten daha kıymetli bir kurguydu. Çünkü içine en sevdiği insanı, oğlunu yerleştirmişti. Ama oğul herşeyi reddederek yaşamayı seçmişti! Ona yazılan masalı, babasının sevgisini, hoşlandığı kadının kitaba olan tutkusunu anlamıyordu. Gerçek diye burnuna dayatılan şey onu kör etmişti. Ama Kral onu yendi!
Sonunda iş dönüp dolaşıp asıl sorunun algı olduğunda kilitlendi. Kahramanımız kendini kasmaktan vazgeçti. Nehir Şövalyesi (ya da teneke yığını) ve Kralın kalesi ( bir diğer teneke yığını:)) ile tanıştı!

Uyudum , uyandım. Gazeteye baktım. Venedik sular altında kalmış! Zerre kadar umurumda olmayan Avrupa kıtasında tek ilgimi çeken şehir, neredeyse dalgıç kıyafetiyle gezilecek hale gelmiş! Yanlız gitmeyeceğim oraya diye inat etmeye devam edersem, muhtemelen asla göremeyeceğim Venedik'i. Böylece maskemi takıp, Venedik Taciri'ni izlemekten başka çarem kalmayacak! *
Ev halkı deli olduğumu düşünecek ama zaten üzüntü insanı delilik sınırına çok yaklaştıran bir duygu değil mi? Yani yüzde yüz haksız da olmayacaklar ne yazık ki...

Bu ne ya? Azotnarkozu yok, Venedik gitti gider, masal desen yapıştı kaldı elime...
En iyisi biraz dvd seyredip, çizim yapmaya devam etmek. Yoksa krallığım elden gidecek!


*Benzer bir proje Örümcek Adam için var. Burhan Örümcek Adam'ı çok seviyor. Ona söz verdim, Örümcek Adam kostümü giyip izleyeceğiz filmi:))

Hiç yorum yok: