29 Eylül 2024 Pazar

DAM KEDİSİ VE BEN




Bana herşey ve her şeyin sebebi bile gösterilse şimdi, artık bende bunları beğenecek hal, Hızır'a "haa" diyecek hal kalmadı. Aşırıya kaçtığımı biliyorum ama kaçabileceğim başka bir yer de yok. Aşırılık zaten bundandır.

                                                                                                     Öyle miymiş?, Şule Gürbüz


İyi Pazarlar,

Dün Kel Kör Karga bugün Dam Kedisi ise konum, niye dersin sen şimdi. Öyleyse dinle. Dikkate aldığım, kutsal bellediğim tek emir kipi "oku" dur. Bundan mütevellit epeyce okumuşluğum da vardır. Ancak kitapların eriştirdiği yerden etrafa bakınca insana iyi gelen tek şey göğe yaklaşmışlığı olsa da bu hal bir kaynaşmışlık değil... Bir o kadar  fenalık hissi veren ise asıl olana daha çok yol olduğunu farketmek. Kalan yolun yolcusu olmaya adaysan kitabı kalemi bırakma zamanıdır. Bundan böyle kitap lazım değildir. Kendin sandığın şeyi ararken, aradığının dünyevi düzlemde bulunamayacağına aymak için gerekliydi kitaplar ama işlevlerini tamamladılar. Bütün o okumaların ulaştırdığı yerde durduğun an fazla öfkelenmemek lazım, zira her bir kitap gerekliydi. Bizden öncekiler de aynı yolları yürüdüler. Ama hepsinin sırra kadem bastığı, yazmayı okumayı bırakıp hiç olduğu an vardı. Öyle ki sonrasını bilmiyoruz... Yedi Uyurlar uyandıktan sonra ne oldu? Bilmiyoruz. Şems kuyuya atılmıştı ama öldü mü? Emin olamıyoruz. 

Velhasıl okumakla olmayacağını anladığım noktada okumaya değer bulmadığım her kitabı daha ilk sayfalarında bırakıp yüzümü güneşe, aya, ağaca, denize döndüm. O zaman anladım ki okumak ve doymak diye anlatılan bildiğimiz okumak ve doymak değil. Sofra da zaten çorbayı, ekmeği koyduğumuz yer değil. 

Belki bu yüzden sarmaşığa, kargaya, kediye, börtü böceğe daha sardırır, onlardan kendimi ayrı tutmaz oldum. Kendini daha fazlası zannedenle de aynı sebepten aram açıldı.

Şimdi izninle Dam Kedisi'nin bende uyandırdığı hayreti anlatacağım.

Aylardır her pencereyi açışımda gözleri bendeydi. O beni görüyor, ben ona bakıyordum. Dayım hastaydı, istesem de baktığımı net göremiyordum. Kalbime ölümün gölgesi düşmüştü, içimde uzanmış ölümler kımıldanırsa diye telaşlıydım. 

Her akşam perdeyi kapatırken orada bekliyor ve sabah pencereyi açtığım an sese geliyordu. Sonunda ona ufak tefek yiyecekler atmaya başladım. Çok güzeldi. Erkek. Sarı siyah alacalı upuzun tüyleri, kehribara çalan yeşil gözleri vardı. Mecbur bırakılmadıkça miyavlamıyordu. Bağırmak, yalvarmak fıtratında yoktu, sadece dikkatlice bana bakıyordu. 

Sonunda ona baktım ve gördüm. Ona özel mamalar sipariş ettim ve insana özgü isim verme hevesiyle Dam Kedisi dedim.  İki lokma verdim diye benden evvelki varoluşuna saygımı büsbütün yitirdim.  Onun, hikayemin güzel bir parçası olduğuna inandım. 

Oysa Dam Kedisi'nin minneti değil, sadece kesintisiz bakan bir çift gözü vardı.

Haftalar geçiyor, perde rutinimiz oturuyor ve artık sorumluluğa susamış ruhumun serinliği  Dam Kedisi oluyordu. Böyle böyle günler ilerlerken, bir süre şehir dışına gidince,  döndüğümde orada olur mu diye endişelendim. Fakat oradaydı, gitmemişti. Güneşlendiği, uyuduğu ve beni beklediği yerde, karşı binanın müştemilatının damındaydı.

Birkaç defa yiyeceğini diğer kedilere, hatta son birkaç gündür de yavaş ve isteksiz hareketleriyle martılara kaptırdığını fark ettim. Beton bölümde hiç durmayarak, saç damın ucunda oturmaya başlamıştı. Sacın ortasına bile atsam yemeği kokluyor ama olduğu yerden kımıldamıyordu. İçim bir tuhaf oldu, gözleri mi görmüyor diye telaşlandım. Ertesi gün daha önce yemeğini attığım beton kısma düşen beton parçalarını gördüm. Kim körmüş? Kedi mi? Ben! Ben!

Dam Kedisi çatıdan dökülen beton parçalarından uzak durmayı biliyor, güvenli alandan bir lokma yemek uğruna çıkmaya değmeyeceğini bilip,  benim bunu görmemi bekliyordu!

Kim kör, kim bakan, kim gören? İşte hayat kitabı insanla böyle konuşuyor. Kel Kör Karga yolluyor, olmadı karşı evin müştemilat damına bakmakla görmek arasındaki farkı anla diye Dam Kedisi'ni koyuyor. Dilsiz Kullar şiirli bir yerden susarken, insanın gürültüsü her an daha anlamsız geliyor.

Ben okumaya devam ettikçe bir vakitler çok sevdiklerimle aramdaki mesafe hızla açılıyor. Bu ucunu kaçırmama ramak kalan yalnızlık dörtnala koşan at gibi, içimden dizginlemek gelmiyor. 

İyi Pazarlar





28 Eylül 2024 Cumartesi

KARINCALARIN TANRISI

 

Maçka'da bir köydeyiz. Annem henüz anne değil, Çamçak Hatice'nin torunu. Güzel bir kız çocuğu ama fazlasıyla haylaz. Anneannesini anne, dedesini baba bildiğinden olsa gerek hiçbir eksiği yok. Kırlarda, bahçelerde astığım astık, kestiğim kestik yaşıyor. Uzun ipek gibi saçları var. Tertemiz, örgülü. Neresinden bakarsan bak, yetim gibi değil.

Dedesi kocaman ekmek dilimlerine bolca tereyağ sürüp yediriyor ona, ineklerin sütü desen elbette ilk kupa hep annemin. Keyifleri yerinde. Okula gidilen, geri kalan zamanda coşup gülünen yıllar.

Annemin kendince oyunları var. Bir tanesi komşudan yumurta çalıp içini içip, kabuklarını kase yapmak. Dedesi tarafından enselenene kadar süren bu oyunda anneme ilk kez cennet cehennem anlatılınca durmuş. Aynı şey karıncalarla da yaşanmış. Annem karıncaların sosyal yaşamında aktif rol oynadığı oyunlar kuruyor, kim ne tarafa gidecek, suda mı boğulacak, başına taş mı düşecek kararlar alıyormuş. Bu oyun da dedenin radarına girmekte gecikmemiş. Çünkü Tahsin Dede canlılığa saygılı, inançlı bir adammış. Bende tanışmıştım onunla, çok tatlı kocaman bir gülümsemesi vardı. Az kelimeli, gözleri ışıltılı bir ihtiyarcık.

Annemin zaman içinde oyun kurma işini büyüttüğünü, hatta azıttığını söyleyebiliriz. Zira mesele ağaca tırmanıp aşağıdaki arkadaşlarına tanrınız benim demeye kadar varmış. Yaşayın diyor çocuklar yaşıyor, dans edin dediğinde ediyor, hasta olun veya ölün dediğinde de ölü ve hasta taklidi yapıyorlarmış. Ne kadar sürmüş bu oyun, annem kaç vakit tanrı olmuş bilmiyorum. Dedesi orada da enseleyip iki çift kıssa patlattı mı, o da meçhul. Ancak annemin ağaç maceraları tanrı eliyle sonlandırılmış olmalı ki ağaçtan düşüp alnını yarmış. O yüzden mi bilmem ama annem karayemiş çok sever. Düştüğü ağaç ya karaağaç, ya da karayemiş ağacıymış.

Hayatta kısacık bir süre için bile olsa herşeyi kontrol edebilmek muhtemelen güzeldir. Ben de yaptım, üstelik çocuk değildim ve ağaca çıkmamıştım. Yalnızca sevdiklerimi iyi kılma derdindeydim. O kadar hırslanmıştım ki "iyi bir yaşam hakkına" kendime ne ettiğimi çok sonra anladım. Velhasıl bir dönem tanrı olmuş, sonra asi bir kul olarak devam etmiş kelimenin tam anlamıyla eğitilemez, rotaya sokulamaz bir annenin kızıyım ben. 

Annem mi? Annem hala o ağacın altında. Düştüğü günün anısında hapis, tekrar tanrı olacağı günün özleminde tutuklu.

27 Eylül 2024 Cuma

KEL KÖR KARGA BURADA

 

HERKES NAMAZA GİTTİ ZAHİR, YAZIMI KİMSE OKUMAMIŞ:))) Neyse, size iki gün önce beslemeye başladığım Kel Kör Karga'nın hikayesini anlatacağım. Birara okursunuz.

Kitapları babam alıp eve getirmiş, annem benden fazla sevmiş ve bence bir bir okumuştu. Üç küçük ruhtuk evde; iki yetiştik, bir çocuk. Bahçemiz, çiçeklerimiz, havuzumuzda japon balıklarımız ve o yıllar düşünülünce gayet normal sayılacak bolca huzurumuz vardı. Mutlu muyduk emin değilim ama keyfimizi bozacak birşey yoktu.

Behrengi'nin masallarıyla büyüdüm ben. Püsküllü Deve, Sevgi Masalı, Karga, Bir Şeftali Bin Şeftali ve elbette Küçük Kara Balık. İlk kitabımdı Küçük Kara Balık. Okutmalara doyamazmışım öyle diyor annem. Fakat diğer hikayeler de en az Kara Balık kadar iz bırakmış ki bende Kel Kör Karga bana geldiğinden beri kargalar hakkında ne biliyorsam Uldız'dan öğrendiğimi fark ettim; hikayedeki öksüzdü Uldız.

Yetim ve öksüz kavramlarını henüz bilmediğim yıllarda tanıştım Uldız'ın üvey anası ve üveyliği aratmayan babasıyla. Bizim evden farklı bir evde, bambaşka coğrafyaların çocuğuydu Uldız ama nihayetinde o da ufacık bir kızcağızdı işte. Sana göre hikayedeki kahraman, bana göre oyun arkadaşımdı. Kargaları sevmeyi muhtemelen ondan öğrendim. Aslında ben hayata dair neredeyse herşeyi kitaplardan ve o ilk evimizin bahçesinde öğrendim. 

Uldız ve Kargalar hikayesi ne kadar hazin olursa olsun bir sonraki karga hikayem tam anlamıyla aşk masalıydı. Harun'a çok aşıktım ve kargalar bizi biliyor, bizi yüzyıllar ötesinden hatırlıyorlardı. Önce hiç anlayamasak, anlamlandıramasak da ilerleyen zamanlarda galiba bizde onları anımsadık... Zamanın bir yerinde gün batıyordu. Komşunun çılgın köpeği delice havlarken, kargalar siyah eşsiz lekeler olarak uçuyorlardı göğün alacasında. Harun'la birbirimize sarılmış, arazi sınırının dünyanın sonu olduğuna ikna, içinde nefes aldığımız anın sonsuzluktaki değerini iliklerimizde hissediyorduk. Biz hep oradaydık aslında kargaların ve bir çılgın köpeğin kutsadığı günbatımında. Ve orada da kaldık.

Haberci güvercinlerimiz kargalardı. Aramızda haber taşıma işini evren onlara vermişti ve biz bunu çok beğendik. Bir ortaçağ kalesinde tanışmış, iki yüz senelik kule evin sakini olmuştuk. Elbette bizim mesajlarımız olsa olsa yarasalara, hadi bilemedin kargalara emanet olmalıydı.

