22 Mart 2021 Pazartesi

KALP TOPRAK GİBİDİR

 






Kalp toprak gibidir

Tohumu mahveden ve 

tohumun çatlamasına mani olan zararlardan 

arındırılmadığı müddetçe, 

ibadet tohumu o toprakta yetişmez.

İmam Gazali*


Beni yaşadığım eve getiren rüzgar, şimdi bir başka cepheye sürüklüyor yüreğimi. Tastamam görmem gereken yere, kendi gözlerimin içine bakmamı istediği yere götürüyor. Bakacağım. Hatta bir yandan salona saçılan kutulara, kolilere bakarken diğer taraftan başladım bile gözlerimdeki boşluğa dikkat etmeye.. 

Ben dersimin ne olduğunu çok iyi biliyorum, benim bu seviyedeki sınavım cüzzi ve külli irade meselesi. Ve bir kez daha açıkça görüyorum ki, insan kendi bilinçaltı çöplüğünü temizlemedikçe arzu edilen yolculuğun başlaması imkansız...

Dün katıldığım toplantıda evimi hatırladım. Yuvamda olduğum zamanları; pazen elbisemi, Makbule Teyzeyi, Dağbelen peksimetlerini.... Victor'u kaybetmenin derin acısını ciğerimde hissettim.  Kendime acımam ve sızlanmam bittiğinde, üzerinden on yıl geçen gidişinin ardından hala yas tutmadığımı, onun arzu ettiği gibi hayata katılmadığımı, üretmediğimi, tembellik ettiğimi ve ruhuna ve tabii ruhuma huzur vermediğimi hissettim. 

Çok değil birkaç ay önce sahici sevgiyi ve aşkı kavuşamamak zanneden bir insanı için için suçluyordum. Aramızdaki köhne kalıpları değiştirmemesine, hatta zahmet edip mümkün mü diye denememesine fena halde bozulmuştum. El uzatmıştım, elimi tırmalamıştı. Geri çekildim. Eyvallah, onun da idraki bu kadarmış dedim.

Dün, hayat bana yuvaya dönmem için aynı samimiyetle el uzattığında ben de korkuma yenilebilir ve aynısını yapabilirdim. Tutunduğum öfkeden, bildiğim kırgınlıktan yürümekte ısrar edebilirdim. İyi de neden? Bunca yürek yükü sahiden gerekli midir? Değildir. Yapmadım, öfkeme ve eski bilgime tutunmadım. Hayatın bana uzattığı halatı tüm gücümle kavradım ve gece boyunca milim milim sabahın aydınlığına tırmandım. Uyandığımda içimde ne kalmış diye şöyle bir baktım, tüm tortular gitmişti. Tam hayal ettiğim gibi saf sevgi çöreklenmişti yüreğime! Birlik inancı, bir olma şuuru vardı kalbimin derinliklerinde.

Bana bunu bırakan Vitito, canım dostum. Rhumu benim bile kavrayamadığım en ücra karanlığına kadar seven, beni ben gibi kucaklayan Vitito, ne teşekkür ettim sana bir bilsen....

Bazı mesajlar yıllar sonra anlaşılıyor. Ne güzeldir ki aslında tam da zamanında okuyabiliyoruz onları. Dün katıldığım toplantının hissettirdikleri de öyle güzel vakitte karşıma çıktı ki, belki bir yıl evvel bunların hiçbirini anlayamazdım. Olanları okuyamazdım.

Bugün kendimi pırıl pırıl hissediyorum. İçim, dışım saf ışık. Bu dünyadan göçen dostumun acılarını, kederini, çözemediklerini sırf onu sevdiğim için miras almış, on yıl taşımıştım. İçimde canlı tutmuştum onun kırgınlık ateşini. Ama dün gece iyice düşündüm, O yaşasaydı, "söndür Elvan, asıl olanı gör, küllerin altına bak!" derdi. Sahiden de ateş söndüğünde ılık küller rüzgarla uçup gitti ve bana tohumlar kaldı...

Bunca yıldır içimde birlik ve sevginin yeşerememe sebebi öfkemden başka bir şey değildi. Sadece Vitito'nun değil anne ve babamın, kardeşimin ve diğer sevdiklerimin de acılarını, öfkelerini, uğradıkları haksızlıkları yüreğime yük etmiştim. Birbirimize her yaklaştığımızda öfkenin sıcaklığından sevgiye yer kalmıyordu, kucaklaşamıyorduk. Oysa o yük benim değildi.  Bizim değildi. Benim olan sevgiydi. Bizim olan, bizi bir yapan sevgiydi! 

Şimdi tertemiz bir toprak kalbim, tüm zararlılardan arınmış mis gibi bir bahar toprağıyım; ılık, nemli, ibadete hazır.



 

*Epigraf kullanmak bana göre keyifli birşey, tabii yazıdan rol çalmıyor ve anlamı zenginleştirmeye yardımcı enstrüman olabiliyorsa... Velhasıl Orhan Pamuk'un tek sevdiğim kitabı ( on altı yaşımda sevmiştim, dikkat! ) ve Umberto Eco'nun hala çok beğendiğim romanı Gülün Adı birer epigraf ile açılırlar..... 



21 Mart 2021 Pazar

MERYEM'İN ÇOCUKLARI: -VI- ARTEMİSİA*





"Seni sayısız farklı bedende, sayısız kere sevmiş gibiyim.

  Yaşamdan yaşama, çağlardan çağlara, sonsuza dek...

                                                       Rabindranath Tagore


Mermer bir aslan var kalenin önünde, kafası kopmuş, gövdesi kocaman. Sırtına oturduğumda bedenim dik, bakışlarım Arşipel'in masmavi sularında sabit. Artık küçük bir çocuk değilim; basma elbisem bronzdan zırh, elimdeki dal ışıl ışıl bir kılıç. 

Darmadağın saçlarım ve dört bir yana dökülmüş düşüncelerimle limandan ayrılıyorum. Arkama bakmamalıyım. Boynumdaki ankh tam kalbimin üzerinde. Elimi sıkıca bastırıyorum göğsüme ve İsis'in rüzgara karışan sesini duyuyorum: "yaşamdan yaşama, çağlardan çağlara, kim olduğunu hatırla Artemisia...."

Gözlerimi kapatınca yangın yeri Arşipel, gelecekte yüzlerce ceset yüzüyor suyun üzerinde. Başımı gökyüzüne kaldırıp çaylakların geçişini seyrediyorum. Biliyorum, kış kapıda. Sağ elim kılıcımın kabzasında, sol elim göğsümde, rota Salamis. 

Savaşmak istemiyorum.

Başka bir zaman, daha küçük bir deniz; Propontis. Marinanın girişindeyiz. Dümendeyim, ana yelkenin iskotası elimde. Eğer tramola atarak pontona ulaşırsam Erol Kaptan yemek ısmarlayacak bana! Ve sağ, biiiirrr ve sol, ikiiii ve Rusların yatı, güümmm!

Onlarca siyah giymiş adam bilmediğim bir dilde yedi ceddime saydırıyor besbelli. Başımı kaldırıp bakmıyorum. Neden içimde ufacık bir korku yok? İyi bir halt etmişçesine olduğum yerde duruyorum, dümende. Kaptan güler yüzünü koruyarak bir şeyler anlatıyor Ruslara. Marina görevlileri köpek balıkları misali çeviriyor etrafımızı.

Rüzgar fısıldıyor "Yaşamdan yaşama, çağlardan çağlara kim olduğunu hatırla...." Elimde iskota, boynumda ankh pontona doğru inatla tramola atıyorum. İçimde Arşipel'in eşsiz mavisi, karinamda Propontis'in serinliği, hatırlamanın huzuru var gözbebeklerimde.  Deli deli gülüyorum dudaklarımdaki tuzu yalayarak.

Dahil olmak istemediğim savaşlarda beklenmedik zaferler kazanmışsam eğer sizin sayenizdedir saygıdeğer Tanrıçam. Geçici bir süre için palamarı bağlıyorum, kulağım sizde....

* M.Ö.. 5. yy. da yaşamış ilk kadın amiral. Karia Kraliçesi.



https://www.youtube.com/watch?v=_bYldqEjOUA












Bugüne dair niyetim dün başladığım Artemisia hikayesi üzerinde çalışmaya devam etmek. Biterse ne güzel, Pazar okuması olur meraklısına. Bitmezse de kusura bakmayın, dün ülkede olanlardan sonra bir amiralin bile yaşananları hazmetmeye ihtiyacı var...

Bu sabah çok ilginç bir şey oldu, zihnim durduk yere savruldu ve olasılıklar evreninde aslında hiç davet edilmediğim bir yere gittim. Kahvemi de şu hayatta bana bir fincan kahve ikram etmemiş biri pişirdi! Ona ait mekanın penceresinden şehri seyrettik. Kısacık bir an gezegendeki, ülkemdeki, sokaklardaki derin acıyı bıraktım. Daracık bir zaman diliminde olduğumu bilerek, aidiyet hissi aramaksızın öylece bilgeliği seyrettim pencereden. Kentin koruyucu azizesini selamladım. Bizans'ın neden altın kent olduğunu anımsadım. Son bir yudum aldım kahvemden, sonra geldiğim gibi döndüm bildiğim evrene.

Tekrar evimde, haftaya bu kadar yakından göremeyeceğim ıhlamur ağacımın kıyısında yağmuru seyretmeye başladım. Ard arda  balkona geldi beslediğim kediler. Hepsi ıslak, üşümüş ve açtı. Düzenli baktıklarım dışında bir de yaralı olan vardı aralarında.  Başının sağ tarafından darbe almıştı... İçim sızladı... Ona yemek vermek dışında ne gelirdi elimden? Bir sokak kedisini yakalamak, kutuya koymak öyle zordur ki... Hele yaralıysa, korkmuşsa.

Annem çok merhametli olduğumu söyler hep. Bazen düşünüyorum benimki sahiden merhamet mi? Yoksa kibir mi? Emin olamıyorum. Kendimi bildim bileli herkese ve her şeye yetebileceğim yanılgısı içindeyim. Ağaçları, hayvanları, çocukları hatta koca koca adamları, kadınları kurtarabileceğimi sanıyorum. Uğraşıyorum da, ama ya sonra? Sonrası dev bir yenilmişlik, ucu bucağı kaçmış  yorgunluk, sonsuz bir yıpranmışlık...
Peki şimdi sıcacık evimde kahvemi içerken, dışarıda yaralı, korkmuş bir varlık olduğunu bilerek nasıl tamamlayacağım günü? Nasıl sindireceğim içime canın cana kıydığı bir coğrafyada yaşamayı? Bilmiyorum.... Bilmediklerim üst üste sıraladığım taşlardan yükselen bir duvar, beni günden güne daha da yalnızlaştırıyor. Merhamet, yetersizlik, çaresizlik, yorgunluk... Yamalı elbise gibi ruhum, pek çok yerinden sökük... 

Sabah geçtiğim solucan deliğine baktım az evvel, kapanmış... Ne zannediyordum ki? Bu hayatta ne olduysa diğerinde de beş aşağı on yukarı aynısı olmayacak mıydı? 

Bugün yağmurlarla gelen ekinoks, döngüleri mümkün kılan güç, yeni bir seneyi başlatan kadim varlıklar bir araya toplansınlar ve hem içimdeki, hem gezegendeki acıyı dayanılır, kabul edilebilir kılsınlar istiyorum. Beni benden başkası bu sonsuz kibrimden, bitmeyen savaştan kurtaramaz çok iyi biliyorum...

Lütfen.

* Jasmin, bu fotoğrafı sen çekmiştin. Hala en sevdiklerimden biri. O muhteşem Galata günümüzden...  Ama sene kaçtı? 2006?





18 Mart 2021 Perşembe

KUTLAMAMAYI TERCİH ETTİĞİMİZ YILDÖNÜMLERİ

 




Birini kaybettiğimizde yas tutarız ya, -tutar mıyız sahi?- ve gidişinin ardından devirdiğimiz her üç yüz altmış beş günde bir depresyon belirtileri gösteririz... Göstermez miyiz?

Konu ne olursa olsun, ister ölüm, ister ayrılık veya ölüm gibi hissettiren başka bir şey... Semptomlar zamansa azalsa bile asla sona ermez, çünkü o gün yaşam döngümüze  mühürlenmiştir. Aklımıza gelmese dahi bedenimiz olanları bir bir hatırlar, tepkisini de verir. Kusar, uyuyamaz, nefes alamaz, yataktan çıkamaz... Neyse ne ama susmaz.

