30 Mart 2025 Pazar

MANIAC*

 

Hello Ahali ve Selma,

Kusura bakmayın, Selma ayrıcalıklı:)

Hepimize olabildiğince mutlu, sağlıklı ve huzurlu bir bayram diliyorum. Hadi inşallah!

Biraz sonra egzersizlerimi yapıp, duşumu alcağım ve iki uzun seneden sonra kıymetli ailemin bayram sofrasında misafir olacağım. Bunu kırgın bir yerden söylemiyorum, aksine, insanın kendine misafir olmasından çok daha iyi birşey diğerlerinin konuğu olmak. Sadece hazmı zaman alıyor.

Dün akşamdan sağlıklı kekler, poğaçalar pişirdim. Ne o ya sağlıklı bişiler diyenlere gücenirim vallahi, zira tarifler bomba. Gayet yenebilir ve üstüne üslük lezzetli şeyler pişirdim. Yani ben seviyorum, vücudum iyice alıştı ve sevdi bu dev salataları ve sağlıklı tarifleri. Uzun açlıkla zayıflama konusuna gelince, bence abartıldığı kadar işe yaramıyor ama o durmadan bişiler geveleme halini bertaraf edişi güzel. Yani sisteme dinlenecek zaman kalıyor ve bu da enerjiyi arttırıyor. Anlattım da bişi hala bende de eksik, kıçımı kaldırıp yürüyüşe götürmek. Onu düzene sokamadım. Sokakta uzun mesafe yürüsem de sadece yürüyüş için evden çıkma bölümü kelek!

Neyse canım, buraya da bir gecede gelmedik di mi? Yavaş yavaş.

Efenim, şunu diyorum, pek güzel olsun bayramınız, erguvanlar açmış, şehrime .çiçekten taçlar giydirilmiş, ben doya doya tadını çıkartacağım, size de bulunduğunuz yer için aynısını tavsiye eder, matıma kaçarım. Küçüklerin gözlerinden, büyüklerin yanaklarından öperim. Tahminime göre burada eli öpülecek yaşta birileri henüz yoktur:)) Mutlu bayramlar.


* güzel şarkı. 

28 Mart 2025 Cuma

CUMA SAHİDEN HAYIRLI MI?

 

HAYIRLI CUMALAR...

Desem, bismillah, hayırdır dersiniz. Haklısınız, zatım alışılagelmiş inançlı, geleneksel muhafazakar kalıbından epeyce uzaktır, ki çok şükür ki öyledir. Fakat öte yandan bilinen şekliyle ve tanımıyla seküler olduğum da söylenemez. Konumuz şu ki, şimdi ben hangi cephede savaşayım? Hangi siperde, kime omuz vereyim? Allahsız, kitapsız da değilim, Arap İslamiyetini tek güç olarak gören tayfanın neferi de. Söyler misiniz ben nerelere gideyim?

Çok üzgünüm. Yüzyıllardır bir arpa boyu yol alamayan insanlık için samimiyetle, toptan üzgünüm. Kendini ezbere, başkalarının ayak izlerini takibe bu denli kaptırmış bir toplumun ferdi olmaktan da ayrıca üzgünüm. Oku emrini idrak edememişlikten, sadece kafasına yatana göz atan zihniyet için, beğenmediğinin ardındaki perdeyi kaldırmaya erinen, herşeyi akılla kavrayacağına inanan garibana dersen iki misli üzgünüm.

Türkiye'nin değil, tüm gezegenin zor vakitlerden geçtiğini hepimiz anladık. Anlamış olmanın yumuşaklığı neden gelmiyor peki? Neden incelmiyor da hoyratlaşıyor insan zorluk karşısında? Katılık çözüm olmuyor..

Kendi adıma Kadir Gecesi'ni de aynı memnuniyetle kutladım, ekinoksu da ve hatta şimdi 23 Nisan ve 19 Mayıs için keyifle gün sayıyorum. Dini veye milli hiç ayırmaksızın toplumun tutkalı olan bayramları, bayramla gelen geleneği, kostümü, yemeği, toplaşmaları özlüyorum. Birlikten doğan yaşam neşesini kaybettik ve bunun fark edilmeyişine fena halde üzülüyorum.