Uzun seneler zaman zaman bana birşeyler işaret etseler de kargalarla bağım bir daha o iki tılsımlı dönemdeki gibi olmadı. Ama şimdi, ben balkonda öylece dururken gelen Kel Kör Karga peynirini alıp gitmiyor, sanki ben sırtına bineyim diye bekliyor. Her defasında ağzında peynir, biri simsiyah, diğeri kataraktlı gibi mavilenmiş, buğulanmış gözüyle dikkatlice bana bakıyor. Kel Kör Karga bugün değilse yarın konuşur, bekliyorum.

Seni uzun zamandır bekliyorum Kel Kör Karga, anlat bakalım neler oluyor hayatta?



CUMA

 

İstanbul'da denize girilecek kadar güzel bir sabah. karnımdaki korkunç ağrı olmasa Caddebostan'a yüzmeye gidebilirdim ama hiç halim yok ne yazık ki. Menapoz böyle mi başlıyor bilmiyorum, fakat şu güne kadar bir iki istisna dışında hiç adet sancısı vesaire bilmediğimden bu tuhaf ağrı canımı sıkıyor, karnım davul gibi. Doğurmayacak kadının yumurtlaması gayet gereksiz bişi diyeceğim ama öğrendim ki öyle değilmiş. Yani mis gibi hoplayıp zıplarken üç gündür durdum ve hiç iyi hissetmiyorum.

Bu saçma hisse rağmen dün Gözde ile buluşup güzel bir Üsküdar günü geçirmeyi başardık. Birkaç senedir gecikmeli de olsa doğumgünlerimizi birlikte kutluyoruz ve ben bundan çok memnunum. Kuzguncuk sahili özlemişim. Oralarda dolanmak iyi hissettirdi. Fakat bugün evden çıkmak istemiyorum, halim gücüm yok. Biraz kitap okumak ve dinlenmek sanırım iyi gelecek.

Herkese şahane Cumalar dilerim.

25 Eylül 2024 Çarşamba

KRONİK TEMBELLİKLE KRONİK YORGUNLUK VE AZICIK DA HAYAT AYNI ÇIRPICIDA UZUN SÜRE ÇALKALANINCA NE OLUR?

 

SON HAFTALARDA önceki dönemlere göre daha fazla sosyalleşiyor ve bir grup insandaki bezginliği, kronik yorgunluğu izliyorum. Farklı sebeplerden hemen hemen herkes benzer şeylerden bahsediyor; yorgun, umutsuz ve tatsız olma. Kımıldamaya dair gönülsüzlük.

Bir şekilde yaşam bizi veya tam bir yanılsamayla biz yaşamı sürüklüyoruz fakat asıl olmakta olan şu: canlılığımız tehdit altında. Üstelik nasıl önlem alınır, neresinden toparlanır bilemiyoruz. Yemekler eskisi kadar lezzetli değil, içki içmek desen öyle. İş güç için hepimiz ivmelenmeye çalışıyoruz ancak üzerimizde ölü toprağı varmışcasına garip ruh hallerindeyiz. Kısacası ne anlayabiliyor, ne de anlatabiliyoruz olan biteni.

İyi hissetme hali ruhen pek mümkün olmadığı gibi bedenlerimiz de yorgun. En spor sever arkadaşımız iki gece dizi izlese pert olurken, mahallemizde beyin kanaması ve kalp krizi yaşı elli altına düştü. Öfke nöbeti geçirip eşini tokatlayandan veya evden çıkmayarak kendini tecrit edenden hiç bahsetmeyeceğim. Kanser de var. Çok şükür kaybetmedik ama korkusu yetti. Peki ne oluyor? En hafifi tansiyon ve anksiyete, en azılısı kanser ve krizler olan bu sarmaldan nasıl çıkılacak? 

Bana göre ön görülmüş ama umursanmamış senaryolarda avanak avanak geziniyoruz. Yıllar evvel çıkmış olmalıydık şehirden. Şehir işgal edilmeden, alım gücümüz yerle yeksan olmadan gitmiş olmalıydık. Çok söyledim, çok yalvardım ama umursamadılar. Şimdi durup durup bana anlatılan bu tatsız hikayeleri dinlerken konuşmak bile istemiyorum. Aynı kapanda sıkışmış bir fare olarak ne diyebilirim ki?

içimizde ve dışımızda azıcık ama gerçek anlamda azıcık kalmış olan yaşamı yeni bir saksıya alıp, toprağını değiştirmek farz oldu. Yapmazsak devamı hiç aydınlık görünmeyen şu sarmal herkesin sonu olacak. Ayakları kuyunun dibine vurup çıkmanın tam zamanı yoksa veda vakti gibi görünüyor....

21 Eylül 2024 Cumartesi

KIZIL KAHVE CEKETLER, DERİ BOTLAR VE YEŞİLİN VEDASI.

 

BÜYÜK BİR aşkla bağlı olduğum İstanbul'u yeniden keşfetmeye hevesliyim. Geçen yıl bu mevsimde Bodrum'daydım ve öyle başım dönmüştü ki denizin güzelliğinden geri kalan herşey ayrıntıydı. Aklım fikrim suyun içindeki dakikalarda, gerisi sadece sonraki kavuşmaya kadar geçirdim zamandı. Harun'a aşıkken onunla olmadığım, ondan mektup almadığım günleri de böyle yaşardım, geçiştirirdim. Demek insan sadece insana değil, mevsime, mevsimin sunduğu güzelliğe de abayı yakabiliyormuş. Ancak bunun için helalinden elliyi devirmek gerek. 

Yüzmek her sabah benim adıma düzenlenen vaftiz töreniydi. Güneş seramoniyi yöneten ilahi güç, kainatın mimarından gelen tılsımlı ışık ve su içimi dışımı paklayandı. Çoğu zaman ne yaptığımı bilmesem de teslimiyetin tadını almıştım. Kollarım, bacaklarım farklı yönlere uzanırken ve milim milim uzarken, katılaşmış zihnimin, buz kesmiş kalbimin ufak ufak çözüldüğünü hissediyor ve fokur fokur kaynayan çorbaya atılmış buz küpü misali korkmam gerekirken, tam tersi çorbaya karışmak istiyordum. Sıcak ülkeleri hayal ederek hayatta kalmış kalbim yanım kül olmak pahasına atlamıştı çorbaya, bitsindi artık şu sen ben davası, artık hiçlikle veya birlikle gelecek olana hazırdı.

Bütün bunları şimdi yazıyorum, çünkü hücrelerime bıraktığı hissi ancak okuyabiliyorum. 






20 Eylül 2024 Cuma

DAM KEDİSİ DEPRESYONDA MI?

Kedi sevdiğimi biliyorsunuz. Her evimde içerideki çocuk dışında ötekilere de sardırdığım malum. Elimde değil. Her zaman kazanan ve iyi kılabilen olamıyorum bu hikayelerde. Bazen Korsan da olduğu gibi aptal bir şöför alıp götürüyor güzeller güzeli bir canı ama bazen de İsis'de olduğu gibi hayatta kalma süresi uzuyor bir diğerinin.

Şimdilerde karşı apartmanın müştemilat damında güneşlenen kediyi besliyorum. Hatta onun için özel mama alıyorum. İşsiz biri için iddialı değil mi? Belki öyle belki değil. Dünya aleminde neyin peşinden koşacağımıza kendimiz karar vermeliyiz. Öbür türlüsü büyük zaman kaybı.

Damda yaşayan ve sabah akşam pencereme bakarak bekleyecek kadar akıllı olan bu hayvan birkaç gün öncesine kadar diğerlerine yemeğini kaptırmayan cevval bir tavır sergilerken, şimdilerde atak davranan olursa kenara çekiliyor, yemeği ona bırakıyor. Hareketlerinde yavaşlık, gücünde azalma seziyorum. Belki de sadece kendi duygu durumumu ona yansıtıyorum. Emin değilim. 

Günlerdir ellerim titriyor. Babaannem gibi olur muyum bilmiyorum. Kahvesini içerken fincan dibinin tabaktaki tıkırtısı duyulurdu. Yine de beş tane Türk Kahvesi içtiği olurdu aynı gün içinde. Ah keşke olsaydı da gidip ona sorsaydım ne olacak bu dünyanın hali? O da anlatsaydı bin dokuz yüz kırklarda anne olmanın meşakkatini. Karneyle yiyecek alıp, memleketten gelecek treni gözlemeyi. Bunları hiç konuşamadık, ben hep yanlış gündemdeydim. 

Dam kedisi iyi olsun diye dua edeceğim bugün. Dama çıkıp bağıra bağıra ağlamak isteyen ruhumun selametine, içime serpilecek bir avuç suya dua edeceğim. Depresif olmak istemiyorum. Yaratıcı ve neşeli kalmak istiyorum. 





19 Eylül 2024 Perşembe

TETİKLENMEK

 

Kardeşine göz kulak olamadın Elvan, denize düştü. ( yedi yaşındayım, sen bak çocuğuna anne!)

Çok ağladın, uluyarak ağladın baban öldü. ( sekiz yaşındayım, keşke böyle birşey söylemek yerine kucağına alıp, derdimi sorsaydın, sana şımarsaydım anne! )

Tembellik ettin sınıfta kaldın ( Ölüyordum yalnızlıktan, babam gitmişti ve tekbaşımaydım. On bir yaşındayım anne )

Şişmansın. ( Ölüyorum yalnızlıktan, boşluklarla başa çıkamıyorum, mutsuzluktan içime ne varsa dolduruyorum anne )

Öfkelisin..... ( Çünkü korkuyorum )

Şusun, busun.

Yeter. Gerçekten yeter. Hiçkimsenin, hiçbir başlık altında bana kendimi yetersiz hissettirmesine, eksik, yavaş, arızalı muamelesi yapmasına iznim yok! Şefkatsiz, yukarıdan ve gerçekliğime dair tek fikri olmadan konuşan bir tek insana gücüm yok. Bitti. Benim gerçeğim hakkında kimseye konuşma izni vermiyorum. O kadar.

Çok canım yanıyor. Öfkeden ağlayacak hale geliyorum. Hiç mi elle tutulur yanım yok benim? Bu kadar mı sevilemez, yardım edilemez biriyim? Neden sınavım devam ediyor, niçin hala ederim tartışılır şekillde ortada gerçekten bilmiyorum. Ben insanları desteklerken, güzel övgülerle yüceltirken ben neden hep pataklanan, hırpalanan oluyorum?

Kesinlikle izin vermiyorum.

REDDETMEK

Dünya'da mutluluğu bulmanın, kabul görerek yaşamanın bedeli ağır. Ödememi bekledikleri meblağa sahip olmadığımdan değil, bu ödeme sonrasında geriye benden birşey kalmayacağından evet demedim. Yine de bir ödedim tabii, bu defa da tek başıma kalmanın bedelini ödedim ama ben bana kalmıştım.

Tüccar bir babanın kızıyım, aldığıma verdiğime dikkat ederim. Matematiğim pek parlak değilse de satılan veya takasa sunulanın ederini iyi tahmin ederim. Değmezdi. Kendimi yok sayarak başkaları tarafından var sayılmaya hiç değmezdi. Bu yüzden ödemedim. Bana sevgi, kariyer, saygı veya benzeri ne verilecek olursa olsun kendimi reddetmemi isteyen her alış veriş, her takas imkansızdı. Oluru yoktu, olmadı.

Kulun kula zulmünü, kulun derin uykusuna veriyorum. Ancak uykuda esir kalmış varlıklar diğerini aynı esarete çekmek isteyebilir. Oysa ben uyanmak, uyanmışlardan olmak istiyordum. Ha istiyordum da başarabilmiş miydim o ayrı. Fakat arzum buydu. Ben uyanmışlardan olmayı çok derinden özlüyordum.

18 Eylül 2024 Çarşamba

 

İnsan iç sesini duyamadığında dışarıdan birinin iç ses taklidi yapması ve rotadan sapan ne var ne yoksa hizalaması gerekiyor, ki biz buna bazen arkadaş, bazen mürşid, gün geliyor guru veya taksi şöförü diyoruz. Kim olduğu değil, bize ne ettiği önemli.

Bu sabah yolu gözümde büyütmeden, sancıyı tüm bedenime yaymadan evvel ne güzel ki böyle birine döküverdim içimi. Sağolsun o da hatırlamam gereken ne varsa bıraktı eteğime.

Uzun uzun seyrettim kucağımdaki hazineyi. Beni ben yapan her şey eteğimdeydi. Ne kalkıp silkelendim, ne de onları alıp ceplerime doldurdum. Ama bu satırlar muhatabınadır: dur artık. Ya da bu satırlar muhatabınadır: kımılda!

Bugün denizdeki kardinali seyrettim. Kuşlar konmuştu yamacına, çalkantılı deniz köpük köpüktü etrafında. Yaklaşma diyordu denizcilere, yaklaşma kayalık burası. Bende çok uzun zamandır kıyıya paralel bir kardinal gibiydim. Biri gelsin istiyordum ama durmadan yaklaşma sinyali veriyordum. Artık değilim, ben bir kardinal değilim. Hem kuşlar, hem dalgalar, hem de insanlar yanıma gelebilir. Geçmişi ve geleceği şimdi bugün burada değiştiriyor ve kendi hikayesinden firar eden tüm prensesler adına kraliçeliğimi ilan ediyorum:)

Kim olduğumuzu söylerlerse söylesinler önemli  değil, asıl olan kim olmak istediğimiz ve bunun için ne yaptığımızdır. Ben kımıldadım bugün, bana gerdan kıran şehrin incisine, mercanına, kedisine, yokuşuna açtım yüreğimi. Uzun zamandır bu kadar keyifli bir kahve ve kitaptan nasıl da mahrum etmiş, klişe göründüğünden nasıl da hayatımdan çıkartmıştım sokakta okumayı! Bu günden tezi yok, sadece kitap mı? Kalem, kağıt ve boyalarımla gezeceğim. Kim olduğuma ve hikayenin devamına da ben karar vereceğim. 

SARMAŞIK

 

Günaydın,

Bizim güzel sarmaşık kuşların o çok sevdiği meyvelerini vermeye başladı. Hatta tahminime göre bir iki haftaya kalmadan tatlı tatlı renk değiştirmeye başlayacak. İŞte o zaman balkon için yepyeni mutluluk saatleri başlıyor demek.

Bu ufacık balkon, zar zor sığan sandalyelerim ve masamla benim sığınağım oldu. Okumak, yazmak, dışarıdaki hayatı izlemek için hep balkondayım. Sabahın serini, akşamın renkleri ve hatta dolunay'ın kısacık konukluğu bile hep burada. Bana göre evin en huzurlu yeri. İnsana ufacık alanlarda nasıl da keyifli yaşanabileceğini anımsatıyor.

Bu haftanın ortasına geldik. Biraz sonra Etiler'e doğru yola çıkacağım. Acaba bir delilik yapıp Bebek sahile iner miyim? Bilemedim:) Hafta bitmeden yeni internet paketimi seçip, biraz ev toparlamak hatta Ardınç'ın paketini Ebru'ya teslim etmek güzel olabilir. Böylece bir sonraki hafta benim olur.

Ah sarmaşık diye başlamıştım değil mi? Onu beğeniyorum. Sadece güzelliğini değil, azmini, mevsimlerle itişmeyen, kendisini çekip çekiştiren kuşlara direnmeyen halini de seviyorum. Bana göre kendisi şehrin dört mevsim ziyarete açık doğa tarihi müzesi. Bazen yeterince param olmayışına hayıflanıyorum. Mesela bir yüzme havuzum yok:)) Ya da canım istediğinde Londra'ya uçup Kew Gardens gezemiyorum. Acaba müzenin girişindeki dükkan duruyor mudur?

Kahvemi bitirince ufaktan toparlanıp çıkmam lazım. Ama Marmaray'ın sakin saatini bekliyorum. Son yaşadığım soğuk algınlığı öyle sert geçti ki yenisine hiç istekli değilim. Ama hafta sonu tavuksuyu çorba yapıp atmalıyım dolaba. Sanırım kendisi çok geç keşfettiğim fakat çok önemli bir gereklilik. Her an insanın dolabında olmalı. 

Ne garip, kendime bakmayı yeni yeni öğreniyorum. Muhtemelen bu yoldaki yalnızlığımla henüz barışabildiğimden bu kadar geç kaldım. Yoksa insan neden böylesine erteler ki kendini? Saçma.

O halde ben başlıyorum güne, dilerim dolunay hepimize güçlü bir ışık olsun ve içerideki, dışarıdaki herşeyi görünür kılsın. Giden gittiği yerde mutlu olsun, dönmek isteyen acele etsin.




17 Eylül 2024 Salı

İSTANBUL İÇİN MASAL VAKTİ.

 

Ah canım, bahtsızım, ahraza gelin giden kraliçem, İstanbul'um, öyle özlemişim, o kadar  göresim gelmiş ki seni aman aman. Çok şükür kavuşturana sultanım. Ben sadık köleniz Elvan, eteğinize yüz sürmekten pek memnunum bugün. Elma şekeri yemiş, üzerine macun şekeri ısmarlanmış ruhum tutup çekmesem uçtu uçacak.  Çok özlemişim bulutların hızla geçtiği, vapurların vals yaptığı mavi gri gün ortalarını. Üst notalarda şehrin kendine has seslerini, orta notalarda gel geç misafirlerinin nahoşluğunu ve en altta dilsizlerin ehil olmayandan sakladıklarını.

Layığıyla sevilememiş, seveni tarafından bin kez bıçaklanmışken nasıl hala bu kadar masalsı, bu denli güzel olabilirsin anlayamıyorum. Evet kalabalık, kirli ve taşkınsın ama ya o deniz fenerlerin? Kubbelerin?  Olta sallayan, simit satan, banka kıvrılıp uyuyanl gerçek insanların?  Çok seviyorum, çok beğeniyorum seni İstanbul.

Kasımpatı vakti gelmiş. Türk kahvesi yanına lokum, kahveye konyak zamanına girmiş şehir. Kadife eteğini giyip Göksu'ya uzanmanın tam zamanı. Theodora'nın ruhuna Çengelköy'de soluklanmanın, Hürrem'in kuvartsla  tılsımlanmış türbesinde elham okumanın vakti. 

Özledim ben; Molla Gürani'nin minicik, devşirme sütunlarla süslü, hocanın hikayesini fısıldayan camiisini, Kılıç Ali Paşa'nın hamuşanını, Hazar Türkleri'ne yuva olan Karahimköyü'nün güzeller güzeli bina fasadlarını... II. Mahmud'un gavurluğuna gülümseten haliç kıyılarını çok ama çok özledim. 

Şehrin kendine has ışığını, mevsim dönümlerini, dökülen manolya yapraklarını, tohuma duran erguvanlarını doya doya seyrettim. Yüksek dozda uyarıcı almışcasına derin derin, içime içime işledi her baktığım, her gördüğüm. Kitapçıda dertop olmuş sokak köpeğinin acısını ciğerimde hissederken, onunla göz göze gelecek kadar insan kalabilen yanıma "aferim kız sana" dedim. Öyle yüreklendirilmeyen, o kadar yalnızdı ki o yanım, hakkıydı bir aferin aptal zihnimden! Salyangoz gibi kıvrılan, kıvrım kıvrım kıvranan ruhumun keyifle yükselişini izledim hayal dünyamda. Elma şekerini macuna bulamıştı ve her yanı rengarenkti!

Ne mi diyorum, masal vakti diyorum. Adım üç kez bağırıldığında uyanacaktım ya, bugün kraliçem üç kez Elvan dedi. "Elvan, Elvan, Elvan"

Adımı sevesim, İstanbul'un eteğinde uyanasım geldi.


16 Eylül 2024 Pazartesi

VEEEE İŞTE BEKLENEN SICAKLIK VE ÖZLENEN YAĞMUR.

 

Nihayet özlediğimiz ısıda uyandık. Bugün günlerden Pazartesi ve şehirlerden İstanbul'dayız. Hepimiz şu serin sabah için minnet dolu ama ıslanmayı unuttuğumuz için de azıcık şaşkın ama yine de içten içe keyifliyiz. Evden çıkmam ben bugün, doya doya okurum, yazarım, kahvemi, çayımı içerim, yogamı yaparım. Kedimi severim. Dün taslağını çıkarttığım seminercikler serisine bakınırım. Hatta belki resim bile yaparım. Arada hava sakinleşirse de pazara uğrar incir ve hünnap alırım. Biraz da patates.

Oh be! İşte sevilen sabah budur. Dilerim her birimiz için verimli, bereketli, karşılaştığımız durum ve olaylarla rahatlıkla başa çıkabildiğimiz günler olsun.

15 Eylül 2024 Pazar

GÜNAYDIN PAZAR SABAHI

 

Günaydın,

Tatlı bir serinle uyandık. Hafta boyunca nefes aldırmayan hava an itibariyle merhamete gelmiş görünüyor ve büyük ihtimalle önümüzdeki haftayı da böyle geçireceğiz.

Kronik yorgunluğum azalmış gibi hissediyorum. Sanki bu sabah biraz daha dirençliyim. Kahvenin güzelliği de olabilir. Zira bazı kıymetli stoklarımı Eylül, Ekim'e saklamıştım ve bu sabah bir tanesini açarak sezona giriş yaptım. Açıkcası son rose şişeleri akşamüzerlerine ve aroması güzel kahveler de sabahlara çok yakışıyor bu mevsimde.

Haftaya iş ve güçle ilgili yapılması gerekenler listem olacağından bugüne son yayılma günü olarak bakıyorum. Pandemi sonrası öylesine hamlaştı ki bedenim, karşıya geçmek zannedersiniz ki uluslararası seyahat! Üşeniyor ve kafamda büyütüyorum. Oysa gittiğimde de gayet memnun oluyorum, beğeniyorum çabamı.

Bu sonbaharda iki tane güzel festival var katılacağım. Daha doğrusu biri festival, diğeri fuar. Festivale genç bir hanımın davetlisi olarak gidiyorum, kokteyl festivali. Fuar tiny house görmek için. uzun zamandır internette bakınıyor olsam da gidip bakmanın şart olduğunu düşünüyorum. Tabii arada Sapanca ve Konya ziyaretlerine niyetliyim. Bakalım hepsini başarabilir miyim?

Bütün bu gezmek ve de tozmaklar bir yana online da arkadaşlarıma bazı konu başlıklarıyla ilgimi çeken konularda kısa seminercikler düzenlemeye karar verdim. Bu güne dek ne biriktirdiysem ve neden hoşlandıysam o. Bence bunu en çok Selma sevecek:) Çünkü eğer yıllardır beni okumaktan sıkılmadıysa yazılı Elvan'dan anlatan Elvan'a geçmeyi en çok o hak ediyor. Sağol Selma, öpüyorum yanaklarından.

Bu mini seminerlerde kendi yaşam döngümden, ilgi alanlarımdan seçmeler yapacağım. İstanbul'dan bir semt, Anadolu'dan bir kazı alanı, Avrupa resim sanatından bir ressam, kültür tarihinden bir sembol gibi. Ücretlendirmeyi de düşündüm. Bağış usulü olacak. İsteyen kafasına göre birşey öder, isteyen bir şişe elma sirkesi yollar veya ödemez ve sokakta kedilere bir kap su koyar :)

Herkesin birbirinin gırtlağına çöktüğü şu karanlık dönemde bir saat için bile olsa arkadaşlarımı alıp, kendi ülkemde, içimdeki labirentlerde gezdirmek istiyorum. Ekim'de hatta belki Eylül sonu başlayacağım.

Geliyorsun di mi Selma? Sensiz olmaz:)



14 Eylül 2024 Cumartesi

KADER MİDİR ZİHİN HAPİSHANESİ?

 

Bundan çok uzun yıllar önce Delfi'de yaşayan kahin gizli kehanetini fısıldamış Arşipel* sularına:"her kim kalbindeki yükten adım atamaz hale gelirse, kader onu Halikarnas'a götürsün."

Babam böyle gelmiş Arşipel kıyılarına. Ama onu buraya sürükleyen kaderi kim/kimler ve nasıl olaylarla yazılmış hiç bilmiyorum. İşin doğrusu ben hikayemi gerçeğe öykünerek, kahinin içime fısıldadığı biçimde anlatacağım.

