30 Temmuz 2014 Çarşamba

UYKUSUZ

Ömrü hayatımda ilk defa yataktan kalkıp yazmaya oturuyorum. Hep merak ederdim; insan nasıl olur da uykusundan kalkar ve yazar diye. Demek oluyormuş. Gerçi uykumdan sıyrılıp soluğu buzdolabının beyaz ışığında aldığım çok olmuştur da, nedense bu defa ayaklarım beni yazı masama, klavenin ışığına  getirdi.


Son yıllarda umutsuzluktan ve ölümden fazla bahsettim farkındayım. Ama bir o kadar da kendini sobelemekten, umuttan ve hayatın başlı başına bir mucize oluşundan dem vurdum. Kimi zaman içimdeki iyi parça kelimeleri harmanladı, bazı gün oldu en kötücül tarafım kurdu cümleleri. Her ikisi de bendim, bendendi. Benimdi. Taaa ki onları yayınla butonuyla başka gözlere sunana kadar. Sonra sizin oldu; buraya gelip ne yazdığıma bakan insanların, dostlarımın ve arkadaşlarımın.

İçimden geçen hikayelerin ve masalların bir çoğunu burada yazdım, yayınladım. Bazılarını da bilinmeyen bir zamanda çıkarıp koklamak için kağıtlara sakladım. Bir gün, zamanı gelip öte tarafa göçtüğümde ardımda kalacak onca defteri kim bulur, onları ne yapar bilinmez. Seyahatlerimden, ruh tutulmalarımdan, kek tariflerine kadar onlarca alakasız anın kaydı kuydu kimbilir ne hissettirir ardımdan? Keşke gerçekten ama gerçekten yazabilseydim. Gördüğümü, duyduğumu, yüreğimden döküleni rengiyle, kokusuyla, duygusuyla defterlere doldurabilseydim. 


Hayat er ya da geç havalandırılması gereken bir oda gibi, her şey geçici, uçucu...  Bu yüzden yazmak benim nazarımda en kutsal iş. Ve de en beyhude belki?

Zamanın, mekanın ötesinden tam yüreğin ortasına yazılmış hikayeler var ya, en çok onlara imreniyorum. Bir roman yazarının sabrına, kahramanlarına evlat gibi sahiplenişine, hikayeden sapmadan yolunu kaybetmeden hoşçakal diyebilişine. Şairlerin tüm kadınlara tek bir kadına seslenircesine yazışlarına gıpta ediyorum. 

Masalların büyülü atmosferini sevdiğim kadar hiç bir nesneyi, kimseleri sevmiyorum. Muhtemelen yarısından fazlasını tamamladığım ömrümde hala ve en çok ormanda kaybolan çocukları kıskanıyorum. O korkuyu bile kıskanıyorum! Çiçek perileriyle dans eden İskoç kızları, fasulye sırığına tırmana Jack ve geceleri penceren uçup uzak diyarlara giden Peter ve arkadaşlarını da kıskanıyorum. Stella Monty'e büyü, hayalet, canavar ve peri gibi şeylerin olmadığını söylemiş... belki doğru? Oysa Monty en çok sihir yapmayı seviyor. Arabalarını sıcak sudan soğuk suya sokarken renklerin değişmesi onu mest ediyor. Annesi ve ben renk değişiminin kimya olduğunu söylüyoruz.. Bunu duyan Monty'nin kulakları, kalbinin duyduğunun farklı olduğunu gözleri ele veriyor! Monty sihire inanmak istiyor, bütün insanlar* gibi...

Gerçeğe tahammülsüzüm, bu yüzden başka dünyalara inanıyor, yazarak, an için bile olsa oralarda saklanıyorum. 

Bilmem ki neden gecenin bir vakti içimi dökesim geldi?  Keşke buzdolabına saklansaydım!

* en azından benim gibi...









Hiç yorum yok: