Kalp toprak gibidir
Tohumu mahveden ve
tohumun çatlamasına mani olan zararlardan
arındırılmadığı müddetçe,
ibadet tohumu o toprakta yetişmez.
İmam Gazali*
Beni yaşadığım eve getiren rüzgar, şimdi bir başka cepheye sürüklüyor yüreğimi. Tastamam görmem gereken yere, kendi gözlerimin içine bakmamı istediği yere götürüyor. Bakacağım. Hatta bir yandan salona saçılan kutulara, kolilere bakarken diğer taraftan başladım bile gözlerimdeki boşluğa dikkat etmeye..
Ben dersimin ne olduğunu çok iyi biliyorum, benim bu seviyedeki sınavım cüzzi ve külli irade meselesi. Ve bir kez daha açıkça görüyorum ki, insan kendi bilinçaltı çöplüğünü temizlemedikçe arzu edilen yolculuğun başlaması imkansız...
Dün katıldığım toplantıda evimi hatırladım. Yuvamda olduğum zamanları; pazen elbisemi, Makbule Teyzeyi, Dağbelen peksimetlerini.... Victor'u kaybetmenin derin acısını ciğerimde hissettim. Kendime acımam ve sızlanmam bittiğinde, üzerinden on yıl geçen gidişinin ardından hala yas tutmadığımı, onun arzu ettiği gibi hayata katılmadığımı, üretmediğimi, tembellik ettiğimi ve ruhuna ve tabii ruhuma huzur vermediğimi hissettim.
Çok değil birkaç ay önce sahici sevgiyi ve aşkı kavuşamamak zanneden bir insanı için için suçluyordum. Aramızdaki köhne kalıpları değiştirmemesine, hatta zahmet edip mümkün mü diye denememesine fena halde bozulmuştum. El uzatmıştım, elimi tırmalamıştı. Geri çekildim. Eyvallah, onun da idraki bu kadarmış dedim.
Dün, hayat bana yuvaya dönmem için aynı samimiyetle el uzattığında ben de korkuma yenilebilir ve aynısını yapabilirdim. Tutunduğum öfkeden, bildiğim kırgınlıktan yürümekte ısrar edebilirdim. İyi de neden? Bunca yürek yükü sahiden gerekli midir? Değildir. Yapmadım, öfkeme ve eski bilgime tutunmadım. Hayatın bana uzattığı halatı tüm gücümle kavradım ve gece boyunca milim milim sabahın aydınlığına tırmandım. Uyandığımda içimde ne kalmış diye şöyle bir baktım, tüm tortular gitmişti. Tam hayal ettiğim gibi saf sevgi çöreklenmişti yüreğime! Birlik inancı, bir olma şuuru vardı kalbimin derinliklerinde.
Bana bunu bırakan Vitito, canım dostum. Rhumu benim bile kavrayamadığım en ücra karanlığına kadar seven, beni ben gibi kucaklayan Vitito, ne teşekkür ettim sana bir bilsen....
Bazı mesajlar yıllar sonra anlaşılıyor. Ne güzeldir ki aslında tam da zamanında okuyabiliyoruz onları. Dün katıldığım toplantının hissettirdikleri de öyle güzel vakitte karşıma çıktı ki, belki bir yıl evvel bunların hiçbirini anlayamazdım. Olanları okuyamazdım.
Bugün kendimi pırıl pırıl hissediyorum. İçim, dışım saf ışık. Bu dünyadan göçen dostumun acılarını, kederini, çözemediklerini sırf onu sevdiğim için miras almış, on yıl taşımıştım. İçimde canlı tutmuştum onun kırgınlık ateşini. Ama dün gece iyice düşündüm, O yaşasaydı, "söndür Elvan, asıl olanı gör, küllerin altına bak!" derdi. Sahiden de ateş söndüğünde ılık küller rüzgarla uçup gitti ve bana tohumlar kaldı...
Bunca yıldır içimde birlik ve sevginin yeşerememe sebebi öfkemden başka bir şey değildi. Sadece Vitito'nun değil anne ve babamın, kardeşimin ve diğer sevdiklerimin de acılarını, öfkelerini, uğradıkları haksızlıkları yüreğime yük etmiştim. Birbirimize her yaklaştığımızda öfkenin sıcaklığından sevgiye yer kalmıyordu, kucaklaşamıyorduk. Oysa o yük benim değildi. Bizim değildi. Benim olan sevgiydi. Bizim olan, bizi bir yapan sevgiydi!
Şimdi tertemiz bir toprak kalbim, tüm zararlılardan arınmış mis gibi bir bahar toprağıyım; ılık, nemli, ibadete hazır.
*Epigraf kullanmak bana göre keyifli birşey, tabii yazıdan rol çalmıyor ve anlamı zenginleştirmeye yardımcı enstrüman olabiliyorsa... Velhasıl Orhan Pamuk'un tek sevdiğim kitabı ( on altı yaşımda sevmiştim, dikkat! ) ve Umberto Eco'nun hala çok beğendiğim romanı Gülün Adı birer epigraf ile açılırlar.....