Geçen hafta orada, Arşipel sularındaydım. Hiç abartmadan söylersem öyle mutluydum ki, kendimi eski bir kartpostalda anne ve babası tarafından havalara atılıp tutulan çocuklar gibi hissettim. Tek fark benim ne havaya atacak, ne de düşerken tutacak kimsem yoktu kendimden başka. Moralimi bozmadım, zira babam da tekbaşına gelmişti bu kıyıya, hatta annem de. Üstelik her ikisi de çok kıymetli ilişkiler bulmuştu zamanla. Öyleyse bende bulurdum, hatta bulmuştum, Derya vardı.

Derya beni denize götüren, her sabah suya basan, bana hafif kalmam için destek veren kadın. 

Yüzerken çok iyi hissediyorum ve diyorum ki içimden acaba ben bir yengeç miyim yoksa çözemeyeceği bir paradoksa düşmüş ve rüyasında kendini yengeç olarak gören cennet kuşu muyum uyanamamakla lanetlenmiş? Kimbilir? Zamanda gezinip 2374 yıl önceye gidebilsem paradoksu ortaya koyan adama sorardım. Öyle bir şansım olmadığına göre ister yengeç olayım, ister cennet kuşu hiç önemli değil diyerek batıp çıkıyorum sulara.

Bazen kırlangıç balıklarına imreniyorum uçabilmelerine, hayran kalıyorum yüzebilişlerine. Yerçekimiyle cezalandırılmış gibi hissediyorum kendimi. Görünmeyen iplerle bağlanmış, kıskıvrak yakalanmış, hatta ökseye tutulmuş ağır bir bedende hapislik gibi geliyor yeryüzü yaşamı. Oysa inandığım ve öğrendiğim şeyler tam tersini söylüyor; ödülsüz, cezasız, sadece ve sadece yaratımda olduğumuz bir deneyim için buradayız. 

Zihnimi kendim zannediyorum, tüm kontrolün onda olmasındaki tehlikeyi göremiyorum. Ne zaman zihnime vermeliyim kontrolü ve ne vakit onu hiç dinlememeliyim ayırdına varmakta zorlanıyorum. İşler karıştığında kendimi beyni kafatası sınırlarını zorlayan tarih öncesi canlılar gibi hissediyorum. Fazla düşünüyorum, aynı kasedi başa sarıp sarıp en sevdiği şarkıyı bant yıpranasıya dinleyen ergen gibi ama en sevmediğim deneyimleri, en kırıldığım insanları gezdiriyorum zihnimde. Onları şebnem kağıt bebekler gibi konuşturuyor, söyleyemediklerimi yüzlerine söylüyor ve bana dediklerini defalarca ta ki onların gerçekten söyledikleriyle, benim hatırlamayı seçtiklerim birbirine karışana kadar dinleyip duruyorum. Neden ki? O sırada güz gülleri açıyor, mevsim dönüyor, kedim öğleden sonra uykusunda mırıldanıyor. Ben neden şimdiki zamanın güzelliğini olan bitene kurban ediyorum? Etmeyeceğim!


*Ege Denizi












12 Eylül 2024 Perşembe

NE HAKKINDA YAZMAK?


Bildiklerimi yazmak istemiyorum. Bilgimin alkışlanması, takdir edilmesi tatmin etmiyor. Bunu azıcık mürekkep yalamış herkes yapabilir ve çoğu zaman özgün bile değil. 

Ben hissettiklerimi, özellikle hissedemediklerimi anlatmak istiyorum. Eksiklendiğim, ıskaladığım, karşılık veremediğim duygulardan bahsetmek istiyorum. Fakat kim yaşamın boşluklarına ağıt yakan birini okumak ister? İşin orasından emin olamıyorum. 

Kendimi nasıl tanımlarım diye düşünüyorum bazen. Naif? Merhametli? Donuk? Neşeli? Akıllı? Öfkeli? Dengesiz? Öngörülemeyen? Kırılgan? Hırçın? Cömert? Hepsi ve hiçbiriyim. 

Demiş ve bırakmışım dün. Kalsın bakalım burada belki sonra birşeyler ekleriz altına.

İstanbul azıcık serinledi sanki. Şehre geldiğimden bu yana yeniden dişlerimi sıkmaya başladım. Bedenim katı, düşüncelerim olumsuz. Kıstırıldığı köşede tüyleri diken diken olmuş kedi gibiyim. Sanırım Süper Prenses'le aramızda geçen konuşma beni bildik döngüye düşürdü ve buradan çıkmak adına harcadığım emek boşa gidecek diye korktum. Bazı insanlar değiştiğimize, değişilebileceğine inanmıyorlar ve bizi uzun zaman oynadığımız, iki tarafın da yaralandığı oyunlara çekmek istiyorlar. İçinde sevgi, hem de bolca sevgi olsa bile ben bu tür oyunlarda yokum artık. Rüzgarı bile dengemi bozuyor.

Sesimin ve içimin yumuşamış olabileceği, en az onun kadar zor bir kıştan çıktığım ve kırılgan olma ihtimalim gelmedi dostumun aklına biliyor musunuz? Onu manipüle etmek ve üste çıkmak için tatlılık gösterdiğimi söyledi. Onu samimiyetime ve duygularımı dinlemeye ikna edemeyeceğimi neyse ki hemen anladım. Bu onunla ilgiliydi, benimle değil. 

Kimseyi ikna etmekle uğraşmayacağım yaşa geldim. Ben biliyordum hissettiğimi, yaşadığımı ve onun nasıl algıladığına müdahale edemezdim. Şimdi düşünüyorum da ilişkiler de mevsimler gibi, biz Süper Prenses'le hep sonbahar kış yaşadık, belki de onun kalbi yaza ve ilkbahara ikna değil? Kısmet:) 


11 Eylül 2024 Çarşamba

İNCEDEN YAĞMUR SESİ.

 

İki yıl önce aşağı yukarı bu mevsimde taşındığım evimin ilk anda gözüme çarpan güzelliği karşı binayı saran sarmaşık ve kuş sesleri olmuştu.

Biraz önce kahvemi içerken öyle inceden değdi ki yağmur sarmaşığın yapraklarına herşey sussun, sadece o ikisi konuşsun istedim. Birkaç dakikalık cennet sesinden sonra sabahın ilk ışıkları binaların yüzünü yalamaya başladı ve ben güne hediye gibi dakikaların büyüsüyle başlamış oldum.  Şükür ki ne şükür.

Son birkaç yıldır kaygıdan, telaştan ve uğradığım haksızlıkların çetelesini tutmaktan anın biricikliğini yaşayamaz oldum. Güzeli görmek ve güzeli yaratmak konusunda eskisi kadar hevesli, yetenekli hissetmiyorum kendimi. Oysa bir zamanlar sofradaki peçetelerden tutun, çiçek saksılarına, kazağımın rengine uygun seçtiğim çorabıma kadar öyle çok severdim ki ayrıntıları.. Ama kalmadı, kocaman bir durağanlık tüm devinim arzumu, yaşam sevincimi tek lokmada ham yaptı.

Bazen düşünüyorum, hayatı yutan canavarı sadece dış koşullar mı besledi, benim hiç mi suçum yoktu semirmesinde? Elbette vardı, ben olan biten karşısında fazlasıyla kabulleniciydim, gücümü kudretimi gündelik telaşlarla harcadığımdan ruhum aç açık kalmıştı. Açlıktan kıvranan bir ruhla ne kadar tatminkar olabilirdi ki hayat?

Bu sabah ince ince yağan yağmura kulak kesildiğimde aynı hevesle içimi, varoluşumun sahici sebebini de duyabileceğimi anımsadım. Zaten yaşam yüzlerce kez hatırlama ve unutma döngüsünden başka neydi ki?


Tuna'ya soru: Her unuttuğumuzda, hatırlayamayışın hüznü olabilir mi o hissettiğimiz sızı?





10 Eylül 2024 Salı

HALSİZİM

 

Günaydın,

Düşük doz uyuşturucu verilmişcesine halsizim. Yaşamaya gücüm kalmamış gibi hissediyorum. Nedenini anlayamadım ama tam anlamıyla iyileşemedim. Acaba yetersiz mi besleniyorum? 

Uykum iyi. Kendiliğinden mi iyi yoksa magnezyum sayesinde mi onu bilemiyorum. Fakat büyüklerin "elim kolum kalkmıyor evladım" cümlesini alnıma yapıştırıp hayat gazisi olarak gezesim var. Öyle ki kahveyle bile ayılamıyor, kalçamın ağrısından yürümekten kaçıyorum. Burhan ve Ela'nın İstanbul dışında olmaları da ayrı bir talihsizlik.

Neyse, kan tahlillerim iyi çıkmıştı, muhtemelen mevsim dönümünden etkileniyorum. Tabii kimsenin ruh tahlili yaptığı yok. 

Jasmin beni çok üzdü Bodrum'da. Sanırım en sevdiğimin bile hırçınlığına, haklılık davasına gücüm kalmadı. Eski kocamın tüm sorunlardan kaçma cümlesi olan hak senin huzur benim lafını onun gibi yerli yersiz değilse de pek çok konuda, çokça sevdiğime kullanasım var. Kimin neye ihtiyacı var bilemem, ben benim ihtiyacımı bilirim ve benim huzurlu olmaya, bunu sağlamak için de anlayabilmeye ve kendimi ifade edebilmeye ihtiyacım var. Her kelimemi savunma sayan birine karşı ne diyebilirim ki. Duygu durumumu duyarsa empati kurup bana hak verir diye bastıra bastıra sertçe konuşmak... Sonra beni yumuşak ses tonuyla baskın olmaya çalışmakla itham etmek. Demek Süper Prenses'le de yol ayrımındayız. Olsun bakalım. Bu yola yalnız çıkmıştık, yalnız öleceğiz biliyorum.

Yine de üzüldüm. Bedenim zaten hırpalanmıştı, bu hal ruhumu da yordu. Geçecek, geriye hayat, mevsim kalacak:)

Bugün Salı. Henüz kucağımdaki günle ne yapacağımı bilmiyorum ama bulurum bir güzellik.

9 Eylül 2024 Pazartesi

GİTTİM, YÜZDÜM, DÖNDÜM

 

Günaydın, 

İyi Haftalar olsun hepimize. 

En son nefes alamayarak ve tavuksuyu çorbadan medet umma halinde yatıyordum. Fakat o hal beni durdurmadı, ne yaptım ettim uçağa bindim. Çünkü iyi olduğumda kaçırdıklarıma çok üzüleceğimi biliyordum. 

Elbette yolculuk kolay olmadı. Burhan eşlik etmese havalanına ulaşamazdım. Kulağım da fena ağrıdı. Fakat bir şekilde kendimi Derya'nın evine atmayı başardım. Hatta o başarı ile yetinmeyip her sabah yüzmeye gittim! İyi ki öyle yaptım çünkü tuzlu suyla ağzım burnum üç günde açıldı. Tam iyilik hali hala olmasa da kına gecesinde ve düğünde gayet sağlıklıydım ve gerçekten çok eğlendim.

Hayatımda ilk kez yenge sıfatıyla geline ve damada kına yaktım! Ne kadar güzel duyguymuş sevgi ve saygı görmek, tadını çıkarttım. Köyümün türküleriyle oynadım, sevdiklerime sarıldım ve doya doya içtim:))) Düşünün bu benim hasta halim!

Hayatım boyunca katıldığım en güzel düğünlerden biri oldu. Hem damat güzeldi, hem gelin. Kahkahamız bol, ufak tefek şeylere toleransımız yüksekti. Bunca zalimliğin ve gelmekte olan karanlığın ortasında incecik ama güçlü bir ışık gibiydi yeni hayat ve ona eşlik eden törenler.

Yaşamı iyi kılmak her zaman olmasa da genellikle elimizde. Başarılmaması için bir neden yok. Umut, inanç ve inat güzel kelimeler.

Şimdi evimdeyim. Kaldığımız yerden iş güç, eş dost ve şehrin güzel mevsimine tutunmaya devam.

Siz peki? Ben yokken nasıldı hayatınız?