Haklı olmak, taraftar toplamak, alkışlanmak falan değil, yeniden sevinçli olmak istiyorum. Benden sonraki kuşağa anlamlı bir toplum bilinci bırakabilmek istiyorum. O yüzden de Cuma'nın tekbaşına bir hayrı uğuru olmasa da zannımca, yine de hayırlı Cumalar demeye erinmiyor, biri selamın aleyküm derse, aleyküm selam demekten kaçmıyorum. 

Yolum doğrudur diye de şişinmiyorum. Sadece arayanlardan olduğuma, dayatılana boyun eğmediğime seviniyorum. Hiç bulamasam da çok öğreniyorum. Döngüler, sarmallar, tarihin çok bilinmeyen sayfalarına iliştirilen notlar beni heyecanlandırıyor.

Varsın bir siperim olmasın, kısmet böyleymiş:)


21 Mart 2025 Cuma

MAHALLE YANAR, ORO..U SAÇINI TARAR

 

İŞTE O BENİM; yangındaki uzun saçlı o..pu. Ne yapayım, hayatın bana uygun gördüğü rol buymuş, eyvallah.

Son zamanlarda canlılıktan, canlı olmakla ölü olmanın farkından çok bahsettim. Haklısınız, sıkıldınız belki ama yazarak kazanmıyorum ekmeğimi, yani zihnimin örümcek, ruhumun balık ağına ve hatta ayağıma ne takıldıysa, blogun payına da o düşüyor çaresiz. 

Son üç gündür tam anlamıyla fırtına takviminin ortasındayız. Mart zordur, mevsim çiçeklerini ve iç titreten soğuğu aynı anda verir. Hem ılık, bereketli günlerin kokusunu salar atmosfere, hem de "dur dur, daha gitmedim" diyerek buz gibi kış rüzgarını üfler yüzümüze.

Bu yıl dengemizi bozan o soğuk ve gri günlerden ülke olarak geçiyoruz. Sadece bireysel, küçük dünyalarımızda değil, toplumsal olarak da mevsim normalleriyle zorlanıyoruz. Asalet, adalet, merhamet, vicdan, haklılık, güçlülük konuşuyor, tüm bu kavramlar arasından yolumuzu bulmaya gayret ediyoruz.

Kimsenin burnu kanamasın dualarıyla yatağıma girerken, sokaktaki kedi köpeğe mi ağlasam, meydanlardaki genç insanların ana babalarının yüreğindeki korkuyla mı titresem bilemiyorum. Tek bildiğim sular ısınıyor ve birileri fena halde haşlanacak. 

Ama kim?

İnsan sıcak evinden, sabah kahvesinden, sağlığından ve sevdiği müziği açıp kelimelere saklanarak mızmızlanmaktan utanır mı? Utanıyorum, tam da şu an utancımın orta yerinden, konfor alanımdan yazıyorum. Bu soğukta yarı aç yarı tok ekmek arayan, adalet arayan her canlıdan ölesiye utandığım yerdeyim, üstelik hiç olmadığım kadar kendimdeyim.

Tüm bunlara rağmen geçmiş yıllardan farklı olarak canlılığımın ve ölümlülüğümün de koruyucusuyum aynı zamanda. Baharın, çiçeklenmiş ağaçların, havada dolanan fırtına kokusunun bilincinde, gerektiğinde "buradayım" diyeceğim anın bekleyişindeyim. Farklılık beklemedeyken zamanın donmadığına uyanmış, hayatın akışına katılmayı idrak etmiş olmamda. Görünürde normal bir sabahta saçlarımı tarıyor olsam da, tarih yazan olaylar zincirinin ilk günlerini yaşadığımızı sezebiliyorum. 

Ne mi diyorum? Kendine şefkatli, günlük akışta inatçı ve bol duayla açık şuurla, temiz vicdanla aydıklıkta kal diyorum. Hem sana hem kendime sabır, sükunet ve gerektiğinde direnç ama kabalaşmayan bir direnç diliyorum. Savaş yanlısı olmamakla birlikte, hiç savaşmadan esir düşmek ve yenilmek istemiyorum. Şimdi mi? Hadi git, saçlarını tara, yaşam biz katılsak da katılmasak da akıyor, kendini ihmal etme.

20 Mart 2025 Perşembe

IŞIKLARI KİM KAPATTI?

 

Bahardan, çiçeklenen ağaçlardan bahsediyordum. Yağmurun güzelliğinden. Ve birden tüm atmosfer değişti. Bir sabah uyandık ve acaba ne zaman olur dediğimiz saçmalıklardan birine gözlerimizi açtık...

Bu uyanışın sonu nereye varır, önümüzdeki günlerde bahara neler dahildir elbette bilemem, bilemem ama tahmin edebilirim. Uzun zamandır insanlığa işkence edenler hem dışarıda hem içeride hız arttırınca biz mini minicik piyonların uykusu kaçıyor. Yaşam hakkı elinden alınan bir grup bahtsız, bakakalıyoruz gelip gelmeyeceği belirsiz geleceğimize.

Gençlerin haline üzülen orta yaşlı bir teyze olarak, elimden ne gelir sahiden bilmiyorum. Kendi bulunduğum noktada karanlığa yenilmemeye çalışmak dışında öylece beklemedeyim. Ve biz uzun yıllardır beklemedeyiz...

18 Mart 2025 Salı

SEVDİĞİMİZ HAVALAR GELDİ:)

 


Günaydın İstanbullll,

Ruhun gelgitleri bir tarafa bırakılabilirse nefis mevsime girdik. Hazır mıyız çiçekli böcekli günlere? Böcek diyorum çünkü kabak çekirdeği içine benzeyen yeşil bir böcek var ve bahar gelince ne yapıp edip evime geliyor:)) Ah tabii uğur böcekleri var. Çok seviyorum onları. Aklıma hep ilkokulumuzun arka bahçesi geliyor. Ne keyifli şey çocukluk derdim ama tamamı değil elbette.

Çocuklarla çalıştığım yıllar boyunca bir çocuğun da en az yetişkinler kadar acı çekebileceğini öğrendim. Sadece ifade ederken tercih ettiğimiz yollar farklı. Yine de nerede inleyen bir canlı görsem, ister ruhu yaralı olsun, ister bedeni hamen tanırım ve onun neresi acıyorsa benim de tam oram sızlamaya başlar.

Empatlığın b..çıkarttığımı anlatmış mıydım? Denge dostum sihir denge; insana hem kendi merkezinde kalabilmesi ve kendi ihtiyaçlarını layığıyla karşılayabilmesi için iç denge, hem de dışarıdakilere el verebilmesi adına dış denge lazım.  

Malum bir buçuk aydır fizik tedavim sürüyor, şimdiden bacaklarım güzelleşti:)) Osman'a rakip olmama daha çok yol olsa da atalarımız doğru söylemiş, bakarsan bağ, bakmazsan dağ oluyor. Ama sahiden dağ!

Hah bi de kıymetli bir nörologla çalışmaya başladım. Çok önemsediğim bir çalışma yürütüyoruz, inançla ve tam teslim devam ediyorum. Normal olmasam da, ki istemem ki zaten, kendi merkezime hizalanmam için bana destek veriyor. Ederi büyük... Tedavim tamamlanınca elbette neler olduğunu yazacağım. Fakat bahar bu işler için sahiden iyi bir ay. İnsan içeride ve dışarıda hizalanmadan, hele hele içeride, hayat asla akmıyor. Daha doğrusu biz o akışta olamıyoruz. Ruhu, zihni donuyor insanın, ağzına avuç dolusu buz atmışsın gibi düşünemez, hissedemez oluyorsun. Yani en azından bana öyle oluyor.

Bugün bence evde tatlı tatlı zaman geçirmek adına güzel birgün. Mutlu, sakin, evimizin sıcaklığında, elimizin ayağımızın tutuyor olmasının şükründe yuvarlanabiliriz. İşteysek de ağırdan ağırdan havadaki tatlık kokuları kaçırmadan çalışsak güzel olur. Her saat delice ve telaşla iş yapılmaz değil mi?

Haftanın kalanı güzel geçsin.










17 Mart 2025 Pazartesi

AN

 

İbn ül Arabi geçmiş ve gelecek olmadığını söylerken, sadece ve sadece "an"la,  anın varlığıyla ilgili hakikate dikkat çekerken haklıydı. Sadece ve sadece an, an'lar mevcut, ötesi berisi belirsiz....

Peki neden? Çünkü insan hayatta kalmak için zihnine, ruhuna ağır gelen, taşıyamayacağı kadar can yakan hatıralarını ya dipsiz bir kuyuya yuvarlar ya da bambaşka bir forma getirerek yeniden anlatır kendine ve kendini ikna eder. Bu sebepledir ki aynı olayı on farklı kişiden dinleseniz, on farklı olay yaşanmış gibi şaşırırsınız ayrıntılara. 

Yaşam subjektiftir.

Bu sebeple de elde var an. Bu sabah yaşadıklarımı, birkaç ay sonra bambaşka hatırlayacağım. Bu yüzden ne kendi hatıralarımıza, ne de diğerlerininkine güvenemeyiz... BURADAKİ SORUN İYİLİK KÖTÜLÜK, DÜRÜST OLMAK VEYA OLMAMAK DA DEĞİL, SİSTEM BÖYLE. İnsanlığımızın, biyolojik canlılığımızın, akıl sağlığıyla devam edebilmesinin yolu, yordamı bu. Çok ağır bir çantayı otobüs durağında unutmak, yağmurla evden çıkıp, hava açınca şemsiyeyi bir yerlerde bırakmak gibi aslında, öylesine, sakince, üzerinde düşünmeden yaptığımız birşey.

İnsanın sinir sistemi düşündüğümüzden çok daha hassas bir mekanizma. Varlığımızın bütünlüğünü korumak, sağlıklı kalmasına destek vermek kesinlikle mesai.

Sabah sabah aklıma geldi....



15 Mart 2025 Cumartesi

UYANIŞ

 

Boğuk, eski ama canlı. Kulağımdaki ses tam olarak neydi hatırlayamasam da hem evden gibiydi, hem de hiç tanımadığım uzaklardan. Yoksa evim uzaklarda mıydı? 

Kımıldayamıyordum. İstesem bile olmuyordu. Bir masa veya sandalye gibi zemine mıhlanmıştım. Hacmim yada ağırlığımdan ziyade hissizliğim hareketsiz bırakmıştı beni. Hissiz, kımıltısız ama yine de canlı olmak mümkünse eğer, evet canlıydım. Fakat bana göre canlılığın alt sınırındaydım.

Ölsem uyusam, ölsem kurtulsam nidalarına aşinaydı kulaklarım. Fakat hiç duymamıştım ki biri ah bir yaşasam demiş olsun. Yaşamak sanki hep cepteydi, sanki istemesek bile hep vardı. Oysa ölüm öyle miydi ya? Ölümü çağırmak gerekirdi. İnsan bile isteye ölümü çağırır mı demeyin, şaşırmış gibi de yapmayın çünkü evet, insan ölümsüz değilse eğer yaşamdan çok ölüme yakın olduğundan, bile isteye çağırdığındandır.

Çünkü yaşamak, canlılığı korumak zor. Duyguda, düşüncede hatta yediklerini sindirirken bedende her an çürükçül birşeyler taşımayı adet haline getiren, canlılığının içinde her daim ölüm taşıyan insan eğer yaşamdan yana duracaksa bu büyük çaba gerektirir. 

Aldığın nefesi, bedeninin her hamlesindeki konforu hissetmek, kendi sesini güzel bir şarkının sözlerini dillendirirken yakalamak... Bunlar öyle kendiliğinden olmaz... Fakat ustam çabasız çaba derdi; bütün bu canlılık alametleri ittirerek kaktırarak değil, bizden daha büyük bir döngüyle senkron tuttutarak mümkün. İstek evet, zorlamak hayır.

Velhasıl kımıldayamıyorum. Bir masa gibi son bırakıldığım yerde. Kalın veya ince, güzel ya da değil bacaklarımı hissedemiyorum. Yakınlarda bir ayna bile yok, kendime bakamıyorum.

Avuçlarımın içinde yumuşacık, kum zemini hissetsem de gözlerimi açmaktan korkuyorum. Duyduğum sesler sol kulağıma dayadığım tritondan geliyor. Muhtemelen sahildeyim. Denizin sesini duyar gibiyim, hafif bir nem ve tuz kokusu da var. Suya ulaşabilsem belki yüzeceğim. 

Kıyıya vurduğumu anlıyorum, yaşamın kıyısına.

14 Mart 2025 Cuma

AVE MARIA


Haftaya benim kızlara, kadın arkadaşlarıma Tanrıça İsis anlatacağım. İsis, Meryem, Demeter, İştar ve hatta adı hızla yeryüzünden silinmiş ne kadar tanrıça varsa hepsinden ve aslında bir ve tek olan parçamızdan bahsedeceğim. Her birine tek tek ve sonunda bir tek selam göndereceğiz. Annelerimizden, teyzelerimizden, büyük ninelerimizden, kızlarımızdan, arkadaşlarımızdan esirgeneni, unutturulanı konuşacağız. İçimizde saklı olduğunu bilmediğimiz, ama sezdiğimizde ve her coştuğunda kafası taşla ezilen parçamızdan nasıl hunharca kopartıldığımızdan bahsedeceğim.

Konuşmamı Ave Maria dinleterek açmayı düşündüm. İnese Galante söylesin. O billur sesiyle yeryüzünden cennete yakarsın, biz gözyaşı dökelim.

Ben ne zaman acısına dayanamayıp kalbimi söküp çıkartsam, ortaya koysam ve ne zaman gözyaşlarımla odacıklarını, kapakçıklarını bir bir yıkasam, Meryem hemen gelir. Meryem  Ana Hızır gibi, İdris gibi çağlarla, mekanla sınırlanamayacak çok güçlü bir enerjidir, insanı sevgi ve ışığın gücüne inandırır. Meryem Ana, kadına tanrıçalığını hatırlatır, iade-i itibardır Meryem'le temas.

Tüm gelmiş geçmiş tanrıçaları eteğinin ucuna toplar Meryem, onun her çocuğuna yeter sevgisi. Güney Amerika'da siyah tenliyken, Avrupa'da akça pakça bir genç kadındır. Bizim topraklarımızda sanki rakibiymiş gibi sunulan Hazreti Fatma'yla da bana sorsanız can ciğer kuzu sarmasıdır.

Adı değişir, ten rengi, kıyafetleri değişir ama aslında kadının gücü, ışığı, merhameti ve şefkati dışında herşey karanlık ve yalandır Dünya'da.

O yüzden bu gece eğer denk gelmişseniz ve bu yazıyı okuduysanız lütfen Ave Maria'daki yakarışın güzelliğini kalbinizle, onun kulaklarına güvenerek dinleyin. Ve korkmayın, bin hayatta da kafamızı  kırsalar yine de buradayız, yine buralarda olacağız:)






8 Mart 2025 Cumartesi

OTOMOBİL UÇAR GİDER...


İstanbul'dayım. Devlet hastanesindeki günlük fizik tedavi seansım az önce bitti. Terapide beni yönlendiren uzman, Gözde, çocukluk arkadaşım. Sadece bedenimin değil, ruhumun ve hayatımın zorlayan girinti ve çıkıntıları hakkında da fikir sahibi olması benim şansım. Yıllar içinde canına okuduğum, kıymetsizleştirdiğim hatta yok saydığım yerden ayağa kalkmama Gözde yardım ediyor. 

Bacaklarım, bedenimin alt kısmı bir süredir taşlaştı sanki, beni taşımayı reddediyor. Öyle ki ben görmezden geldikçe katlana katlana artan acı beni buraya kadar getirmeyi ve ne yapıp edip kendini görünür kılmayı başardı. O zaman anladım ki her şey görülmek, bilinmek istiyor. Görmezden gelinmek katlanılır şey değil. Üstelik sadece Tanrı da değil; olumlu ve olumsuz tüm durumlar, duygular, düşünceler... Herkes ve herşey görülmek, duyulmak ve bilinmek istiyor.

Yeni arzum bu: kendimi yeniden, kendim için görünür, duyulur, bilinir kılmak. 

Hastane çıkışında Gözde'nin tarif ettiği kasaba doğru yürüyorum. Neyse ki dizimde ve kalçamda bu hafif tempolu yürüyüşümü baltalayacak ses yok. Fakat kasapta ciğer kalmamış. Çok sevdalısı olmamakla birlikte b vitamini için yemem gerektiğine karar verdiğimiz ciğer yok denilince fazla dert etmedim. Rotamı siyez unundan ürünler satan dükkana çevirdim. İki tane sağlıklı lahmacun yesem güzel olmaz mıydı? Zaten yolun çoğu bitmişti, neredeyse varmıştım Şenesenevlere.

"otomobil uçar gider, gönlüm gibi coşar gider..."