Benim bedenim de elbette vazifesini yerine getiriyor ve bu hafta hem pandemiye, hem de Mart'la gelen nicesine tepkisini gösteriyor. Herkes gibi boşlukta savruluyorum. Amaçsız, hedefsiz ve her sabahın bir diğerinden farklı olmayışına fena halde kızgın.. Bunu değiştirmekten aciz olan kendime büsbütün uyuz. En zorlayıcı olan kısım da koca bir ömrün çarçur edilen günlerinin kısa bir özeti gibi vücudumda dönen fragman; gözlerimi kapasam da açsam da, bilincimi bambaşka bir noktaya çeksem de nafile! O, orada.

Travmaya duyarlı yoga çalışmaya başladığımdan bu yana, insanın ne kadar ilginç bir makine olduğunu hayranlıkla izliyorum. Aslında en büyük hayal kırıklığımızın kendimiz oluşuna da artık hiç şaşırmıyorum. Durmadan birbirimizi aynalayarak ve hır gürle geçen hayatlarımızda, birer yardım çığlığından başka neyiz ki?

Güvenilirlik bekliyoruz. Biz güvenilir miyiz? Baksanıza "benim hafızam" dediğimiz şey bile kaypak, kafasına göre not ediyor hayatımızı. Aklıma güvenirim derken, akıl uçuyor... Kelimelerim kimin? Duygularımızı mı söyleyeceksiniz, boşversenize, onlar eski kayıtların izini sürmekten öteye geçemiyor ki... İstediği kanalı çeken bir anten zihin. Kontrolü ben hariç herkeste!

İşin aslı bir tek travmalarım benim, yalnızca onlar sahici. Çünkü aklıma, zihnime, ruhuma hiç güvenim kalmadığında benimle sadece bedenim konuşuyor. Tabii dinleyecek kadar sağduyum kaldıysa... Mesela "korkmuyorum!" diye bas bas bağırırken buz gibi terliyorum, "unuttum bile!" dediğimde güm güm atıyor kalbim. Umursamadığımı söylediğim gün, aptal bir filmin önünde hıçkıra hıçkıra ağlıyorken buluyorum kendimi. Theodora'ya bir şey olunca aklım kontrolden çıkıyor! Yönetemediğim tüm maddi ve manevi süreçlerde belim tutuluyor, midem bozuluyor... Daha neler neler...

Öyleyse benim artık devam ettirmek istemediğim bu yıldönümlerini bırakayım da bedenim arzu ettiği gibi yaşasın. Mata insin, ağlasın, sızlasın. Uykusu yokken gidip yatsın. Hangi eklemlerin arasına sıkışmış hislerim? Nerede kasılıp kalmış en derin endişelerim bi baksın. Napayım, bir Mart daha böyle geçsin....



16 Mart 2021 Salı

OYUN DEĞİL Kİ YAŞAMAK! ( KEŞKE OLSA, Kİ ASLINDA ÖYLE ...)





Bunca yıldan sonra, ellime gün sayarken Germen tanrılarından neden bir kamyonet istedim bu sene? Araba değil bak, kamyonet diyorum. Çünkü böyle, tam da şu an olduğu gibi,  bok gibi hissettiğim günlerde şehirler arası yolda hız yapabileyim diye! Herkes pek bir merak eder, neden araba değil de tekne kullanmaya bu kadar taktım bir ara diye. Basit be güzel kardeşim, tek başıma neden içmiyorsam aynı sebepten! Alkol ve hız bağımlısıyım! Birini sosyal içici olarak maskeliyorum, diğerini de deniz sevgisiyle. Biliyorum tipimde hiç yok ama gerçek bu! ( bir baba iki yaşındaki oğluna motosiklet kullanmayı öğretmiş, helal olsun!!! Benim de bi kızım olsa Bungee jumping yaptırırdım, kısmet! Yaratan biliyor zahir. )

Yerse.

İçimdeki pagana gelince, o bir tek rüzgara tapıyor. En sevdiğim kutsal insan Meryem, kalbimin peygamberi Hz. Pir. Olamaz mı? Kim karar veriyor? Rebapla değil, Bizans ilahileriyle dönsem kabul edilmeyecek mi? Hatta bi dakika, ben dönmesem de gaza bassam?

Duvara Karşı'daki sahne ne inanılmazdı. Hatırlıyor musunuz? Bilsem ki fiziksel acı çekmeyeceğim ( ki aslında acı yok ), bilsem ki hayat sahiden bir simülasyon ( ki öyle ) defalarca bir duvara toslamak, defalarca uçurumdan atlamak isterdim. Sahiden isterdim. Bir bilim kurgu filmi gibi, kafam basana kadar yüzlerce kez tekrar etmek isterdim. Ve her defasında Yunanistan'daki şezlongda uyanmak isterdim; önümde deniz, yanımda bir arkadaş ve uçsuz bucaksız  plaj... Tıpkı küçük bir çocuğun oyuncak arabalarını defalarca çarpıştırması gibi yani... 

Salinger'in Teddy'si kadar bilge olsaydım keşke...Tüm bu adım kadar emin olduğum bilgileri, bilgece giyinebilseydim... Canımın acımasından bu kadar korkmasaydım. 

KORKMAKTAN KORKMASAYDIM.

Dur dur, bi dakika, yoksa yapıyor muyum? Yoksa hayatlar boyunca yaptığım bu mu? Acaba duvar metaforu her hayatta başka başka mı çıkıyor karşıma? Bak seeeen!

Biliyorum, elbette biliyorum oyun değil yaşamak, biliyorum ölüm de oyun değil. Ve kesinlikle biliyorum her şey bir oyun.

Eyvah!

https://www.youtube.com/watch?v=Z0DQxI3KM7o


MERYEM'İN ÇOCUKLARI: -III- LALELİ'DE İKİ MECZUP :)

 


Sırtını Myrelaion Manastırı'ndaki soylu ölülere, yüzünü ruhunu binbir maceraya davet eden Propontis'e dönmüşsün. Her defasında en az bir tanesini sokağa yuvarladığın kiremitleri hiç umursamadan bulutlara bakıyorsun. Az sonra komşu kadınlar seni görüp, bir telaş annene haber verecekler. Tabii hemen ardından temiz bir dayak gelecek, biliyorsun. Boşver, seni anlıyorum, şu manzara yediğin sopaların topuna değer. 

Kim ne dediyse seni çatıdan indiremedi değil mi? Çünkü yürümek ve düşmekle değil,  sadece uçmakla ilgilendiğin, öte denizlerin hayaline daldığı tek yer burası. Senin gizli sığınağın. İstesen de vazgeçemezsin. 

Bir kere çatıda rüzgar bambaşka. Hele de denizden estiğinde öyle güzeldi ki, kıvır kıvır saçlarının arasında dolaşan küçük bir haylaz sanki. Sana bakarken havalanıp gideceğinden korkuyorum, küçücük sün... Yazın leylekler de geliyormuş yanına . Duydum ki etrafta kimseler olmayınca  onlara yemek aşırıyormuşsun mutfaktan.  Artık tel dolapta ne kaldıysa... 

Bugün yine dama çıkmışsın. Sana bakıyorum, bütün dikkatin denizin üzerindeki hareketlilikte. Askeri bir gemi demirlemiş limanın açıklarına. Çok meraklandığını yüzünden okuyabiliyorum. Pabuçlarını giydiğin  gibi fırladın evden. Gelenler Fransız subaylar. İşte güzel bir fırsat sana Fransızcanı ilerletmek için! Sende böyle mi düşündün acaba?

Subaylar senin heyecanından ve rehberliğinden çok hoşlandılar. Birkaç saatlik turun sonunda eve davet ettin onları, hiç tereddütsüz kabul ettiler. Türk evlerinde ikram edilecek bir şeyler bulunması adettendir. Ama şansına çok daha fazlası var mutfakta; kase kase sütlaç pişirmiş Melek Hanım. Mis gibi süt kokan ılık sütlaçları afiyetle yedi subaylar. Onlar teşekkür edip ayrılırken annen belirdi kapıda. Öylece bakakaldınız birbirinize. Bakalım nasıl vereceksin boş kaselerin hesabını? Değil öz baban, semtin meczubu Laleli Baba* hortlasa bu iş köteksiz çözülmez diyeyim sana!

Sopadan kaçamadın ama yine çatıdasın, yanımda. Bacaklarındaki parmak izlerinin acısını alıyor rüzgar. Komşu kadınlar avaz avaz kapıya gelmeden evvel acele et; yalnızlığını, örselenmiş ruhunu, az sevilmiş çocuk saçlarını uzun uzun havalandır. 

Ne müthiş bir mucizedir ki, düz yolda aksamadan yürüyemeyen sen,  tüm kuşları kıskandıracak kadar  hür bir ruhsun çatıda. Gördüm.

Aksak çocukluğundan öperim. 

*Sultan III. Mustafa Han zamanında İstanbul'da Laleli semtinde yaşayan ve semte adını veren derviş.


15 Mart 2021 Pazartesi

MERYEM'İN ÇOCUKLARI: -II- LUNA


Anneme...


Atlantis'in kalbinden düşmüşüm annemin rahmine. Nefessiz kalan ruhların kaderiydi karşılaşmamız; bir zaman o  boğuluyordu, ben onu kurtardım, sonra da günü gelince annem bana hayat verdi. Onu ilk kez Aziz Demetrios'un* adıyla anılan burnun açıklarından hatırlıyorum. Rüzgarla gelen kokusunu hemen anımsamıştım. Meryem'in kolyesi vardı boynunda. 

O gece kıyıdaki olağandışı hareketliliği fark etmiştim. Yavaş yavaş çekilen kürekler kayıklardaki kargonun ağırlığına işaret ediyordu. Dürbünüm elimde, gözümü kırpmadan telaşlı gölgeleri seyrederken adeta bambaşka bir zamandan bakıyordum karanlığa.

Bir süre sonra sandallar sarayın açıklarında durdular. Balıkçılar çuvala benzeyen yükleri tek tek Propontis'in akıntısı bol sularına yuvarladılar.  Onlar arkalarına bile bakmadan uzaklaşırken, çuvalları bıraktıkları noktada, tam ay ışığının altında denizde tuhaf bir çalkantı fark ettim. Biri çırpınıyordu.

Adamlarıma hemen  filikayı indirmelerini emrettim. Denizciler kısa sürede kazazedeyi güverteye çıkarttılar. Kadındı! Kıyafetlerinden anlamıştım, sıradan bir evin hanımı değildi; üstündekiler ancak varsılların satın alabileceği cinsten ipeklilerdi. Kurulanması için kamarama götürdüm. Temiz kıyafetlerimden verdim. Isındıktan ve karnı doyduktan saatler sonra bile titremesi geçmemişti. Günlerce uyudu. 

Onu Propontis sularında bulduktan bir ay sonra yine dolunaylı bir gecede evimize* yelken açmak üzereydik. Hala tek kelime etmemişti. Bizimle gelmek isteyip istemediğini sorduğumda sadece başını salladı.

Aziz Demetrios Burnu yavaş yavaş ardımızda kalırken, lombozdan içeri giren ay ışığında ıslanmış yanaklarını gördüm. Yüzünü bana dönüp "Luna" dedi. Adı buydu, Luna. Bu cömertlik karşısında sessiz kalamazdım, güvenini kazanmanın tam zamanıydı. Beni tanıması için Meryem'e yalvararak şapkamı çıkartıp eğildim, "Phoebe". 

Kızıl saçlarım elbisesinin eteklerine döküldü.. 


*Saray Burnu

**Le Vieux Port, Marsilya



14 Mart 2021 Pazar

MERYEM'İN ÇOCUKLARI: -I- PORTUS NOVUS


Ruhu ağaçtan düşen dayıma...


Güneşin son ışıklarını eteğinin ucuna takmış Meryem, o yürüdükçe usul usul dağılıyor pembe bulutlar ayak izlerinde. Az sonra gün sona erecek. Ay'a tapan büyükannem uzak diyarda çorba pişiriyor, gözyaşlarının tuzu değiyor dudaklarıma. Portus Novus*dayız. Kuşlar sus pus. Çocuklar top oynamayı bırakmış.

Annelerin eve çağıran sesleri yankılanıyor kaldırım taşlarında. Hamamın üzerinden yükselen duman göğün koyu mavisine karışıyor. Akşam ezanından sonra kilisede dua var bu gece. 

Tanrılar herkesi merhamete davet ediyor. Gidecek misin dede?

Theodosius'un kadırgaları yüzlerce yıldır bu toprağın altında, ağaçların kökleri titriyor dalgaların hayaletiyle.

Ağaç dallarına gizlenmiş on yaşlarında bir erkek çocuk görüyorum. Hiç kımıldamıyor, sessizce mahallenin ışıklarını seyrediyor. Gözyaşları yanaklarındaki kirde yol olmuş. Ona tabak yok hiçbir sofrada, onu çağıran annesi, başını okşayan bir babası da yok.

Kimsesizlerin kimsesine teslim bir çocuk var parktaki ağaçta. Annesizlik kalbini yırtmış, acı bir hayata çiçekleniyor yemyeşil gözleri. Sana yalvarıyorum Meryem, onun ağaçtan düşmesine izin verme bu gece.

*Kadırga Limanı

https://www.youtube.com/watch?v=i-3h9TQ312c&list=PL4R0RQw-MPauf_EjMeHTKu_ug_MZQ0uTO


13 Mart 2021 Cumartesi

YENİ BİR KÜÇÜK KARA BALIK OKUMASI

 


Bazen, özellikle de yaşamaktan, hayatımı değiştirmekten çok korktuğumda cenazemi hayal ederim. Delice değil mi? E deliyim zaten:) Boğazın kıyısında bir camii var mesela, onu çok seviyorum. Zahmet olmayacaksa, eğer herkes aşırı yaşlanmamışsa son bir boğaz gezmesi güzel olmaz mı? Hem yakında iyi bir balık lokantası var, bana hoşçakal dedikten sonra ruhum için iki duble içilirse memnun olurum. Zira benim inancıma göre artık bedensiz olacağım ve bir daha rakı içemeyeceğim. Dua mı? Sakın! Yani sizin inancınıza uyuyorsa kendinizi rahatlatmak adına elbette okuyun ama lütfen mezarımın başında veya evimde cümbür cemaat değil. Yeri gelmişken ne tavuk pilav severim, ne de helva delisiyim. Belki Konya'da, tekkede Adnan ruhuma huzur olsun diye ufak bir yemek verir, o yeter bana. 

Şu yukarıdaki fotoğrafım var ya, yakalara da bir şey takılacaksa onu seçiyorum. Bana bakmayın, hiç olmazsa bir kez olsun benimle aynı yöne bakın. İnsan asıl o zaman sevildiğini hissediyor; birlikte aynı yöne baktığımızda.

Ben yaratıcıyı en çok denizde ve rüzgarda hissederim. Çünkü ovaları bilmem, dağları bilmem.... Herkes kendi alfabesiyle okuyor yaradılış şiirini. Benim alfabem de bu: deniz ve rüzgar.

Neden? Çünkü ilk kitabım Küçük Kara Balık. Zihnime, kalbime atılan ilk tohum. İyi mi, kötü mü bilmem fakat bana uymuş. Bizimkiler hayat planında ne yapmam gerektiğini sezmiş olmalılar ki bana bu kitabı seçmişler....

Kitap büyük denizleri hayal eden küçük bir balığın dereden ayrılıp yollara dökülmesini anlatır. Ne aramaktadır? Derede olmayan, yetmeyen nedir? Kendini arar tabii ki. 

Samed Behrengi bir devrimci masalı yazmıştır, evet. Ama masalın öyle çok katmanı vardır ki, içine inanç, sevgi, varoluş sancısı ve maceraya kadar hayata dair ne ararsan ince ince işlenmiştir. Bana sorarsanız ne yapın edin ilk baskısını bulun derim. Çünkü bu kitaba anlam katan Mehmet Sönmez'in eşsiz resimleridir. Ben kendisini şahsen tanırdım ve çok severdim. Olağanüstü yakışıklı, denizler gibi derin, sessiz bir adamdı. O kadar sessiz ki, sesini anımsayamıyorum. Raşit'in Kahvesi'nde Nevra teyzelerle otururdu hep. O yıllarda Hümeyra ile sevgililermiş ama ben ikisini yan yana hatırlamıyorum. Sanki onun sandalyesi hep azıcık ayrıydı diğerlerinden. Kesinlikle özel biriydi, tıpkı Samed Behrengi gibi.... Ve tabii çeviri de çok önemli, çevirinin de İlknur Özdemir olmasına özen gösterin.



Fatma teyze beni dereden tuttuklarını söylerdi. Çünkü nasıl doğduğumu merak ederdim. Onlar da seni dereden tuttuk, eve getirdiğimizde küçük bir kız oldun derlerdi. Elbette inanırdım. hele hele Küçük Kara Balık okumaya başladıktan sonra bu fikir iyice mantıklı  gelmeye başlamıştı. Çünkü masalın sonunda gözüne uyku girmeyen ve sabaha kadar büyük denizleri düşleyen küçük bir kırmızı balık vardı. İşte o ben olmalıydım! Gerçi kardeşim doğduğunda azıcık kafam karışmıştı. Onu neden dereden tutmamıştık?!Neyse.

Hayatımın farklı dönemlerinde defalarca okuduğum bu masalı, kırk yedi yaşımı sürerken bambaşka bir gözle okuyorum. 

Hayat bir tek maceradan ibaret değildir. Keşfedilecek bir tek büyük deniz yoktur. Arayış hiç bitmez. Defalarca vazgeçilir ve defalarca yollara düşülür. İnsan olmak başlı başına büyük bir maceradır ve her şey cesaret etmekle başlar. Canavarlar ( korkularımız ), tutsaklıklar, yaralanmalar, kayıplar hep olacaktır. Bu yolda kazançlar ve kayıplar ardışık sayılar gibi dizilir; hep bir anlamı vardır biz o an okuyamasak bile..

Kesinlikle eminim ki ben masalın sonunda uykusuz kalan küçük kırmızı balığım ve kesinlikle biliyorum yolumda canavarlar, telaş, yara ve bere var. Ve evet, şunu da kesinlikle biliyorum bir kez daha deri değiştirmem gerekecek. Kim demiş sadece yılanlar deri değiştirir diye? 

Bu yazı çok uzar... Burada tamamdır o halde. Kırgınlıklarımı sıyırıyorum bugün, bırakıyorum yeni ayın ucunda sallansınlar. Kovacs  da söylesin o zaman

https://rsvid.info/kovacs-cheap/t6nOZrhz0JTSrrM.html

11 Mart 2021 Perşembe

FANTASTİK BEN

 



Gökhan benim hayatımı çok fantastik bulur:) Ne zaman halimi hatırımı sorsa ve ben anlatmaya başlasam, son cümle hep budur "fantastik!" Evet ya sahiden öyle, gerçeklikten kopuk bi haller hep vardır bende, napcan travma işte!

Bi de Saide Hanım öyle derdi bana, ona göre masal kitabı karakteriydim! Haklıydı da, yıllarca aynı apartmanda yaşadık ve hep abuk hallerde gördü kadıncağız beni. Saide Hanım da şaka değil yani gayet önemli bir iş kadını. O zamanlar Garanti Bankası'nda üst düzey bir pozisyonda çalışıyor. Ben mi? Asansörde gazoz içerek kolunda sepetle kaplumbağalarını bahçeye gezmeye götüren manyak! İşten evleniyorum evimi yerleştireceğim diye izin alıp H2000 e giden, dönüşte üst baş çamur içinde yine aynı asansörde Saide Hanım'a sırıtan zırdeli. Bi de ne hikmetse pek çok karşılaşmamızda elimde çiçekler olurdu. Bir tür Heidi halleri. O meşgul bir kadındı, çiçek sevmeye vakti yoktu. Bak şimdi özledim onu, iyidir inşallah.

Sahi böyle miyim ben? Fantastik. Eh, bir parçam bu olabilir. Yine de keşke tamamım onların beni algıladığı kadar fantastik olsaydı..Değil.

Bugünlerde mutfağımla vedalaşıyorum. Bana göre evin en güzel, en Elvan yeri orası. Renkli kavanozlarım, iksirler, kitaplar, resimler... Duvarlara doldurduğum budist metinler... Theodora da en çok mutfağı seviyor, elimizden gelse orada uyuyacağız. Kaldı ki Külkedisi ile yaşarken yatağım da mutfaktaydı. Düşünün bi, kahve makinesi ile aramda en fazla iki metre vardı... 

Yeni evimi de böyle hayal ediyorum. Elbette İstanbul'dakini değil, kırsaldakini. Kısmetse üçgen çatılı, tek parça bir ev olacak ve tamamı  dev bir mutfak! 75 metrekare mutfak. Ocak, yatak, masa, kitaplık ne varsa mutfakta olacak. Orada yaşayacağım, mutfakta.

Dışarıda fırtına var, sesini duymadığım, bitkilerin salınımından algıladığım Mart ayına özel, huzursuz bir fırtına. Kocakarı soğukları kokuyor sokaklar. Ben bir ev hayal ederken, çorbası olmayan sofraları düşünüyorum. Ne kadar az tüketirsem tüketeyim, içimde hep bir suçluluk duygusu var... 

Eğer sahiden fantastik bir karakter olsaydım, olabilseydim, Oscar Wilde'in Mutlu Prens masalındaki gibi tüm gücümle yoksulluğu ve umutsuzluğu azaltmak isterdim. Eğer fantastik bir karakter olabilseydim tercihim HellBoy olurdu. Olabilseydim ya.


* fotografta Venüs ve glutensiz poğaça var:))) Mine ile geçen hafta yaptık. Yengeç şeklindeki poğaçayı Tanrıça Venüs'e ikram etti Mine, ona bayılıyor. Ama hala şu çirkin İştar ve Kybele ile bağlantısını çözmekte zorlanıyor:)) Yavaş yavaş.

9 Mart 2021 Salı

GERÇEĞE GÜZELLEME





Bazen yaşadığımızı düşündüğümüz şeylerin gerçekte 

daha farklı bir zemini ve anlamı olduğunu kabul etmek bize zor gelir...

Gerçek bizi özgür kılar. özgür olmaktan korkmayın!

Juno, Kendi Halinde Bir Yıldız Gözlemcisi


Olağanüstü güzel bir hayatım oldu benim. Eşşekler gibi şanslıydım. Iskaladıklarım yok mu? Elbette var, nihayetinde insan olmayı deneyimliyorum:)) Neyse ya, öyle güzel bir öğleden sonra güneşinde oturduk ki Burhan'la, onu bana yollayan ilahi plana "teşekkür ederim" dedim bir kez daha. Ama öyle iş olsun diye değil bak, kalpten dedim. Evlenirken "Burhan benim çeyizim" demiştim eski kocama. Sağolsun, "ne lan bu?!" demedi hiç. Sonuçta çeyizimi alıp evliliğimi ardımda bıraktım. O zaman da "nereye gidiyorsun?" demedi. Neydi buradaki kıssadan hisse, asıl olan bizimle kalır, sahte olan yaylanır!

Burhan dostumdur ve kocamdan daha gerçekti. O beni olduğum gibi defolarımla, kusurlarımla, zaaflarımla sevdi ve göze aldı. Allah eksikliğini göstermesin.




Mehmetus'u da çok severim ben. Azıcık hıyardır ama nappsınnn canım kıymetlim, o genetik hep Çorumlu olmaktan. O genetik fazla nohut yemekten:)) Yoksa Mehmetus benim için gözyaşı dökecek kadar hassas, olağanüstü değerli bir dosttur. Ki o benim doğumuma giremedi ama ben onun böbrek taşı düşürme seansına bizzat katıldım, kardeşlik ne ki başka? Aha da kanıtı. Biz hep dürüsttük birbirimize. En gıcık olduğumuz anlar dahil! O yüzden varız.. Gerçek kadar güzeliz be ya.




Ha, bu üçlü molada.... Muse ile aramız iyi değil. Neden? Gerçekliğini kaybetti de ondan... bana mı samimiyetsiz? Yok kendisine.....Üzülmüyor muyum? Elbette üzülüyorum, onca yılın delice paylaşımı çöp oladu. Ama yapacak bir şey yok, bazen dönemsel olarak, bazen de tamamen biter bazı ilişkiler. Bizim derinliğimiz değişti. Artık sığ sularda ilerliyoruz. O tercih etti, ben eyvallah dedim. Bu da başka bir geçiş, başka bir gerçeklik... Hayat. Ama gerçek güzel, o hep güzel.




O benim canım... Vitito... Deli gibi özlediğim, can dostum. Erken gidenim, beni bok gibi bırakanım. Ağzına sıçacağım Victor, olmayan kılını tüyünü yolacağım inan! Nasıl gittin be, cascavlak kaldım anasını satiiim. Çok özlüyorum seni, bugün Burhan'la kırda yürürken, o minicik mavi çiçeklere baktım, sen hep benimlesin. Bu hayatta beni tanıdın, bizi buldun, bana kalbini açtın ya, bin teşekkür. Beni sevdiğini söyleyen yüz adamı üst üste dizsem bir Vitito etmez. Onlar benimle dağlarda çiçek toplamadı, onlar beni hatırlamadı Victor... Seni seviyorum dostum. 




Öz kardeşim. Kılına zarar gelecek olsa Dünya'yı yakarım. Onu hep korudum, kolladım kendi çapımda. Annesi oldum, ablası oldum. Dostu olabildim mi bilmiyorum... Belki de ebeveyn rolü dostluğumuzdan çaldı.. Kimbilir. Değil tek hayat yüz hayat yaşasam yine onu seçerim kardeş olarak. Neden? Ayıbımı yüzüme vurmayan, kontrolümü kaybettiğimde benimle savrulmayan, benden daha derin, daha sade olduğundan... Benimle dengelenen ruhuna şükür. Akitlerimin en güzellerinden, en sahicisi kardeşim.



Son kardeş. Aşıklar şehrinin hediyesi. Bizim hikayemizdeki Rumi kim? Şems kim? Nasıl oldu da onca kalabalıkta birbirimizi bulduk, ne gördük de mühürledik dostluğu, kardeşliği? Neyiz biz Adnan? Nedir bu derin bağ? Bu büyük güven? Dağa yaslanır gibi yaslanmak nedir yahu? Ekmek ve su gibi, ezeli ve ebedi yakınlık hissi... Çok şükürümsün:) Eyvallahımsın.


Neden yazdım bunları? Şu sebeple. Ben ruh eşimi bulamadım. Ama ruh ikizlerimi buldum, kardeşim, dostum diyeceğim insanlar verdi bana hayat. Sahte nedir, gerçek nedir dibine kadar deneyimledim. Ruhum koku alıyor benim, gerçek olmayanı hakikiden her daim ayırdım. Bu güzel şansa, bana verilene Juno'nun gerçekliğe düştüğü notun altına kayıt bırakmak geldi içimden. Olmaz mı?  Bu kadar güzel bir bahardan buraya içimin baharı kalsa olmaz mı?

:)



7 Mart 2021 Pazar

ZEYTİN, ÜZÜM & İNCİR

 

Kültür bitkilerine merakım kendimi bildim bileli vardı. Malum kocaman bir mandalina bahçesinde büyüdüm ve gezmekten anladığım ya limana inmekti, ya da harıma gitmek. Ama bu konuda okumaya başlamam yüksek lisans yıllarıma dayanır. Vay be, epeyce uzun bir zaman öncesinden bahsediyoruz. 

Konuya merakımı körükleyen de Dinçer* olmuştur. Dinçer o yıllarda Sorbonne'da sikkeler üzerine doktorasını yapıyordu. Sağolsun her İstanbul'a gelişinde benim tezin taslağına bakar ve Fransızca'dan çevrilecek ne varsa hepsini hallederdi. O  yıllarda rekabette bile bir incelik, birbirimize hayranlık vardı. Velhasıl kültür bitkileri konusu da yine bir kütüphane çalışması sonrası hararetli sohbetlerimizin kimbilir hangisinde aklıma düştü.

Aslında hatırladığım kadarıyla konu sikkeler üzerindeki tasvirlerden bahsederken açıldıkça açılmış ve olmadık yerlere uzanmıştı. Malum eski paraların tasvirleri, üzerine öykü yazılacak kadar inceliklidir. Bazı paralarda kentlerin koruyucu tanrı ve tanrıçalarından bahsedilirken onların bilinen atribüleri de resimlenirdi  ya da o yörenin değerli bitki ve hayvanları.  Mesela İstanbul'un bir dönemine ait sikkelerde palamut tasvirleri olduğunu biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir tabii; Efes sikkelerindeki arı, Athena adına basılan sikkelerdeki baykuş gibi...

Neyse, bunlardan bahsederken dönüp dolaşıp kültür bitkilerine, bölgede Akdeniz olunca Akdeniz'deki kültür bitkilerine geldi. O günden sonra endemik bitkilere ve kültüre alınan bitkilere ayrıca ilgi duyar oldum. Zaten ilerleyen yıllarda fitoterapiye de böyle sardırdım muhtemelen:))

Bizim coğrafyamızda inanamayacağınız kadar önemli endemik tür ve dünya kültür tarihine damga vurabilecek kadar da bol miktarda kültür bitkisi var. Fakat ne yazık ki en önemli çalışmalar Napolyon zamanından başlayarak Almanlar ve Fransızlar tarafından yapılmış. Dokunmaya kıyamayacağımız güzellikte cilt cilt çalışmalar, kronikler var... Adını da hatırlarsam yazayım. Malum ben Almanca bilmediğimden, senelerdir ne zaman Almanya'ya gitsem, bu külliyata ve elbette daha nicelerine yalana yalana bakıp dönüyorum...

Gelelim bu önemli çalışmalardan bizim dilimize çevrilen mini mini ama çok ilham verici bir kitaba.


Nedendir bilmem sadece bu üç bitkiye ait kısımlar çevrilmiş ve sanırım bu çeviri de bire bir değil epeyce bir özetmiş. Anlayacağınız bize gelen suyunun suyu. Yine de eğer benim gibi zeytin, incir ve üzüm için heyecan duyuyorsanız bu kitabı okuyun. 

Kitabı yıllar içinde birkaç kez okudum, her okuduğumda da bambaşka bir heyecan duydum. Çünkü bu üç bitki mitolojik hikayelerden tutun, Halk Türkülerine kadar o kadar çok yerde karşımıza çıkar ki inanamazsınız. Sadece edebiyatta da değil, takı tasarımlarında, dokumacılıkta, şifalı ilaçların yapımında hep isimlerini duyarsınız ve sanki koca bir toprağın en temel üç besinidir.

Aslında biraz düşününce hiç haksız bir kıymet değildir bu. En basit haliyle üzümden şarap, pekmez ve pestil elde ediyoruz. Zeytinyağı desen kremden, yemeğe, sabuna o kadar ciddi bir değer ki, sadece onu anlatmak birkaç ciltlik eser olabilir. İncire gelince, o zaten başlı başına önemli bir besin. kalsiyum değeri hakkında bir fikriniz var mı? Hele bizim oralarda bademle fırınlayıp susama basarlar ki, of! Sadece bu üç bitkiye buğday ve su ekledin mi ömür boyu eşsiz sofralara oturursun. Çünkü geri kalan tüm otlar ve meyveler zaten etrafta mevcut! Biraz da balık tutarsan oldu bitti.

Peki biz ne zaman bu sade ve derin sofraları küçümseyemeye  ve olmadık soslar, tropik meyveler arasında kaybolmaya başladık? Ne vakit bulgur beğenilmez oldu da, tüm İstanbullular kinoa salatasıyla doymaya başladı?

