31 Temmuz 2014 Perşembe
TEMMUZ ESİNTİSİ
Mevsimsiz rüzgarlar esti.
Yelkenleri topladık.
Ben dümene geçtim,
Sen suya atladın.
Lombozda iki fare gördüm.
Anladım!
http://ejderhalaryalansoylemez.blogspot.com.tr/2012/05/kuzey-denizine-veda.html
YUVA YAPAN DİŞİ KUŞU GÖREN VAR MI, KENDİSİNE TELEFON NUMARAMI VERİR MİSİNİZ?
Zira ona çok ihtiyacım var... Bugüne kadar kendi yuvasını yapmayı becerememiş bir dişi olarak, kuşlardan, börtü böcekten ve elbette Rabbisinden medet ummaktayım! Ayrıca kuş dişi olmasa da olur; asla cinsiyet ayrımcılığı yapmadığım gibi erkek kuşların bu konuda çalışması gerektiğine inanıyorum.
Ev aramakla uğraşmanın yanı sıra sıcaktan akıp gideceğinden fena halde korktuğum beynimi kulaklarıma pamuk tıkayarak koruyor ve yatağa giderken de bu gece uyuyamazsam diye korka korka ayak sürüyorum. İçimde öyle bir his var ki, sanki yaz bitince beynimin akmasına dair korkularım uçup gittiği gibi kalbim de yumuşayacak. Böylece nicedir derin dondurucuda sakladığım özüm, yeniden canlanacak.
Tabii ona çok ihtiyacım var. Yeni bir ev, iş ve hatta beden için niyet edip adım atmış biri olarak kalan ömrümün her dakikasıyla çok ilgiliyim.
Bugün bir cenazeye katılacağım. Yüzünü bir kez bile görmediğim ama kızını tanıdığım bir insanın ruhuna hoşça kal diyeceğim. Eskiden hiç bir anlamı olmayan cenazeler bugün benim için çok manalı. Her ölüm erken ölüm diyor ya şair, cenazeler kalan zamanın tik takları... Zamanın herkes için aktığının sinyali.
Bu sebeple lütfen dişi - ya da erkek - kuşa telefon numaramı verin, artık bir yuvaya ihtiyacım var:)
30 Temmuz 2014 Çarşamba
UYKUSUZ
Ömrü hayatımda ilk defa yataktan kalkıp yazmaya oturuyorum. Hep merak ederdim; insan nasıl olur da uykusundan kalkar ve yazar diye. Demek oluyormuş. Gerçi uykumdan sıyrılıp soluğu buzdolabının beyaz ışığında aldığım çok olmuştur da, nedense bu defa ayaklarım beni yazı masama, klavenin ışığına getirdi.
Son yıllarda umutsuzluktan ve ölümden fazla bahsettim farkındayım. Ama bir o kadar da kendini sobelemekten, umuttan ve hayatın başlı başına bir mucize oluşundan dem vurdum. Kimi zaman içimdeki iyi parça kelimeleri harmanladı, bazı gün oldu en kötücül tarafım kurdu cümleleri. Her ikisi de bendim, bendendi. Benimdi. Taaa ki onları yayınla butonuyla başka gözlere sunana kadar. Sonra sizin oldu; buraya gelip ne yazdığıma bakan insanların, dostlarımın ve arkadaşlarımın.
İçimden geçen hikayelerin ve masalların bir çoğunu burada yazdım, yayınladım. Bazılarını da bilinmeyen bir zamanda çıkarıp koklamak için kağıtlara sakladım. Bir gün, zamanı gelip öte tarafa göçtüğümde ardımda kalacak onca defteri kim bulur, onları ne yapar bilinmez. Seyahatlerimden, ruh tutulmalarımdan, kek tariflerine kadar onlarca alakasız anın kaydı kuydu kimbilir ne hissettirir ardımdan? Keşke gerçekten ama gerçekten yazabilseydim. Gördüğümü, duyduğumu, yüreğimden döküleni rengiyle, kokusuyla, duygusuyla defterlere doldurabilseydim.
Hayat er ya da geç havalandırılması gereken bir oda gibi, her şey geçici, uçucu... Bu yüzden yazmak benim nazarımda en kutsal iş. Ve de en beyhude belki?
Zamanın, mekanın ötesinden tam yüreğin ortasına yazılmış hikayeler var ya, en çok onlara imreniyorum. Bir roman yazarının sabrına, kahramanlarına evlat gibi sahiplenişine, hikayeden sapmadan yolunu kaybetmeden hoşçakal diyebilişine. Şairlerin tüm kadınlara tek bir kadına seslenircesine yazışlarına gıpta ediyorum.
Masalların büyülü atmosferini sevdiğim kadar hiç bir nesneyi, kimseleri sevmiyorum. Muhtemelen yarısından fazlasını tamamladığım ömrümde hala ve en çok ormanda kaybolan çocukları kıskanıyorum. O korkuyu bile kıskanıyorum! Çiçek perileriyle dans eden İskoç kızları, fasulye sırığına tırmana Jack ve geceleri penceren uçup uzak diyarlara giden Peter ve arkadaşlarını da kıskanıyorum. Stella Monty'e büyü, hayalet, canavar ve peri gibi şeylerin olmadığını söylemiş... belki doğru? Oysa Monty en çok sihir yapmayı seviyor. Arabalarını sıcak sudan soğuk suya sokarken renklerin değişmesi onu mest ediyor. Annesi ve ben renk değişiminin kimya olduğunu söylüyoruz.. Bunu duyan Monty'nin kulakları, kalbinin duyduğunun farklı olduğunu gözleri ele veriyor! Monty sihire inanmak istiyor, bütün insanlar* gibi...
Gerçeğe tahammülsüzüm, bu yüzden başka dünyalara inanıyor, yazarak, an için bile olsa oralarda saklanıyorum.
Bilmem ki neden gecenin bir vakti içimi dökesim geldi? Keşke buzdolabına saklansaydım!
* en azından benim gibi...
24 Temmuz 2014 Perşembe
BUGÜN
Az sonra evden çıkıp okula gideceğim. Bugün buz ve su üzerine sohbet edip, oyunlar oynayacağız. Aklımda özel bir oyun yok. Ama özel bir fikir var: yakiiin meselesini anlatmaya çalışacağım.
Başarı şansım ne kadar bilinmez, ancak yakiin meselesini çözmeyen, çözemeyen bir nesil olarak geldiğimiz yer burası! Memnun olan elini kaldırsın lütfen.
23 Temmuz 2014 Çarşamba
NEŞEMİ BANA GERİ VER!
Benim komik bir kardeşim var. Yani vardı. Zira ülkedeki pek çok insan gibi neşesini kaybetti! Oysa eskiden benim hiç beceremediğim bir işi başarır ve hayatı kıçında sallamazdı. Serdar Ortaç'ın şarkılarına yepisyeni yorumlar katar, Demirel aksanıyla Mirkelam olur, ağlarken güldürürdü. Hepsi bitti. Ülkenin de, hayatın da boku çıktı! Daha kibar ifade edilir mi bilmem ama içimden Fırat gibi "bok, çiş kaka!" demek geliyor bugün!
Bana uzun yıllar boyunca neden boşandığımı sorup duranlar oldu. Malum medeni durumumuz etraftaki herkesi çok ilgilendiren bir konudur. Cevap basitti aslında; kocam neşemi çaldı! Olumsuz ruh hali, paraya tapan tavırları, durmadan sahip olmadıklarımıza dair hüzünlenişi, sanki bütün güzel günler geride kalmışçasına dertlenişi beni inanılmaz yıldırdı. Neyse, boşandık bitti. Amma işin özü şu ki, insan bir ülkeden, kardeşten, anadan, dosttan ve en vahimi kendinden boşanamıyor!
Etrafıma baktığımda küçük hayatları özlediğini söyleyen ama büyük hayatlara imrenen bir kitle görüyorum... Yeteri kadar parası olursa dışarıdaki hiçbir kötülüğün kendine dokunamayacağına inanan insanlar. Çocukları için bir gelecek satın alabileceği yanılgısında kulaç atanlar... Daha neler neler...
Senin olmayan çocuğu da öz evladın gibi sevemedikçe dışarıda güzel bir dünya olmayacak kardeşim. Ramazanda baklava börekle beslenirken, komşun aç mı diye düşünmediğin sürece nefsini yenmiş olmayacaksın. Yalancının önde gideni olacaksın sadece!
Kuzenim geçenlerde güzel bir laf etti: "Allah bazen yoklukla değil, varlıkla sınarmış..."
O zaman bu gece fosur fosur uyumadan evvel düşünelim, neyimiz var? Ne kadarını vermeye, paylaşmaya hazırız? Sanal dünyanın paylaşım sayfalarında sadece öfke, itişip kakışma görüyorum. Çözüm odaklı, uzlaştırıcı cümleler karaborsa... Herkes kendinden olmayanı yok etmek derdinde. Neden?
Çok hastalandık da ondan! Neşemizi kaybettik. Neşe gidince sağlık da gitti...Bireyler hastalandıkça toplum büsbütün yataklara düştü.
Şifa vermeyi, şifalanmayı unuttuk. Sağlıklı yiyeceklerin peşine düştük. Spor salonlarının kapısında yatar kalkar olduk. Kıçımızdaki selülitlerle savaşırken, kalbimizin selülitlerini unuttuk!
"Neşeli ol ki, genç kalasın" derdi bir şarkı, oysa çocukların bile ruhu şimdiden ihtiyar.. İnsan yaşam enerjisini geri kazanmadıkça bu bataklıkta daha çoook kulaç atacağız. Hele ki biz, yani gezegenin bu tarafında olanlar, aramızdan biri paçayı kurtaracak gibi olsa onu hemen bataklığın dibine çekeceğiz. Aydınlık ve pırıl pırıl doğu kafasının bir gün böyle bir açmaza düşeceğini kim bilebilirdi?
Bir zamanlar doğudan yükselen ışık, şimdilerde kan kızılı..
HANGİ DEREDE YIKANIYORSUN DOSTUM?
Aslında benim yoga maceramı tam olarak bilen bir kişi var, o da Külkedisi. Zaten bu yolculuğun başlamasına sebep olan, ilk adımı attıran da Külkedisi.
Ama en başından anlatmaya başlarsam yoga bilgisiyle tanışma hikayem 1994 yılına uzanır. O zamanlar Victor ile ortalıkta dolanıp, onun inandığı beslenme şeklini insanlara anlatıp duruyoruz. Ben mi? Ben Victor'un ballı çöreklerine, yayla çayına deli oluyorum ama falafel yerken illa da light cola içmek istiyorum! Varlığım çelişki:))
Oysa canımın içi Victor beni kahveden uzak tutabilmek için ne güzel çaylar demliyor.. Yok, illa kahve, illa cola!
Yine de harika bir dönem geçiriyoruz. İkimiz de aşığız (yanlış anlaşılmasın birbirimize değil). Genciz. Bitmeyen bir öğrenme açlığımız ve enerjimiz var. Hey gidi gençlik!
İşte o yıllarda ne olduysa oldu, Türk ve yabancı bir sürü gezginin yolu hep bizim mahalleye düştü. Victor adeta insan mıknatısı gibiydi. Köylüsü, kentlisi, illa da ona yakın, onunla birlikte olmak istiyordu. Bitli, pasaklı yogistlerle (!) o zaman tanıştım! Ama ne tanışma:))
Efendim biri vardı ki, adını şu an pek ünlü olduğu için veremeyeceğim Hindistan'a Osho'nun ashramına kök çakrasını kontrol altına almaya gitti! Zira hanımefendi sevgi eksikliğinden midir nedir önüne gelenle sevişmeden huzur bulamıyor, hatta sevişse de huzur bulamıyordu. Bir sezonda kasabayı birbirine katmayı başarmıştı! Osho adını, ilk olarak onun isminin yanında duyduğum için inanılmaz önyargılıydım. En çarpıcı örnek bu olup, spiritüel işlerle kafayı yemiş bir ton garip insanla tanıştım.
Victor bunca deliye nasıl dayanıyordu bilmem!
O GERÇEK BİR ŞİFACIYDI..
Aradan yıllar geçti Külkedisi ile tanıştım. Sonra o okyanus aşırı ülkelere gitti. Sonra döndü. Bir gece baş başa yemek yerken yoga fikri ondan çıktı! Ben, yukarıda kısaca anlattığım ön bilgim sebebiyle hiç sıcak bakmadım. Yine de itiraz etmedim. Birkaç gün sonra Külkedisi hayatımıza değişik anlamlar yükleyecek olan anları başlattı ve ikimiz, hiç tanımadığımız bir grup insanla yoga derslerine katılmaya başladık.
O dönem doktora yapmayacağımı idrak ettiğim, bu konuyu kendi içimde bir yere koyamadığım huzursuz bir süreçti. Fakat dersler o kadar iyi gelmeye başladı ki, bir süre sonra uyku kalitemin arttığını gördüm. Bendeki ilk gözle görülür fayda bu oldu. Sonra sonra ders sonundaki telkinlerin paslamış parmaklarımda bir kımıltıya sebep olduğunu gördüm. Ve tam o günlerde Eda Lisa için ilk masalımı yazdım. Amatörce idi ama duygularımı anlatmayı denemiştim. Bana çok iyi geldi. Hafifletti. Nefessiz kaldığım bir odaya kocaman, ufka bakan bir pencere açtı!
Bundan sonra yoga ile ilişkimde anladığım ve anlamadığım, akılla tutamadığım yine de zaman zaman sezgilerimle kavrayabildiğim pek çok deneyim yaşadım. Gurudwara Ashram'da oraya yoga öğrenmek ve şifalanmak için gelen insanları izlerken, kendimle ve hayatla ilgili ilginç keşifler yaptım. Hocamın durmadan tekrarlar gibi göründüğü ama her defasında farklı bir detay yakalamama sebep olan sohbetleriyle kulaklarım iyice doldu. Yol boyunca pek çok insan hayatıma girdi. Kimileri kaldı, kimileri gitti. Orada kaldığım sürece birilerine dokunabilmenin kıymetini kalbimde iyice pekiştirdim.
Sonra Konya girdi hayatıma. Oradaki edep, duruş, hal... ne ise adı, beni benden aldı. Büyülendim. Hep aklımda olan şey işte tam olarak buydu, beni asıl ilgilendiren biçim değildi ki. Bütün bilgi aynı kaynaktan akıyordu. Ben bu derede yıkanıyordum, sen ötekinde... Su aynı suydu içinde olduğumuz, belki sağdaki soldaki çalı çırpı farklıydı, o kadar.
Konya'dan sonra yoga benim için daha da anlamlandı. Arkeoloji okumuş olmanın ekmeğini tam bu noktada yemeğe başladım. Semboller, ritüeller, öğretiler öylesine büyülü ve o kadar gerçekti ki, artık yolcuların bir önemi kalmamıştı. Onların farklı bir derede yıkandığını, o derenin suyuna bana iyi gelmeyen metallerin karıştığını görünce yoluma tek başıma devam etmeye karar verdim.
Bundan sonraki her gün, yoga yapsam, yapmasam farkı yoktu. Yoga hayatımda bütün basamaklarıyla kendine yer bulmaya başlamıştı. Durmadan asanalara gömülen, haftada beş gün yoga yapan insanlar da vardı ama ben başka bir çıkış bulmuştum sanki. Oraya doğru yürümeye başladım.
Buda ve Mevlana tanışıyor olabilirler miydi?
Şimdilerde yoga camiasında -ki üzülerek söylüyorum benim tanıdıklarımın hemen hemen hepsi egosunun esiri olmuş ve para odaklıdır bu insanların, üstelik kendi aralarında ortak bir dilleri de yoktur. Biri diğerini beğenmez... Bilginin özünden uzaklaşmış, biçimde kalmış tarikatlara benzetiyorum onları.. - ilginç gelişmeler var. Binlerce yıllık kadim bir bilgiyi kişisel çıkarlarına alet etmeye kalkanların yanlış adımlarıyla sorgulanıyoruz.
Oysa güneş balçıkla sıvanmaz der büyükler. Akılsızca, kalpsizce yapılmış yanlış işlerin yükü sadece o kişileri ilgilendirir. Onların kabı o kadarmış, o kadar dolmuşlar. Onlara yaklaşanların gözleri bu kadarını görmüş, bunu deneyimlemişler..
Bütün olan biten yoganın hayatlarımıza getirdiği güzellikleri azaltmaz. Dünya'nın fokur fokur kaynayan, çok kan dökülen bir bölgesinde yaşıyoruz. Sırf bu sebeple bile inanmaya, bir ve bütün olmaya her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Çocuklarımıza sevgiden, yardımlaşmadan, güçlü bedenlerden ve ruhlardan bahsetmenin, buna sahip olmak için nasıl bir yol izleyebileceklerine dair ilham vermenin tam zamanı. Kurtuluşumuz yogadadır demiyorum. Sadece benim yıkandığım derenin kenarında içine doğduğum coğrafyanın öğretileri ve yoga bilgisinin çiçekleri var diyorum, hepsi bu.
Peki senin derenin kenarında ne var? Sadece bunu düşünmene vesile olabilirsem ne mutlu bana!