A, a ben şarkı mırıldanıyorum! Ne kadar iyi bir haber, demek ki kendime bakmak, acımı, ağrımı sızımı sadece bedenimden değil, zihnimden, ruhumdan da kaçmadan görmek daha arzu aşamasında hemen hediyesini veriyordu. Doğrusu huyumu suyumu bilmesem bunu da doğru okuyamazdım ama ben acı çektiğimde acıyı görmezden geldiğim gibi iyi hissettiğimde mutluluğumu, huzurumu da göremem. Her ne olmuş ve nerede olmuşsa geçmişte, tüm duygulanımlarımın fabrika ayarları hasarlıdır. Ama gayet iyi bilirim ki dudaklarım şarkı mırıldanmaya başlamışsa, hele de hiç aklımda fikrimde olmayan bir şarkı döndürmeye başlamışsam aniden, orası mutlu ama sahiden içsel anlamda mutlu hissettiğim andır. 

O dakikalar öyleydi, minibüs caddesi üzerinde yürürken ne ciğer vardı aklımda ne pide, "otomobil uçar gider, gönlüm...."

Hemen anladım ki, dün kendimi iyi kılmak adına attığım o ufacık ama yıllar sonra atılabilen küçücük adımın ışıltısıydı yaşadığım.

Birgün önce şehrin en saygın nörologlarından biriyle görüşmeye gitmiştim. Saygınlığı insanın biricikliğinden bahsediyor oluşundaydı. Daha önce de adını duyduğum, hatta bir kez randevu alıp, nedense gidemediğim biriydi. Fakat dün gitmiş, odadan içeri girmiş ve söylediklerini duymuştum. Sanırım O da beni duymuştu ki hemen çalışmalar başladı.

Ömrümde ilk kez yardım istemiyordum ama çok yorgundum ve doğru yerden yardım istiyor olduğuma güvenmeye çok ihtiyacım vardı. Hayat beni garantici yapmıştı. Akışta, teslimde yaşayamayan, donmuş bir ruh, kaygılarla paralize olmuş zihin ve artık ikisiyle devam etmek istemeyen bacaklarım vardı. Her anlamda çakılıp kalmıştım, ilerleyemiyordum.

O masada uzandığım kırk dakika boyunca kasılmanın, gevşemenin, korkmanın, umut etmenin her rengi, her kokusu geçti bedenimden. İyileşmek istiyordum. Ölüm değildi canımı yakan, yaşama ait olamayan, donmuş ruhumdu kurtarmam gereken. Canlılığımın hakkını verememek dayanılmaz olmuştu.

Olacak demişti doktor, yavaş yavaş yaşama döneceksin. Peki dedim ve ertesi gün dudaklarımdan dökülen şarkı bu yüzden beni umutlandırdı. Olabilir miydi sahiden?

On yıl önce başlayan macerada  aslında ilk ses verdiğinde duymuş ve görmüştüm kan damarlarımdaki aksaklığı. Yaşam ruhumda ve zihnimde akmadığı gibi bedenimde de akmıyor alt bacağımda durgun bir göl gibi birikiyordu. İlerleyen yıllarda topuklarımdan çivilendim adımlarıma. Yetmedi asla başıma gelmez dediğim diz sorunları, bağ yırtıklarıyla taçlandı bedenimin çığlıkları. Kendimi iyi kılmayı bilmiyor, biliyorsam da bilinçaltımda öyle bir sağırlık ve düşmanlık besliyordum ki asla hareket geçemiyordum. 

Uzun ve sancı dolu günlerimde acı içinde kıvranarak etrafımı suçlamayı seçtim. Öfkem, kederim, görünmezliğim ateş olmuş ayak parmaklarımdan tepeme kadar alev almıştım. Etrafıma kıvılcımlar sıçratıyor, bir akrep gibi kıvranıyordum.
Epeyce bir süre sonra nihayet seçimimi yaptım ve kendimi sokmanın tek çare olmadığına ateş denizini geçebileceğime karar verdim. Sadece yardıma ihtiyacım vardı. Zaten bu şekilde devam etmekte ısrar edersem ölecektim. Ben ölümle gelecek yaşama inanmasam ateş çemberini geçemezdim, bir doktorun kapısını çalıp uzatılan eli tutamazdım.