Çok yazık... Bazen kendimi Dünya'yı daha güzel bir yer haline getirmek için yeterince emek harcamamış olmakla suçluyorum. Muhtemelen bu saatten sonra böyle bir projeye gücüm yetmez zaten fakat daha az tüketerek, evimin eşyasında, üstümde başımda sadeleştiğim gibi yiyecekte de sadeleşebilirim. Hakkımı alıp, fazlasına el uzatmayarak ve paketli gıda sektörüne destek vermeyerek az da olsa bir işe yarayabilirim.

Hatta belki yakın zamanda bir incirliğim bile olur? Bende kekik suyuna incir  bandırıp kuruturum belki? Bütün bunları hayal etmek bile güzel... Bazen, Victor'la köylerde gezerken sepetten çıkartıp yediğimiz incirleri, domatesleri hatırlıyorum. Nasıl akıl almaz bir lezzetleri vardı... Tam buğday ekmeğinin kokusu, mangaldaki kahvemiz.. Şimdilerde öyle bir evin hayali var rüyalarımda. O yüzden aklıma düştü zeytin, üzüm ve incir. Çünkü bahar geldi, çünkü üçüncü cemre düştü, çünkü ben unuttuğumu hatırladım.


* Dinçer Savaş Lenger





5 Mart 2021 Cuma

SOSYAL MEDYA REZİLLİĞİ


Okuldan arkadaşlar aradılar, güldük sabah sabah. Kime atar yaptın diye sordular. Kimseye yahu. Atar falan değil benim ki, gözüme güzel görünmeyene, aklıma yatmayana söylenme olsa olsa. 

Son yıllarda, şiddete maruz kalan kadınları kollamak, uyandırmak adı altında türlü dolap çeviren ve yıllarca giyindikleri kat kat kostümleri acemi bir striptizci edasıyla sıyıran eğitimli ve sıcak döşeğinden seslenen dişi kadroya uyuz oluyorum. Ortaya koydukları ve abarta abarta özünü yitirdikleri konular öyle acınası ki... 

Bir kere neden kadına şiddet? İnsana şiddet olarak düzeltilmeli. Çünkü erkek de şiddete maruz kalıyor. İzliyor, öğreniyor ve en son aşamada uyguluyor. Ve tabii kadının kadına, kadının çocuğa ve erkeğe uyguladığı duygusal baskı, kıskaç! Bu da şiddet. Toplumda kabul görmek, dışarıdan alkış almak için debelenen erkeğin kırkından sonra sıçıp batırdığı hayat da şiddetin neticesi.

Bahsettiğim kadınların çoğu ya zengin koca tercihi yapmışlar ve trend değişince bundan utanıp organik mevzuya geçmişler ve herifleri boşayıp yüksek tazminatlarla goy goy yapıyorlar ( yaşam koçu, yoga öğretmeni, enerji bilmem neyi.... ana tanrıça şifası.... diye bi ton saçmalık!) veya babadan zenginler ve değişen değerlerin arasında yeni kostümlerine bürünüyorlar. Sergilerde boy göstermek, derneklerde çalışmak out, şifa dağıtmak in!!! Ha, arada yok mu güzel işler derseniz elbette var. Ama o insanları pek ortalarda görmüyoruz. Onların sahiden işi var. Davası var, hevesi ve misyonu var. Kim gibi mi? Bence Berrak Yurdakul gibi. Oya Ayman gibi. Suat Yurtalan gibi... İşinde gücünde insanlar. Sosyal medyada değil, oldukları yerde kilometrelerce öteyi ışıklarıyla sarıp sarmalayanlar.

Onların da canına tak etmiş hayatta fakat soluklanacak alanlar yaratmayı başarmışlar Deneyimlerini, birikimleriyle harmanlayıp bilgiyi, bilgelikle güzelleştirip yaşıyorlar. Samimiyetle, derinlikle paylaşıyorlar.

Böylesine önünde keyifle eğilebileceğim, her sohbette çoğalabileceğim cevherler varken, diğer zırvaları küçümsüyorsam kusura bakmayacaksınız artık. Düne kadar Hint Mitolojisi bilmeyen bacım, yaşadığı toprakları Boğaziçi Üniversite bahçesinden ibaret sanan sözde entelektüel ablam, bugün Hint tanrılarına sunak yapmış, Anadolu tanrıçaları önünde göbek atıyor! Bir diğeri tamamlayamadığı döngüsünde suni solunum yaparken, çıkmış ortaya başkalarının çemberlerini tamamlamalarına destek oluyor. Gülsem mi, ağlasam mı?

Birbirinin yarasını, beresini emen, kaşıyan ve en çok kim teşhir edebilir travmasını diye yarışan kadınlardan utanıyorum. Ayıplamak mı benim ki? Sanmam, daha çok yakıştıramamak. Çünkü ne yazık ki çocukları var bu insanların, neler oluyor anlam veremeyen, oyun dışına atılan kocaları var. Düne kadar orgazm taklidi yapan ve mırıl mırıl yaşayan karılarının, her an artan talepleri karşısında dumur olan bu adamları da birileri korumalı:))) Onları örnek alan taşralı kadınlar var en fenası!!! İyi bişi olduğunu sanarak yuvalarını sallıyorlar. Ah ya,  vallahi üzücü.

Sosyal medya rezil bir mecra olmaya başladı. Yıllardır yoga öğretmeni olduğumu söyleyemeden yaşıyorum. Onun yerine anaokulda çalıştığımı söylüyorum. Senelerce de arkeoloji okuduğumu söyleyememiştim. Ne iş seçtiysem sulanmaya ve geyiğe açık arkadaş! Ama şimdi ikisinin de sonundayım. Gidiyorum. Yepyeni bir düzene, yepyeni topraklara. Sosyal medyasız, bu saçmalıklardan uzak, ellerimle, kalbimle yaşayacağım, yaratacağım bambaşka bir yere. 

Ay sonu taşınıyorum, evimi paketlemeye başladım. Bazı eşyalarım bu şehirde kalacak, bazıları da benimle yeni toprağımıza geliyorlar. Bu defa kendime sahip çıkmaya kararlıyım. Muhtemelen kararlılığımdan tırstığım için kolay yolu seçenler daha fazla gözüme batmaya başladı. Bu mızmızlanmalarım hep ondan! 

Ben gerçek kadınların, gerçek adamların, ağaçların, dağların, zeytinlerin, incirlerin gölgesine gidiyorum! Lütfen gelme, orada İstanbullu istemiyoruz:))