5 Temmuz 2014 Cumartesi

DENGELİ BESLENMEK*

* BUNU BİR MUTFAK SANATLARI YAZISI ZANNETTİYSENİZ, OKUYARAK ZAMAN KAYBETMEYİN DERİM:))
 
 
 
Herkesin bir besini var hayatta kalmak için. Her ne kadar kendisini eleştirsem de sanırım ben annemden bunu öğrendim: acıyla beslenmek.
Neyse ki, içimdeki yaşamaya hevesli parça sayesinde tek taraflı beslenme yolunu seçmedim. Yine de ruhumun sofrasına her baktığımda ana yemeğimin acı olduğunu görüyorum. Biyolojik bedenimin bu denli tatlı ihtiyacı duyması acaba dengeleme arzusundan olabilir mi? Zira son haftalarda canım hiç tatlı istemiyor. Hatta yersem hafif bir baş dönmesi yaptığını bile söyleyebilirim.
 
Birkaç haftadır son on yılda yazdığım masallara, masalımsılara ve iç dökümü yazılarıma bakıyorum da, en güzelleri kalbimin ağrıdığı zamanlara denk gelmiş. Ne vakit acıdan kıvranmışım, o an yazıya sarılmışım!
 
İnsanın en büyük keşfi kalbindeki derin kuyu vesselam.
 
Kişisel tarihimden başımı kaldırıp, Dünya edebiyatına baktığımda aynı şeyi yaratılmış eserler için de söyleyebilirim. Kaç tane mutlu sonla biten masal varsa, o mutlu sona gelene dek kahramanlarının yaşamadığı macera yoktur. Ya kaybolurlar- ki bu ruhsal bir kaybolmadır- ya da pek çok dış düşmanla - bu da çoğu zaman insanın kendi nefsidir-  mücadele etmek zorunda kalırlar. Ama en sevdiklerimiz tam kavuşacakları anda sonsuza dek birbirini kaybedenlerin hikayeleridir. Bakınız Leyla ve Mecnun, Tahir ile Zühre...
 
Neyse, beni semirten de tam anlamıyla bu olmuş. Aşk acısından, iç acısından yazmışım. Acaba yazmaktan alıkoyulmak fikri ödümü patlattığı için mi acılarımı besliyor ve taze tutuyorum?
İnsan nasıl da çılgın bir makine!
 
Yazmak benim için bir vazgeçilmez. Okunsa da, okunmasa da - ama okunursa çok sevinerek- yazmak beni güzelleştiriyor. Mutlu ediyor. İçimi keyiflendiriyor. Tıpkı dans etmek, yüzmek, yelken yapmak ya da ne bileyim ona benzer şeyler gibi. İyi hissettiriyor işte! Yine de kaşıya kaşıya kemiğe dayanan yaraları taze tutmak bazen insanın hayatı ıskalamasına sebep oluyor. Ortaya çıkan güzel cümleler, ben onları yazdığım an ölürken, hayat hala canlı, ben canlıyım...
 
Anlıyorum ki, ana öğünümün tamamı acı olmamalı. Gücümü, aklımı topladıkça soframa bolca sevgi, mutluluk koymalıyım.
Uzun zamandır aydığım, durup durup üzerinde düşündüğüm ve fakat uygulamada çuvalladığım keşfim yeni yaşıma güzelleme olsun:)
 
Diyeceğim o ki, beden, zihin ve ruh üç farklı açlık içimizde. Hangisinin neyle beslendiğine dikkat etmek lazım. Zira aralarından birini dengeli beslenmenin dışına taşıdığımızda belki anlık mutluluklar- tıpkı benim yazarken hissettiğime benzeyen- elde edebilir ancak uzun vadede hastalanırız. Sürekli entelektüel anlamda tatmin edilen bir zihin, ruhun açlığını ıskalamaz mı? Ya da bedenini doyurmaya odaklanmış bir insan, gün gelip kendi içindeki boşluğa düşmez mi?
 
İnsan bir sofra gibi düşünmeli ömrünü, ya da beslenme piramidi; içinde bol salata, bol sebze, az et, tam buğday ekmeği ve işlenmemiş gıdalar olmalı. Nasıl mı? Şöyle: Bol sevgi, bol dostluk, yaratıcılık ve samimiyet.
 
Ruh doymadıkça karın doymuyor. Fazla obur bir zihin de olsa olsa her ikisine da zarar veriyor... İş dönüp dolaşıp dengeye varır ki, içinde bulunduğumuz kutsal günler bu dengeyi sorgulamak ve nefsimize sorular sorup, dürüst cevaplar almak için mükemmel zamanlar zannımca.
 
Ben bu konuda düşünmeye devam edeceğim. Söyleyecek sözü olanları da buraya beklerim:)

2 yorum:

Unknown dedi ki...

yazılarını okuyunca seni görüyorum da... sana baktığım, dinlediğim bunca yıldır sen yazana kadar sende görememişim yazdıklarını...ya sen sakladın ustaca ya da ben dayanamadım bakmaya...

Fortunata dedi ki...

Bilemedim ki şimdi, hem hepsi, hem de hiç biri. Saklamadım belki de paylaşıp can sıkmak istemedim. Yazarken de bazen abartıyor olabilirim. malum yazarken içine başka biri kaçıyor insanın:))