19 Temmuz 2014 Cumartesi
GÖL OL.
Bir
yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.
Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan
çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp
içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez
de ağzındakileri tükürmeye basladı. Bu arada, 'tadı nasıl?'' diye soran
yaşlı adama da öfkeyle, "acı'' diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve onu dışarı çıkardı. Sessizce az ilerideki gölün
kıyısına götürdü. Çırağına bu kez, bir avuç tuzu göle atıp, gölden
aldığı suyu içmesini söyledi. Yaşlı usta, söyleneni yapan çırağına,
ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
''Tadı nasıl?''
''Ferahlatıcı''
diye cevap verdi genç çırak. ''Tuzun tadını aldın mı?'' diye sordu
yaşlı adam. '' Hayır'' diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam,
suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
''Yaşamdaki
ıstıraplar tuz gibidir; ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep
aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır.
Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili
hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak,
göl olmaya çalış.''
Etiketler:
Gurudwara'dan Alıntı.
18 Temmuz 2014 Cuma
DİKKAT! MERHAMETSİZ ÇOCUKLAR YETİŞİYOR.
Geceden sabaha gündem değiştiren ruhum, güne bir annenin çocuğuna ölümü anlatmaya gayret eden cümleleriyle başladı. Zaten adaya geldiğimden beri en çok dikkatimi çeken şey de bu konu aslında: merhametsizlik!
Zira ZAMANSIZ ölümün kapısını aralayan hal bu!
Burası çocuk ve anneanne dolu bir yer. Az anne, bol anneanne yollamış rabbisi buralara. Sebebi bu olsa gerek, her bir insan evladı ölümüne şımarık! Biraz farklı bir noktadan bakabiliyor olmasam çocuk düşmanı olmak an meselesi. Oysa düşman olarak hedeflediğimiz çocuk değil, ona şekil veren, örnek olan yetişkin olmalı. Hatta o bile olmamalı, illa birine kızacaksak içimizdeki parçaya kızmalı!
Neyse, konuyu dağıtmadan özetlersek buradaki yetişkinler çocukları plaja getirip güneşe çıkartmayan çanta gibi şemsiye altında tutmak isteyen garip mahlukatlar. Durmadan bağıran, çocuklara "onu yapma, buna dokunma, o tarafa gitme, buraya gel, mayonu değiştir!" ve daha pek çok emir cümlesini nefes almaksızın sıralayan insanlar. Hem kendilerini, hem de çocukları durmadan geren bu kadınlar sayesinde açıkcası ben de daraldım azıcık. Hele ki merhametsizlikleri ve bencillikleri çok can sıkıcı.... İzlemeye dayanamıyorum...
Çocuklar sırf eğlence olsun diye denizanalarını alıp kumların üzerine bırakabiliyorlar! Deniz yıldızları toplayıp cayır cayır yanan güneşin altında kurutuyor ve küçücük yengeçlere eziyet etmek için yarışıyorlar....
Elbette doğayı tanımak, yaşamı, ölümü ve arada olan biteni deneyimlemek için hevesliler, aceleciler. Peki yetişkinler? Çocukları teşvik ediyorlar desem? Ölen hayatlara karşı sırf çocuğun anlık heyecanı için ilgisizler desem? Ağızlarını açıp her bir canlının döngüde ne kadar değerli olduğuna dair tek laf etmiyorlar desem?
Acaba bilmiyorlar mı???
Ülkenin, dünyanın haline şaşırmak anlamsız. Hainlik, başka yaşamlara saygısızlık güzel bir yaz günü deniz kenarında başlıyor.. Sonra alıp başını Suriye'ye, Filistin'e, İsrail'e ve daha nerelere nerelere gidiyor.
Çok basit, küçük bir kapris gibi görünen bu yaşanmışlıklar aslında bizi cehenneme götürüyor. Susuzluktan bakışları cansızlaşmış bir hayvanın önünden dondurma yalayarak geçen bencil ve kalbi kör bir çocuk yetiştiriyorsanız cehenneme odun taşıyorsunuz benim gözümde.
Gelecekte iyi eğitimli, yüksek ücretli işlerde çalışan, şık giyinen kadınlar görüyorum sevmeden sevişen, çocuklarını kucaklamadan büyüten... Erkekler görüyorum "iş dünyası bu!" diyerek birbirinin başını ezip, hızını alamadığında eşine şiddet uygulayan!
Bugün plajda anlık zevkler için öldürülen minicik hayvanlar gelecekteki büyük acılara parantez açıyorlar...
17 Temmuz 2014 Perşembe
SOYUNMA KABİNİ
Kaldığım evin sahibinin buraya verdiği isim bu! Canımın için, dünya tatlısı Feridun'un yeri cennet olsun, onun sayesinde şimdi denizin kıyısındaki bu soyunma kabininde elimde kahvemle sabah keyfi yapabiliyorum.
Feridun, buraya bir festival için geldiklerinde adayı keşfetmiş. Sonra teyzemle evlenmişler ve Feridun adadan bir davet alınca tekrar gelmiş. O zaman ada halkı ne yapıp edip buralı olması için onu kaldırmış! O da teyzemi kandırmış:) O günden beri yani yaklaşık yirmi senedir bu soyunma kabini var. Gerçekten mini mini bir ev burası. Kapıyı ittirsen içeri girilir. Tıpkı çocukluğumun korkusuz evlerine, tedbirsiz hayatlarına benziyor. İnsan saklanmadan, saklamadan, sakınmanın gerginliğini yaşamadan nefes almak istiyor... Özlüyor.. Soyunma kabini tam anlamıyla öyle bir ev. İki oda, büyük bir mutfak ve banyo ve minicik bir salon. Tabii evin canı kanı olan bir balkon!
İstanbul'da imkansız olan her şey burada mümkün. Sabah yüzünü denizde yıkayabiliyorsun. Eğer istersen banyoya gitmeden, tıpkı çocukluktaki gibi kapının önünde bahçe hortumu ile yıkanabilirsin. Arkadaki ağaçta inanılmaz lezzetli kayısılar var! Kahvaltı sofrasına gelen tüm yeşillik komşunun bahçesinden. Evler arasında o çok özlenen komşuluk yaşanıyor. Elinde tabaklarla gelip gidenler, kendisi oruç tutmasa da tutanı besleyenler var.
Sokaklarda pek kedi yok ama köpekler sağlıklı ve mutlu. Uysallar. Şehrin stresinden uzak, adanın rehavetinde bir o yana atıyorlar kendilerini, bir diğer yana. Tıpkı bizim gibi!
Burada okumak da, yazmak da çok keyifli. İnsanın başka işi olmaması nefis! Yaz, oku, ye, iç ve uyu! Al sana ada hayatı!
Adaçayı içmek istediğimde taze yapraklarla demliyorum! Kahve satan dükkanlar yok ama günde iki defa Türk Kahvesi keyfi var. Üstelik dün hava kapalı olmasına rağmen hiç sıkılmadan , kocaman bir günü bitirdiğimizi gördüm. Hoşuma gitti.
Bu sabah aklımda düne ait bir iki sahneyle uyandım. Akşama doğru plaja yürüyüşe gittim. Her zaman olduğu gibi yine gözümü deniz kabuklarından alamadım. Bir önceki gün bulduğum yengeç kıskacını almamıştım. Hatta biraz da canımı sıkmıştı ölü bir yengeç uzvu. Ama dün daha da ürperdim, küçücük bir kum yengecinin kabuğu kumların arasında sıkışmış, öylece duruyordu. Elime aldım, onu da avcumdaki kabukların arasına koydum.
Biraz baktım. İçindeki yengecin büyüdüğü için kabuğunu terk ettiğini düşünmeye çalıştım. Aklımı ve kalbimi kum yengeciyle ilgili olumlu düşüncelerle doldurmaya gayret ederken, hooppp bir rüzgar geldi ve daha ben ne olduğunu anlayamadan onu aldı, gitti!
Bir kere daha küçücük bir yengeç kabuğu doğaya karıştı. Uçup gitmeseydi zaten onu bulduğum yere bırakacaktım. Çünkü eve götürüp bakmaya yüreğim dayanmaz.. Hapsedilmiş bir yengeç düşünmek bile iyi gelmedi.
Sonuç olarak yıllar sonra bir kum yengeci gördüm. Ve anladım ki onu bile avucumda tutamıyorum:) İçimden bu duruma çok güldüm. Bilen bilir, kendim de dahil olmak üzere çok yengeç vardır benim hayatımda. Bir de yengeç olacak kadar sabredememiş ikizler! Bu sebeple olsa gerek masalarımız zengindir. İkizler burcu arkadaşlarım çift olarak gelirler davetlere, yengeçler de alınganlıklarını getirirler beraberlerinde:)) Yine de gül gibi geçinip gidiyoruz işte!
Neyse, tekrar soyunma kabinine dönersek, hayatımdaki çok değerli ve gerçekten sevdiğim aile büyüklerinden Feridun'un ruhuyla dolu bu evde çok iyi hissediyorum. Teyzemin bu evden vazgeçemeyişini de anlıyorum... Her sabah uyandığımda önce hayata, sonra Feridun'a teşekkür ediyorum. İyi ki yolu bu adaya düşmüş! Yoksa ben böylesine huzurlu anları nasıl bulabilirdim? Yıllar sonra bir kum yengecini avucuma nasıl alırdım?
16 Temmuz 2014 Çarşamba
YENİ YAŞ ALMAK
Yeni yaş güzel geldi. Gelirken de, gelmeden evvel de zaten iyi kötü pek çok şeyi sepetine doldurmuştu. Sepette özgürlüğüm başta olmak üzere yok yoktu anlayacağınız. Bu sebeple olsa gerek Prusya Kralı'nın güzel hediyesi, Nur Hanım'ın ince düşünceli jestleri ve elbette Burhan Bey'in moral veren, güç veren mesajları çok değerliydi, hala da değerli.
Şimdilerde denizin ortasında bir adadayım. Güzel bir ada. Bol bol uyuyor ve yüzüyorum. Kimsenin olmadığı koylarda denizin hareketini seyredip, suda bir zerre olmak üzerine hayaller kurup, hayretler içinde doğaya bakıyorum. Deniz kabukları topluyorum. Hamakta kitap okuyorum ve en önemlisi teyzemin birbirinden güzel yemeklerini uzun ve zorlu bir dönemde bana yardım etsin diye sadece mideme değil, ruhuma dolduruyorum.
Sevgiyle pişen yemek farklı. Bu kesin!
Adada bol bol çocuk var. Ama şu sıralar onlarla oynamak hiç içimden gelmiyor. Öylece durmak çok daha güzel. Bazen gerçekten hayatın bütününü bir meditasyon süresi gibi algılamak istiyorum. Sanki şehrin göbeğinde değil, Tibet'de bir manastırdaymışım gibi, olan bitene rüya olarak bakmak, geride durmak, seyirciliğin anlamına varmak derdine düşüyorum.
Dün bulutların yavaş yavaş değişmesini izledim, sonra gökyüzündeki renkler değişti. Uzaklardan bir yerden feribot mu geçti nedir, birden bire denizde kıpırtılar başladı. Tam nefes alma egzersizlerinde anlatmaya çaıştığım gibi, deniz yavaş yavaş yaklaşıp, sakince uzaklaşmaya başladı. Önümdeki suya bakmak beni hem büyüledi, aynı anda da içimi bulandırdı. Acı yeşil, açık mavinin dansı inanılmaz güzeldi. Suyun dibi güneş gidince görünmez oldu. Renkler birbirine karışmayan iki farklı yoğunluktaki sıvı gibi garip şekiller oluşturmaya başladı. Baktıkça hafif bir hipnoz hali hissettim. Sonra bir parça, küçücük bir parça sarı yosun geldi. Doğanın oyununa hayran kaldım. Durdum!
Böyle bir mücevher düşündüm. Acı yeşil taşı bilemedim. Ama zümrüt değil, daha acı, petrol yeşili ve hatta daha çok, içinde matlık olan bir yeşil. Açık mavi aqua marin olabilir. Sarı da sitrin. İnsan o hipnotik anı parmağında taşımak ve dünyadan kopmak istediğinde bakmak isteyebilir. Ama ben bir tasarımcı değil, hayalciyim. Ben o anı istediğimde gözlerimi kapatır ve olabildiğince geri çağırırım. Geldiği kadar artık!
Burada sabah erkenden uyanıp karabataklarla yüzüyorum. Birbirimizden uzak duruyor ama yan yan bakışıyoruz. Saçlarım ve çillerim güneşin ilk ışıklarını çok seviyor. Ancak ayak tabanım ve hain midyeler biraz uyumsuz. Şimdiden azıcık çizikler oldu ayağımda. Özellikle küçük parmağım yaralandı bile!
Kahvaltımız inanılmaz. Teyzem beni incir reçeli, kaymek ve köy peyniriyle besliyor! Son yıllarda aldığım kiloları düşünürsek bu pek cazip değil ancak umurumda da değil. Zira arka bahçeden toplanan kayısılarla bir meyve suyu yapıyor ki, of!
Yeni yaşımda, denizin ortasında olumluluk biriktirerek tatil yapıyorum. Eski korkular saçımı yalayıp geçse de, yüzüm hep kuzeye dönük. Serin, temiz rüzgarlara inanıyorum!
12 Temmuz 2014 Cumartesi
11 Temmuz 2014 Cuma
GÜNÜN ŞARKISI!
şöyle diyormuş:
gözlerini kapat ve düşlerinle seviş
az sonra uyanacaksın
gözlerini açtığında sadece sen varsın
uyan uyan
düşkırıklığı yaşatmayacak bir uyanıklık da var
melekler ve şeytanlar selamlar bildiğimiz önceyi
aslında herkes kendisi olmak ister her seferinde korkusuzca
o zaman rüyalarınıza uzanın
az sonra size melekler dans etmeyi vaad edecek
uzatın elinizi
gözlerini kapat ve düşlerinle seviş
az sonra uyanacaksın
gözlerini açtığında sadece sen varsın
uyan uyan
düşkırıklığı yaşatmayacak bir uyanıklık da var
melekler ve şeytanlar selamlar bildiğimiz önceyi
aslında herkes kendisi olmak ister her seferinde korkusuzca
o zaman rüyalarınıza uzanın
az sonra size melekler dans etmeyi vaad edecek
uzatın elinizi
DOĞUMGÜNÜSÜ:)
İlk hatırladığım hangisi gerçekten bilemiyorum... Annem birinci doğum günüm için çok güzel şeyler anlatır. Babamla ne kadar da özenmişler ... İkisinin kollarında keyifli ve huzurluyum fotoğraflarda ve kocaman meyveli bir pastaya gülücükler atıyorum. Şimdi, gezegendeki kırk birinci yılımdan dakikalar alırken, tam da babamın öldüğü yaştayım! Annem hala hayatta, dilerim çok da uzun yaşasın. Ama benim doğum günüm onun için hala kıymetli mi emin değilim.. Babama sarılamıyor, anneme ise sarılmak istemiyorum.
Aileme bana yükledikleri zamansız terk edişler ve ağır anılar için çok kızgınım. Yeni yaşımdan dileğim bu kızgınlığı yenebilmek. Dönüştürebilmek. Bütün istediğim ruhumun sıfırlanması. Mümkün müdür? Bilinmez...
Kırk önemli bir yaşmış. Yani yaşadıklarımın içinde en heyecanlısı diyebilirim. İnsanın ne akılla, ne de hormonlarla değil, basbayağı sezgilerle yönetildiği zamanlar bunlar. Tabii nefsine hakim olabilenler için. Yoksa karı kız peşinde telef olan, altın tozuna bulanıp kafayı bulanları da biliyoruz. Öylelerini malumunuz teneşir paklıyor! Benim bahsettiğim olmak için zorlamayı bırakıp, olduğun gibi, malzemeyle barışarak yaşamak!
Prusya Kralı, "sakin ol, paniğe gerek yok" demiş. Ona kalsa seksen ikiye kadar buralardayız. Kendisi akrep burcu olduğundan sezgilerine güvenirim. E madem durum bu, öyleyse doğum günüsü kutlu olsun, seksen iki de görüşürüz. Bakalım o zaman blog kullanılacak mı? Belki hologram falan olurum salonlarınızda!!!
9 Temmuz 2014 Çarşamba
DOĞUMGÜNÜ
Bu sabahtan başlayarak doğum günü çocuğuyum. Hatta kutlamalara dün sabah DANKE* ile başladık diyebilirim. Kuzenim bana nefis bir çanta hediye etti. Sonra bir başka dostum Türk kahvesi ısmarladı. Bugün de ortağımla** buluştuk ve geleceğim için planlar yaparak, hayaller kurarak en sevdiğim şeyi yedik: pişi!. Sanki bulutlar dağılıyor. Perdeler aralanıyor.
İnsan sonsuza kadar yas tutmuyor ki!
Yarın kutlamalara okulda oyun oynayarak, Cuma akşamı içerek, C.tesi de yüzerek devam edeceğim:) Sevdim ben kırklı yaşlarımı, dolu dolu geliyorlar!
*DANKE; Aslı Kepekli tasarımı ürünler satan bir mağaza. Bahariye/Kadıköy
** İleride ondan bahsederim.
6 Temmuz 2014 Pazar
EY KALBİM, MUHAMMARA KAVANOZUNDA İŞİN NE SABAH SABAH?
Serin Temmuz sabahı beni çok gerilerde kalan bir İstanbul gecesine götürdü... Canımın içi Erol Hocamla bir tekne transferi yapmıştık Mürefte' den. Öyle özel, öyle unutulmazdı ki...
İstanbul'a epeyce geç bir saatte sarayın önündeki şileplerin arasından süzülerek ulaştık. Büyülü, dev şeylerdi şilepler; ışıklı, ulaşılmaz yükseklikte ve masalsı.
Marina'da beni bekleyen vardı. Özleyen vardı.. Özlenmek denizden dönmenin anlamıydı. Belki de hocamın ölümü bahane, asıl artık bir özleyenim, ben denizdeyken endişelenenim olmadığı için gitmek istemiyorum. Orada, suyun ortasındayken ben, burada kalbi avucunda değil birilerinin.. Öyleyse ne anlamı kaldı gitmenin?
Bu sabah durduk yere hatırladığım, nereye sakladığımı unuttuğum kolyem, birlikte dinlenen tek şarkı* ve hiç aydınlanmayan geceler var aklımda... Ey Temmuz hadi hızlıca çek git başımdan! İşim var!
* Ömrümün İsteği....
5 Temmuz 2014 Cumartesi
DENGELİ BESLENMEK*
* BUNU BİR MUTFAK SANATLARI YAZISI ZANNETTİYSENİZ, OKUYARAK ZAMAN KAYBETMEYİN DERİM:))
Herkesin bir besini var hayatta kalmak için. Her ne kadar kendisini eleştirsem de sanırım ben annemden bunu öğrendim: acıyla beslenmek.
Neyse ki, içimdeki yaşamaya hevesli parça sayesinde tek taraflı beslenme yolunu seçmedim. Yine de ruhumun sofrasına her baktığımda ana yemeğimin acı olduğunu görüyorum. Biyolojik bedenimin bu denli tatlı ihtiyacı duyması acaba dengeleme arzusundan olabilir mi? Zira son haftalarda canım hiç tatlı istemiyor. Hatta yersem hafif bir baş dönmesi yaptığını bile söyleyebilirim.
Birkaç haftadır son on yılda yazdığım masallara, masalımsılara ve iç dökümü yazılarıma bakıyorum da, en güzelleri kalbimin ağrıdığı zamanlara denk gelmiş. Ne vakit acıdan kıvranmışım, o an yazıya sarılmışım!
İnsanın en büyük keşfi kalbindeki derin kuyu vesselam.
Kişisel tarihimden başımı kaldırıp, Dünya edebiyatına baktığımda aynı şeyi yaratılmış eserler için de söyleyebilirim. Kaç tane mutlu sonla biten masal varsa, o mutlu sona gelene dek kahramanlarının yaşamadığı macera yoktur. Ya kaybolurlar- ki bu ruhsal bir kaybolmadır- ya da pek çok dış düşmanla - bu da çoğu zaman insanın kendi nefsidir- mücadele etmek zorunda kalırlar. Ama en sevdiklerimiz tam kavuşacakları anda sonsuza dek birbirini kaybedenlerin hikayeleridir. Bakınız Leyla ve Mecnun, Tahir ile Zühre...
Neyse, beni semirten de tam anlamıyla bu olmuş. Aşk acısından, iç acısından yazmışım. Acaba yazmaktan alıkoyulmak fikri ödümü patlattığı için mi acılarımı besliyor ve taze tutuyorum?
İnsan nasıl da çılgın bir makine!
Yazmak benim için bir vazgeçilmez. Okunsa da, okunmasa da - ama okunursa çok sevinerek- yazmak beni güzelleştiriyor. Mutlu ediyor. İçimi keyiflendiriyor. Tıpkı dans etmek, yüzmek, yelken yapmak ya da ne bileyim ona benzer şeyler gibi. İyi hissettiriyor işte! Yine de kaşıya kaşıya kemiğe dayanan yaraları taze tutmak bazen insanın hayatı ıskalamasına sebep oluyor. Ortaya çıkan güzel cümleler, ben onları yazdığım an ölürken, hayat hala canlı, ben canlıyım...
Anlıyorum ki, ana öğünümün tamamı acı olmamalı. Gücümü, aklımı topladıkça soframa bolca sevgi, mutluluk koymalıyım.
Uzun zamandır aydığım, durup durup üzerinde düşündüğüm ve fakat uygulamada çuvalladığım keşfim yeni yaşıma güzelleme olsun:)
Diyeceğim o ki, beden, zihin ve ruh üç farklı açlık içimizde. Hangisinin neyle beslendiğine dikkat etmek lazım. Zira aralarından birini dengeli beslenmenin dışına taşıdığımızda belki anlık mutluluklar- tıpkı benim yazarken hissettiğime benzeyen- elde edebilir ancak uzun vadede hastalanırız. Sürekli entelektüel anlamda tatmin edilen bir zihin, ruhun açlığını ıskalamaz mı? Ya da bedenini doyurmaya odaklanmış bir insan, gün gelip kendi içindeki boşluğa düşmez mi?
İnsan bir sofra gibi düşünmeli ömrünü, ya da beslenme piramidi; içinde bol salata, bol sebze, az et, tam buğday ekmeği ve işlenmemiş gıdalar olmalı. Nasıl mı? Şöyle: Bol sevgi, bol dostluk, yaratıcılık ve samimiyet.
Ruh doymadıkça karın doymuyor. Fazla obur bir zihin de olsa olsa her ikisine da zarar veriyor... İş dönüp dolaşıp dengeye varır ki, içinde bulunduğumuz kutsal günler bu dengeyi sorgulamak ve nefsimize sorular sorup, dürüst cevaplar almak için mükemmel zamanlar zannımca.
Ben bu konuda düşünmeye devam edeceğim. Söyleyecek sözü olanları da buraya beklerim:)
4 Temmuz 2014 Cuma
ALICE...
"Nereye gittiğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin bir önemi yok."
Alice Harikalar Diyarında 1865'te bugün basıldı.
3 Temmuz 2014 Perşembe
HADSİZ, HALSİZ VE MUTSUZ BİR TOPLUMUN FERDİYİM.
Kutsal sayılan günlerde bile insanların itişip kakıştığını ve birbirlerine yükse sesle bağırıp çağırdığını görmek çok rahatsız edici. Gönül isterdi ki hayat biraz daha tevekkülle karşılanabilsin...Okuduğumuz kitapların hamalı olmayıp, azıcığını içselleştirebilseydik kalbimizde ne öfke, ne de kırgınlık kalmazdı. Bana başa çıkamadığı kızgınlıklarından bahseden birinin, beş dakika sonra kocaman kocaman cümlelerle sevgiden dem vurması artık hiç olmadığı kadar saçma geliyor. İstediğin sevgiyse eğer öldür o zaman öfkeni demek istiyorum. Diyemiyorum.
Ritüellerin bizi yumuşattığı, anda olmaya davet ettiği kesin. Yine de bütün objelerin, müziğin ve hatta kutsal yiyecek ve içeceklerin sadece araç olduğunu, bizi bize bağlamaya yaradığını unutmamak lazım. Eğer ikonaya bir öpücük kondurmak için yanımdaki teyzeyi itelediysem bu işte bir hata var demektir..
Yüzlerce yıldır akıllanmadan hala din ve terörle yönetilen insanlık bu uyurgezer halini bırakır mı bilinmez.. Kanser arttı diyorlar tabii artar, bu kadar büyük hayal kırıklıkları, sonsuz mutsuzluklar varken sağlıklı mı olacaktık?
Hala yanlış yolda tam gaz gidiyoruz. Mutlu bir yaz geçirmek için evinin havuzu olması gerektiğini düşünen çocuklar var! Demek ki hala mutluluğu maddi dünyaya bağlayan anne ve babalar var. O zaman neden mutlu değiller sormak lazım. Bitirdikleri okullar, seyahatler, öğrendikleri diller ve kazandıkları paralar mutlu etmemiş ki, bir çocuk üzerinden mutluluk umut ediyorlar! Can verdikleri varlığın omuzlarına beklentilerini yüklüyorlar. Gelecekten umutlu değilim. Bana sorarsanız zaman zaman güzel saatler yaşamakla birlikte gezegenin durumunu iyi görmüyorum. Sadece kendimizi değil, sonu gelmez hırslarımızla onu da, Dünya'yı da hasta ediyoruz!
Kilisedeki halsizlik, edepsizlik, ardından konserdeki hadsizlik ve üzerine sabah sabah Avşa'dakii deprem şikayet etme isteği yarattı bende. Demek ki olanı olduğu gibi kabullenmek yolunda fazla ilerleyememişim... Okula gitmem gerekmese akşama kadar yazardım gözüme batanları!
KALPLERE ATEŞ DÜŞEN GÜN!
14. MAHALLE BLAKERNAİ SARAYI, KONSTANTİNOPOLİS.
KİLİSE ŞEHRİN KORUYUCU AZİZESİ MERYEM ANA İÇİN YAPILMIŞTIR. M.S 4.YY. ORTODOKS DÜNYASI İÇİN ÇOK DEĞERLİ BİR KİLİSE; ŞİFALI SUYU İÇİN YÜZLERCE KİLOMETRE ÖTELERDEN GELİNEN BİR AYAZMASI VAR.
RİVAYETE GÖRE BU SUDAN İÇEN GÜNAHLARINDAN DA ARINIR...
İSİM GÜNÜ 2 TEMMUZ
"Nipson anomemata me monan opsin"
1453... LATİN İSTİLASINDA KUTSAL EMANETLER, ÖZELLİKLE DE BLAKERNAİ KİLİSESİ'NDEKİLER YİTİRİLMİŞTİR AMA İKONANIN SURLARDAN DÜŞMESİYLE BİRLİKTE ŞEHİR BÜSBÜTÜN UMUTSUZLUĞA KAPILIR...YANGINLAR ÖNÜ ALINAMAZ ŞEKİLDE YÜKSELİRKEN, EFSANEYE GÖRE TAVADAKİ BALIKLAR CANLANIR...
RUM ATEŞİYLE KAVRULAN BİNLERCE MÜSLÜMANDAN SONRA ŞEHİR BİZİM OLUR!
OLMASAYMIŞ KEŞKE....
1993...YÜREKSİZLER DÜŞÜNMEYE VE SEVGİYE KARŞI ATEŞLE SALDIRIRLAR...
TARİHTE BİR KARA LEKE DAHA!
BU GECE MEVLANA'NIN ŞİİRLERİNİ DİNLERKEN, ŞEHRE BAKTIM DA, ATEŞTEN GÖMLEK GİBİSİN TEMMUZ, MUMDAN BİR KAYIKLA KARANLIĞINI YARIP GEÇESİM VAR!
1 Temmuz 2014 Salı
KAPILAR
Kapılar kapanır, kapılar açılır. Bir de dönüp duranlar vardır, içinden çıkamazsın... Elleyemezsin, durduramazsın.
Sımsıkı örtüp ardına saklandıkların vardır. Anahtarını denize attığın. Sürgüsüne sandalye dayadığın...
Ayağını aralığına sıkıştırıp illa itip geçmek istediklerin... Altından mektuplar attığın kapılar ve arasına elini sıkıştırdıkların.
Kapılar vardır, sadece içeriden açılan, önünde boşuna ömür tükettiğin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)