Gün batımını izleyerek denize paralel yürüyordum. Kıyıda resiflerde o güne kadar hiç karşılaşmadığım büyükte bir deniz kabuklusu duruyordu. Çölü ardıma alıp, soluma sıralanmış dağları izleyerek ya da onlar beni izlerken, kabuğa doğru yürümeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm. Resife ulaştığımda Ay yükselmiş, ardımda kalan kıyı şeridindeki restaurant ve kafelerden müzik sesi yayılmaya başlamıştı.
Kabuk o güne kadar gördüklerimden kat be kat büyüktü. Dertop edilmiş bir döşek gibiydi ve tüm deniz kabukluları gibi fırfırı sağa doğruydu. Uzunluğu seksen doksan santim, çapı da tahminime göre 60 santim civarındaydı. Uzaktan bakıldığında, dip kısmı klasik formdan biraz daha dar bir pithos da diyebilirdiniz ona ama değildi. Belli belirsiz kımıldıyordu ve beni o, gözün zar zor gördüğü hareketle getirmişti yanına.
Etrafında dolaşmaya başladım. hayret içindeydim ve şaşkınlığımın nedeni kabuğun büyüklüğü değil, açıklığından dışarı taşan canlının uzuvlarıydı. Gördüğüm kollar bir kafadan bacaklının değil, bildiğimiz homosapiensin kollarıydı; incecik, neredeyse bembeyaz, üzerinde açık kahverengi çiller olan iki kol ve bir kafa! Hava kararmıştı. Neyse ki cebimde fener vardı. Sık sık ve aniden kesilen elektrikler yüzünden fener taşıma alışkanlığı edinmiştim. Fenerimi çıkarttım ve hızla yükselen nabzıma ve buz gibi terleyen ellerime aldırmamaya çalışarak düğmesine bastım.
Yanılmamıştım. Saçlar kızıldı. Uzun, kızıl saçlar. Fakat bir yengeç dolanıyordu saçların arasında. Üstelik bu yengeç geçen yıl dalışta gördüğüm en tehlikeli türlerden olan resif şeytan yengeciydi. Biliyordum, yenmediği sürece zehrini akıtabileceği mekanizması yoktu fakat yine de onu ölü mü canlı mı olduğunu henüz bilmediğim bu kadın/kabuğun saçlarında görmek beni irkiltmişti. Fenerin ışığını doğrudan gözlerine hedefleyerek uzaklaştırdım onu. İnanır mısınız gitmedi! Işığı üzerinden çektiğim noktaya mıhlanıp, sanki avını elinden almış hainin tekiymişim gibi bize bakıyordu.
Olağandışı bir anın içinde muhtemelen tekrarı mümkün olmayan o sahnede er ya da geç saçları kenara toplayıp o yüze bakmam gerekeceğini biliyordum. Sadece zaman kazanıyordum. Yavaşça bileğini kavrayarak nabzını yokladım. Yavaş da olsa kalp atışı vardı. İşte şimdi onu çevirebilirdim.
Belki tam ben bu işlerle debelenirken, sahildeki evlerin birinde terasta içkisini yudumlayan genç sanatçılar kamerayı kurmuş ve benim bu sıradışı durumla veya sanat eseriyle ne yapacağımı kaydediyorlardı. Hatta kimbilir belki de birkaç saat içinde yılın en çok tıklanan youtube videolarından birinin kahramanı olacaktım?
Sesli güldüm. Böyle bir kurgunun içinde olma ihtimalim kalp atışlarımı sakinleştirmiş, vücut ısım da makul seviyeye gelmişti. Bir kez daha dev kabuğun etrafında dolandım ve ellerimi üzerinde dolaştırdım. Yapısına dair ipucu arıyordum. Kokladım, dokundum. O kadar iyi dizayn edilmişti ki, kokusuna kadar kesinlikle deniz kabuklusu olduğuna bahse girebilirdim.
Kabuğa zarar vermekten çekinerek yavaşça çevirmeye başladım. Resifte takıldığı oluktan daha düz bir zemine yuvarlamak istedim. Kabuk dönünce kadının yüzü ve kolları da savruldu. Gerçekten müthiş tasarım diye düşündüm. Artık sırtüstü yatıyordu insan kısmı. Dev kabuğun bombesi yüzünden bel hafif havada kalmış, bembeyaz göğüsleri meydana çıkmıştı. Nefesimi tutuyordum. Saçlarını yüzünden kenara çektim ve ikimiz aynı anda derin bir nefesle gözlerimizi açtık.
O artık neredeydi bilmiyorum fakat ben odamda, yatağımdaydım ve saçlarım boğazıma dolanmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder