13 Ekim 2009 Salı

10/10/09, SÜLEYMANİYE II


Sinan'ın mezarı önünde ve mezarın hemen bitişiğindeki sebilde - pirinç musluklar söküldüğü için artık tam anlamıyla bir sebil değil ne yazık ki... - bir süre öylece kaldıktan sonra, bu kocaman kompleksin etrafında dolaşmaya başladık. Melamin, çinko gibi malzemelerden yapılmış, yeni neslin bilmediği mutfak eşyalarıyla dolu minicik dükkanların önünden geçtik. Çinko çiçekli tepsiler, çivit mavisi çaydanlıklar, melamin bardak ve tabak takımları... Dükkanların bir tanesinde enteresans müzik aletleri satılıyordu. Sir, "bunların adı marakas" dedi. Ben de cahil cahil, "aaa Marakeş gibi!" dedim. Cenk görse kesin bayılırdı. Ve fakat yerini asla tarif etmeyeceğim. Çünkü onu bizzat ben götürmek istiyorum oraya:) Evet bencilim!


Sadece bir dükkandan alışveriş yaptık. Biz yaşlarda sevimli bir adam, baba mesleğini sürdürmeye çalışıyordu. Süleymaniye'nin halinden gayet şikayetçi, ortada adı dolaşan projeden umutsuz ama yine de misafirlerine karşı gayet nazikti. Bakırların arasında dolanıp, "o ne işi, bu nedir?" gibi sorularıma gayet güzel cevaplar aldıktan sonra arayıp bulamadığım acayip güzel bir "şeyi"* - ki artık o model üretilmiyormuş ve bulduğum sonuncusuymuş - aldım. Sir de bir cezve aldı kendine. Zor bela vedalaşıp, oradan ayrıldık. Bir sonraki durağımız camiinin, şantiye alanı dışında kalan bölümünün giriş kapısını ararken bulduğumuz arka kapı oldu ama orada, bacak kadar boyuyla sözde iş yapan bir kız çocuğunun parlak rujlu dudakları, ojeli elleri ve "bu alana giriş yasak" söylemiyle karşılaşınca, ki kapıda inşaat alanı olduğuna dair not ya da girilmez yazısı yoktu, ön cepheye döndük!


Bir kez daha büyük bir hayranlıkla baktım bahçenin huzurlu sessizliğine. Sinan bu oldukça sade bahçeyle bizi içerideki ihtişama hazırlıyordu besbelli.


Ve hazırız. Kapının önünde camii görevlisinin güler yüzlü yardımlarıyla karşılaştıktan sonra içeri girdik. Daha önce de söylediğim gibi, önce bir pencere içine yerleşip kitabımızı açtık. Ardından Sir, makina elinde dolaşmaya başladı. Ben öylece mıhlandım oturduğum yere. Önce biraz kitabı okudum, sonra bir kaç adım kubbenin altında yürüdüm. Bu kubbecikler o, Ayasofya'yı anımsatan, çapı neredeyse 30 metrelik efsanevi ana kubbenin yan koridorunda kalanlar. Yine de ihtişamlarına diyecek yok. Yeteri kadar gizemli, görkemli ve iddasızlardı. Ama iddiada iddasız!


Süleymaniye, herkesin bildiği gibi Sinan'ın "kalfalık eserimdir" dediği bir camii. Ama insan meraklanıyor, neden ustalık eserinin değil de kalfalık eserinin kuytu bir kıyısını seçmiş uyumak için? Edirne'de gömülmek istemedi Sinan, İstanbul'un en güzel manzaralı tepelerinden birinde, üstelik en eski, en gizemli topraklarında kalmayı tercih etti. Neden? Tarih sayfalarında ne ailesi, ne de çocukları olduğuna dair hiç bir nota rastlanmayan Sinan hakkında tek bildiğimiz, Mihrimah Sultan'a olan platonik aşkı... Yeri gelmişken, Mihrimah Sultan'ın da Sinan'ın onun için yaptığı camiilerden birinde değil de burada, Süleymaniye'de yatıyor olması ilginçtir. Hadi o Sultan kızıydı. Peki Sinan? Acaba yaşarken kavuşamadığı kadın için mi burada kalmayı seçmişti? Neyse, dilerim buluşmuşlardır. Dilerim bütün şehir uyuduğunda bu güzel bahçede gezmenin tadını çıkartıyorlardır! Ve dilerim Mihrimah da onu sevmiştir...


Kanuni'nin muhteşem türbesinde, inanılmaz bir incelikle işlenmiş her santimetre kareye hayranlıkla baka kaldıktan sonra, Hüremin, sadeliğiyle büyüleyen türbesini de gezip, yavaş yavaş çıktık Süleymaniye'den. Komplekse dahil olan hamama -ki kadın erkek birlikte yıkanılan Fin hamamlarına dönmüş ve gayet kötü bir işletmesi olmasına gayet üzüldükten sonra-, yüzlerce yıl evvel aşevi olarak düzenlenmiş ama şimdi bir kısmı çay bahçesi ( Lale Çay Bahçesi ), bir kısmı ise İstanbul'da en çok sevdiğim mutfaklardan biri olan Darülziyafe'ye ait olan - ne yazık ki içki servisi yapmıyorlar - mekanda bir Türk Kahvesi molası verdik. Kahvemi içerken karşımda oturan Sir A.E.'ye baktım da, ne güzel bir seyahat arkadaşı yollamış bana yukarıdaki diye şükrettim.


Kahvemiz bitince Süleymaniye'den Zeyrek'e doğru yürümeye başladık. Adımımızı attığımız her sokaktan tarih fışkırıyor olması ve benim bunları üniversite yıllarımda hiiç farketmemiş olmam gayet acıklıydı. O zamanlar aklım fikrim Troya, Aşıklıhöyük ve Uluburun'daydı. Gözümü ülkenin en popüler ve en iyi ekiplerce kazılan yerlerine dikmiştim. Başardım da, her iki kazıda da çalıştım. Bir tek Troya kısmet olmadı. Peki ne oldu? Hiç!


Şimdi, o yılları telafi etmeye çalışmak yerine, kalan zamanın hakkını vermek adına yürüyorum sokaklarda. İstanbul'un bir tepesinden diğerine geçerken, o kadar mutluyum ki!


İşte Zeyrek!


*adını veremiyorum çünkü kardeşime doğumgünü hediyesi olarak aldım. Eğer blogu okuyorsa süprizin tadı kaçar:)

1 yorum:

Selda Gencer dedi ki...

Duydunuz mu bilmiyorum sinanasaygi.org diye bir site var. Sinan'ın eserleri ile ilgili her şey var diyebilirim. http://www.sinanasaygi.org/haritaIstek.asp adresinden form doldurunca gezi haritası da yolluyorlar.
Sian gezilerinizi de yazarsınız artık :)