Şimdi çemberin dışından yazıyorum. Şaşkınım. Sahiden kendimi sokmama gerek kalmamış olabilir mi, inanamıyorum. Ama diliyorum, diliyor ve inanıyorum. Bu yazdıklarım da hislerim kaybolmasın, geriye dönüp baktığımda hafızam bana tuzak kurarsa kanıtım olsun diye. 

Ateş çemberinden çıkmayı seçmiş bir akrebim ben, kendi ölümüne karar veremeyeceğini anlayıp, canlılığını sorguya çekenim. Yaşamadan ölmeyi reddedenim.

















7 Mart 2025 Cuma

RESİF


Gün batımını izleyerek denize paralel yürüyordum. Kıyıda resiflerde o güne kadar hiç karşılaşmadığım büyükte  bir deniz kabuklusu duruyordu. Çölü ardıma alıp, soluma sıralanmış dağları izleyerek ya da onlar beni izlerken, kabuğa doğru yürümeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm. Resife ulaştığımda Ay yükselmiş, ardımda kalan kıyı şeridindeki restaurant ve kafelerden müzik sesi yayılmaya başlamıştı. 

Kabuk o güne kadar gördüklerimden kat be kat büyüktü. Dertop edilmiş bir döşek gibiydi ve tüm deniz kabukluları gibi fırfırı sağa doğruydu. Uzunluğu seksen doksan santim, çapı da tahminime göre 60  santim civarındaydı. Uzaktan bakıldığında, dip kısmı klasik formdan biraz daha dar  bir pithos da diyebilirdiniz ona ama değildi. Belli belirsiz kımıldıyordu ve beni o, gözün zar zor gördüğü hareketle getirmişti yanına. 

Etrafında dolaşmaya başladım. hayret içindeydim ve şaşkınlığımın nedeni kabuğun büyüklüğü değil, açıklığından dışarı taşan canlının uzuvlarıydı. Gördüğüm kollar bir kafadan bacaklının değil, bildiğimiz homosapiensin kollarıydı; incecik, neredeyse bembeyaz, üzerinde açık kahverengi çiller olan iki kol ve bir kafa! Hava kararmıştı. Neyse ki cebimde fener vardı. Sık sık ve aniden kesilen elektrikler yüzünden fener taşıma alışkanlığı edinmiştim. Fenerimi çıkarttım ve hızla yükselen nabzıma ve buz gibi terleyen ellerime aldırmamaya çalışarak düğmesine bastım.

Yanılmamıştım. Saçlar kızıldı. Uzun, kızıl saçlar. Fakat bir yengeç dolanıyordu saçların arasında. Üstelik bu yengeç geçen yıl dalışta gördüğüm en tehlikeli türlerden olan resif şeytan yengeciydi. Biliyordum, yenmediği sürece zehrini akıtabileceği mekanizması yoktu fakat yine de onu ölü mü canlı mı olduğunu henüz bilmediğim bu kadın/kabuğun saçlarında görmek beni irkiltmişti. Fenerin ışığını doğrudan gözlerine hedefleyerek uzaklaştırdım onu. İnanır mısınız gitmedi! Işığı üzerinden çektiğim noktaya mıhlanıp, sanki avını elinden almış hainin tekiymişim gibi bize bakıyordu. 

Olağandışı bir anın içinde muhtemelen tekrarı mümkün olmayan o sahnede er ya da geç saçları kenara toplayıp o yüze bakmam gerekeceğini biliyordum. Sadece zaman kazanıyordum. Yavaşça bileğini kavrayarak nabzını yokladım. Yavaş da olsa kalp atışı vardı. İşte şimdi onu çevirebilirdim. 
Belki tam ben bu işlerle debelenirken, sahildeki evlerin birinde terasta içkisini yudumlayan genç sanatçılar kamerayı kurmuş ve benim bu sıradışı durumla veya sanat eseriyle ne yapacağımı kaydediyorlardı. Hatta kimbilir belki de birkaç saat içinde yılın en çok tıklanan youtube videolarından birinin kahramanı olacaktım? 
Sesli güldüm. Böyle bir kurgunun içinde olma ihtimalim kalp atışlarımı sakinleştirmiş,  vücut ısım da makul seviyeye gelmişti. Bir kez daha dev kabuğun etrafında dolandım ve ellerimi üzerinde dolaştırdım. Yapısına dair ipucu arıyordum. Kokladım, dokundum. O kadar iyi dizayn edilmişti ki, kokusuna kadar kesinlikle deniz kabuklusu olduğuna bahse girebilirdim.

Kabuğa zarar vermekten çekinerek yavaşça çevirmeye başladım. Resifte takıldığı oluktan daha düz bir zemine yuvarlamak istedim. Kabuk dönünce kadının yüzü ve kolları da savruldu. Gerçekten müthiş tasarım diye düşündüm. Artık sırtüstü yatıyordu insan kısmı. Dev kabuğun bombesi yüzünden bel hafif havada kalmış, bembeyaz göğüsleri meydana çıkmıştı. Nefesimi tutuyordum. Saçlarını yüzünden kenara çektim ve ikimiz aynı anda derin bir nefesle gözlerimizi açtık.

O artık neredeydi bilmiyorum fakat ben odamda, yatağımdaydım ve saçlarım boğazıma dolanmıştı.







6 Mart 2025 Perşembe

PERŞEMBE'Yİ GÜNEŞ ALSIN

 


Günaydın :)

Güzel bir sabah değil mi? Serin, güneşli. Geçmişte böyle hissetmezdim fakat şimdi güneşin yaşamakla ilgisini, canlılıkla bağlantısını sezebiliyorum.

Eskiden hissetmezdim. Buz gibiydi kalbim. Sadece düşünürdüm. Düşünür, kırılır ve küserdim. Küsmeyi annemden, düşünmeyi babamdan öğrendim. Kırılmayı da ben ekledim. Böylece müthiş bir kombinasyon yarattım hayatımda.

Fakat hepsinin anlamsızlığında buluşturdu hayat beni. Öyle yavşak bir kavşaktayım ki ya devam edeceğim ya da arkadan gelen bir aracın kurbanı olacağım. Tarih beni yazmayacak. Soylu veya ünlü değilim. Kendimle ilgili keşiflerimi saymazsak kaşif olduğum da söylenemez ama önemi de yok, zira ben burada kendi tarihimi, tekerrür eden hikayelerimi bol bol yazdım. Söz uçar, yazı internette sürünür. Oysa havalı kağıtlara, güzel bir ciltle basılı kalmak istemeyen söz var mıdır?

Ben mektup takımlarını çok severim. Ne zaman bir kırtasiye bulsam hemen bakarım ne var ne yok diye. En son Almanya'dan almıştım güzel bir takım, kullandım. Gerçekten yazılanlara değer kattığını düşünüyorum. İnsan iyi tasarlanmış, dokusu güzel bir kağıda dokununca keyifleniyor.

Konu neydi? Gitti yine aklımdan.

O halde hayırlı bir Perşembe olsun.



2 Mart 2025 Pazar

CANLI BİRŞEY: TOPRAK

AĞIR AMELİYATTAN ÇIKAN ve hastaneyi birgün terkedeceğine inanan hasta misali gezegendeki günlerimizi umursamazca tüketiyoruz. O yaşama dönecek, biz içinde eksiklendiğimiz yaşamdan ölüme geçeceğiz. Arada fark var mı derseniz, emin olamıyorum. Zira O da acı çekmekte, biz de, onun da kendini oyalamak zorunda oluşu kaçınılmaz gerçek, bizimki de.

Son okuduğum kitapta bir deney grubuyla altı ay yeraltında yaşamış adama nasıldı orada olmak diye soruyorlar. Canlıydı diyor, canlı birşeyin içindeydim. O HALDE YAŞAM BİTTİĞİNDE veya biz yaşamayı piç ettiğimizde bizi başka bir canlılığın içine bırakıyorlar diyebilir miyiz? Yeryüzündeyken başaramadığımız canlılığın hakkını verme işini belki orada başarırız diye son bir deneme mi? Ağaç köklerine, mantarlara, böceklere, çiçek ve kuşlara karışıyoruz... Hayal gücümüzün oldukça dışında ve belirleyemediğimiz şekilde karışıyoruz yaşama. aslında yine bir sürükleniş.. Belirlemek? Sanki yeraltına inmeden evvelki bölümü biz mi biçimlendiriyorduk? 

Ne anlatıyorum ben Allah aşkına? Git orucunu aç dostum:))