Sabah kalktığımda aklımda cennetten ziyade, gündelik cehennemimin yapılacaklar listesi vardı; "hangisini ertelesem, yok yok ertelemek kaçış değil nasıl bir sıraya soksam" diye kendi kendime mızıldanıyordum. Saat çalmadan uyanmış olmama rağmen fazladan bir saaat kaldım yatakta. Sanki inatlaşıyordum. Ama kiminle? Bir bilsem!
Çıktım evden, doktora gidip kan tahlillerimi aldım. Doktor hasta, ben de doktor olup kendisini bir miktar teselli ettim. İçimden de "yaw bu kadın pek profesyonel diil galiba " diye geçirdim. İnsan elindeki kağıtta azrailin suratını bile görse, azıcık yüzünü, gözünü kontrol eder di mi? Mahalle kenarında tığ işi yapan teyzeler gibi ne o öyle alaturka mimikler? Cık cık cık...
Neyse, biraz Agi ile çeviri yaptık öğleden sonra. Sohbet muhabbet ve ver elini Beşiktaş vapuru... Vapura binerken, aklımda saraya gitmek vardı tabii, ama o sarayın içinde bir cennetle karşılaşacağım bana söylenmemişti...
Saraya girdim. Elimdeki mesajda yazılı olan odayı buldum. Güleryüzlü bir adamla birbirimize "memnun oldum" dedikten sonra aynı şeyi bir kadınla da tekrar ettik. Cennet tam karşımdaydı: Eden!
Eden, iki buçuk yaşında bir Newyork yahudisi. Hem de en güzelinden. Kendisiyle tanışma anımız pek parlak olmadı aslında... Annesine "bu akşam Eden ile zaman geçirebilirim" dediğime de yavaş yavaş pişman olmaya başladım ama söz vermiştim!
Eden dakikalarca ağladı. Halıda, annesinin kucağında ve babasının göğsünde... Sonra nasıl olduysa bahçedeki salıncağa gitmek için ikna oldu. Buna hepimiz çok sevindik. Artık uyku mahmurluğu geçmiş ve biraz sakinleşmiş görünüyordu. Ama bu minik insan daha hızlı sallanmak, hatta daha da hızlı sallanmak istiyordu. Hiç gülmeyen ciddi yüzü, ona uzun uzun anlattıklarıma sadece kaşlarını hareket ettirerek verdiği kısa cevaplar beni ürkütmüştü. Yine de içimden olumlu davranmak ve sakin olmak konusunda büyük bir güç yükseldiğini hissettim.
Herşeyden önce Eden haklıydı. Ömründe ilk defa gördüğü bir kadın onu salıncakta salllıyor ve hiç durmadan sorular sorup, Eden merak eder mi etmez mi düşünmeden anlatıyordu. Ağaçtan dökülen pembe çiçeklerden, denizdeki teknelerden ve rüzgarın sesinden bahsediyordu... O bendim tabii ki:))
Anne ve babası tekneye atlayıp gidince, yaklaşık kırk dakika kadar hiç durmadan ağladı Eden. Ter içindeki yüzünü, yavaş yavaş ağzının içine doğru inişe geçmiş sümüklerini ve gözyaşlarını silmeme izin vermedi. Ona bir metre bile yaklaşamadım! Eden ve ben sarayın koridorlarında odamızı aradık. Bulduk. İçeri girdik ve ağlama hala oradaydı! Ağlama bir yere gidecek gibi görünmüyordu ama asıl olan şuydu ki ben de gidemezdim. Üstelik "ağlama artık" dememem gerektiğini çok iyi biliyordum. Tek güzel şey Eden ben bir şey söylersen birkaç saniye için bile olsa susuyordu. Ben de ona en az yirmi kez aynı cümleyi sadece kelimelerin sırasını değiştirerek tekrar ettim: "Eden, annen ve baban sadece bir kaç saat arkadaşlarıyla zaman geçirecekler, yemek yiyecekler. İstersen biz de aynısını seninle yapabiliriz. Ya da istediğin kadar ağlayabilirsin. Ama boşuna ağlama bence, çünkü onlar seni seviyorlar ve zaten dönecekler..."
Eden beni can kulağıyla dinliyor ve sonra kaldığı yerden yaygaraya devam ediyordu. Gerçekten sakindim. İçimden bir ses "sonsuza kadar ağlayamaz, ateşi yükselip, tehlike yaratmadıkça sorun yok" diyordu. Sonra aklıma bir fikir geldi, ona "istersen anneni arayıp çağıralım" dedim. Bu beklenmedik teklif onu çok şaşırttı. Telefonu elime aldım ve tuşlara bastım. Hayali bir anneye, Eden ne kadar üzgün ve hemen dönmezlerse daha da üzgün olacağını anlattım. Bu hayali diyalog birden bire ağlamayı bitirdi. Sanki bir mucize olmuştu!
Eden ağlamayı bırakmıştı ama ben hala gözyaşlarına ve sümüklü burnuna yaklaşamıyordum. Saraydaki yabancıya ambargo devam ediyordu. Ama yabancı da epey azimliydi hani :)
Biraz zaman geçince kendim için yemek siparişi vereceğimi, eğer açsa ona da yemek isteyebileceğimi söyledim. İstiyordu! Makarna istiyordu hem de. Az sonra yemeklerimiz geldi ama bu defa da Eden yemek istemedi... Bu durum, beni birinci denemede çok işe yarayan hayali konuşmanın ikincisini yapmaya mecbur bıraktı. Fakat nasıl bir mucizedir ki son beş dakikadır yemek yemeyeceğini söyleyen küçük kız, birlikte makarna yemek için olumlu cevap verdi!
Ona piknik yapmak ister mi diye sordum. Ve işte bu soru cennetin kapılarını araladı! İstiyordu. Büyük beyaz peçetemizi halıya serdik ve yemek tabağımızı üzerine yerleştirdik. Çatallarımız da hazırdı. Ve oyun başladı: bir makarna, bir gülücük:) Hayatımda yediğim en lezzetli yemeklerden biriydi bu. Karşımdaki küçük kızın kaşları nihayet artık çatık değildi. Üstelik darma dağınık kızıl buklelerinin altında gözleri ışıl ışıl gülümsüyordu. Bu gülümseme az sonra gelecek kahkahaların habercisiydi aslında...
O anda anne aradı. Her ikimiz de telefonla konuştuk ve anne sesi duymak Eden için daha da rahatlatıcı oldu. Piknik bitince ne mi oldu? Ard arda oyunlar başladı elbette: önce Eden ayakkabıları anlattı bana. Üç günlük tatil için dört çift ayakkabısı vardı. Eden büyüyüp, genç bir kadın olduğunda kaç çift ayakkabısı olur diye düşündüm. İçimden kocaman bir gülümseme geldi. Bu arada Eden, İstanbul'dan aldığı ayakkabılarını bana giydirmişti bile! Parmaklarımın ucundaki pembe pullu pabuçlar o kadar güzeldi ki, gülmekten alamadım kendimi. İş bu kadarla bitse iyi; Eden benim ayakkabılarımı denemeye karar verdi. Denedi de. O kadar büyük bir sabır ve ciddiyetle yaptı ki bu deneme işini, kendimi yakın bir kız arkadaşımla özel bir güne kıyafet ayarlamaya çalışır gibi hissettim.
Ayakkabılarla işimiz bitince kitaplara geldi sıra... Eden, büyük bir dikkatle üç kitabı da sonuna kadar dinledi. Sonra pijamalarını giymesi gerektiğini, zira anne ve babası geldiğinde onu uykuda görürlerse çok mutlu olacaklarını söyledim. Pijama giymek öyle bildiğiniz gibi beş dakikada olmadı. Her bir parçayı en az dört beş kez havalarda uçurarak oldu bu iş. Saray saray olalı bu kadar neşeli bir pijama giyme töreni görmemiştir!
Bununla bitti sanıyorsanız yanıldınız. Meditasyon yaptık uykudan önce.. Karşılıklı oturup, gözlerimizi kapattık. Veee güzel rüyalar istedik uyku perilerinden!
Eden, sütü ve pembe pijamalarıyla yatağına gidince, biraz saçını okşadım. Sonra kitabımı alıp, kendi koltuğuma çekildiğimde bir süre sonra O, sütün bittiği söyleyene dek sakince bekledim. Süt bitti, şarkılar başladı. Eden, kendini uykuya hazırlamak için İbranice ninniler söylüyordu. Mırıl mmırıl ninnileriyle hem kendini, hem de neredeyse beni uyuttu.
Bu harika deneyim nasıl özetlenir bilemedim ama Eden, son haftalarda başıma gelen en güzel şey oldu. Uzun zamandır ziyaret etmediğim saraydaki gizli cennet... Ve bu saraya dair anılarımı değiştiren mucizeydi Eden... İşte yeni bir başak tarlaları meselesi; eskiden ne zaman gözüm saraya ilişse aklıma o uğursuz gece gelirdi, oysa şimdi Eden ve ben yeni bir tarih yazdık boğazın kıyısında. Kocaman bir Ay, muhteşem bulutlar ve mutlu bir gece. Ölmeden önce ölünüz mü demişti pirimiz... Ben, ölmeden ölmek ne demek, ölmeden cennete gittim o gece!
Bir kez daha gördüm ki, cennetin anahtarı çocuklarda....