20 Ekim 2009 Salı

KARAKÖY


Cumartesi günleri telef olana kadar gezmek geleneksel bir hal aldı malum. Bu defa sadece Sir ve ben değildik, pek sevgili Aziz de (Trilye gezisinden sonra kendisine Aziz demeyi uygun gördüğüm gezgin kardeşimiz) bizimleydi. Gerçi kendisi akşamdan kalma ve saçı başı darma duman yetişti vapura ama yetişti işte!

Güzel bir vapur sefasıyla iskeleye ulaştık. Kıyıda içilen çayların ardından ilk durağımız Yeraltı Camii oldu. Babaanemin çok sevdiği bu camiiye ilk gelişim değil. Rahmetli nedense pek önemserdi burayı. Belki de camiinin temelindeki kalıntılardı ( Kastellion Kalesi ) onu çeken? Kimbilir...

Sir ve Aziz bol bol fotoğraf çekerken, ben de avanak avanak dolandım camiinin içinde. Orada gömülmüş sahabe* sıfatlı insanların sandukalarının etrafını saran yeşil neonlara çıldırdım. Tanrım, bu kadar ucuz olmak zorunda mıyız?

Elbette camii kapısında karşılaştığımız dini bütün, kostümü tamam delikanlının hali tavrı konusunda yazmayacağım, çünkü para ile iman kimdedir belli olmaz der büyükler... Ama zaten iman ondaysa, varsın bende olmayıversin!

Yeraltı Camii'den çıkıp, azıcık pasajların içinde dolandık. İçi teknik malzemelerle dolu bu pasajların aslında ne için yapıldıklarını merak ettik doğrusu. Mutlaka lonca sisteminden kalan bir terbiye olmalıydı kuruluşlarında. Biz pasajlara, insanlar bize şaşkın şakın bakarken Karaköy'ün en tatlı noktasına geldik bile: Mabel!

Son zamanlarda hızlı bir şekilde hayatıma yeniden giren Mabel, nedense içimi bir hoş yapıyor. Birbirinden güzel paketlerle süslenmiş çikolataların arasında gezmek ruhuma ne kadar iyi geliyor bilemezsiniz. Gerçi dün belime konan teşhis itibariyle elveda çikolata demem gerekiyorsa da Mabel'in "vişne likörlü" çikolatasını muaf tutuyorum! Kilosu 77.00TL olan bu kışkırtıcı lezzeti bilmiyorsanız yazık derim.

Arap Kız'lı çikletler ve çikolatalarla güç bela ardımızda bıraktığımız Mabel'den sonra Ermeni Pasajı'na giriyoruz. Yeni restore edilen Fransız Pasajına (ya da geçit diyelim) çok yakın olan bu minicik ve sevimli pasajda, ne güzel tesadüftür ki oranın en eskilerinden Kadir Bey'le tanışma şansını yakalıyoruz. Bu gerçekten bir şans, çünkü Kadir Bey, Karaköy'ün hala Cenevizlilerden kalan izlerini koruduğu zamanları, 6-7 Eylül olaylarını ve hatta son dönemin Galata Port hikayesini sıcağı sıcağına yaşamış bir abimiz.
Bundan uzun yıllar evvel Ermeni Pasajı'nda Hodaki'nin Meyhanesi** varmış. Kendisi yaşlanınca bu sevimli meyhaneyi Hüseyin Bayrak isimli bir beye emanet etmiş. Ancak o da göçüp gidince bir başka aleme, dükkana Kadir Abi sahip çıkmış. Gayet de güzel becermiş bu işi. Aslında bambaşka bir iş yaparken, 1980'li yıllarda büfeye çevirmiş dükkanını. Ve şimdilerde esnafa hizmet vermek dışında arzu edenlere akşam saatlerinde meyhane olarak da servis açıyorlar. Tabii saz dinlemek ya da Rebetika konusunda seçim sizin. Sadece haber verin gitmeden evvel*** Ayrıca oraya ulaştığınızda Yahudi Eşref'in kantarı nerede diye sorun. Bu adı sanı tarihin hiç bir yerine yazılmamış kabadayıya ait kantar bakalım sizi de beni etkilediği kadar etkileyecek mi?

Ermeni Pasajı'ndan çıkınca, vaktiyle Rusya'dan kaçıp buraya gelen ahalin ibadethanelerine bakmak istiyoruz. Çaldığımız ilk kapıdan tombik ama inanılmaz sevimli bir Rus kızı çıkıyor; Nathalie. Kilisenin ibadete açık olmadığını, zaten fena halde yandığını söylüyor. Ama kapısını çalmamızdan çok mutlu. "Türk müsünüz? " diye soruyor. "Evet" diyorum. Bir Türk olarak kilisenin - ya da onun evinin desek daha doğru olacak - kapısını çalmamıza çok şaşırınca, hızlıca özet geçiyorum ailemin İstanbul'la ilişkisini... Tokalaşıp, "görüşmek üzere" diyerek ayrılıyoruz.

Bu defa şansımızı neredeyse Nathalie'nin evinin tam karşı çaprazında olan bir diğer kiliseden yana denemek istiyoruz. Burası gerçekten ilginç. Çünkü alışılagelmiş kilise formundan epeyce farklı ve tam olarak ne deneyimlemek üzereyiz bilemiyorum. Korka, çekine merdivenlerden tırmanmaya başlıyoruz. İki kat çıktık bile ama hala görünürde bir kilise yok!

Nihayet çok yaşlı bir çift çıkıyor dairelerinin önüne ve bize karşı kapıyı işaret ediyor. Kapıyı çalınca karşımıza zayıf, suratsız bir kadın çıkıyor. Başında örtü var. Onun yönlendirmesiyle yukarı çıkıyoruz ama sanki pek sevilmedik burada... Kadın kilisenin kapısını açıyor. Tanrım, binanın en üst katındayız ve burada ciddi ciddi bir Ortadoks kilisesi var. Hem de çok önemli bir kiliseymiş meğer...

Kadın, sakin ve ilgili tavrımıza yavaş yavaş teslim olup, uzun uzun anlatmaya başlıyor kilisenin tarihini. Meğer bu kilise Yunanistan'daki Aynaroz Manastırı'na bağlıymış. Aynaroz, Ortadoks Rusların Yunanistan'daki en önemli manastırıymış. Dolayısıyla önemi çok büyük. Ayrıca Kudüs'e ve Aynaroz'a giden dindarların uğrayıp dinlendiği bir yapı olma özelliği de varmış içinde bulunduğumuz St. Panteleimon Kilisesi'nin. Bir "yol" kilisesi olan bu yapının tarihi, yaklaşık 150 senelik. Ayrıca şimdi anlıyoruz neden binanın en üst katına yapıldığını kilisenin. Çünkü alt katlar din adamlarının evleri ve haç yolcularının misafirhaneleri olarak kullanılıyor.

Bize uzun uzun Yunanlılarla Rumalrın ilişkilerini, cemaatlerini ve kilisedeki mucizeler yaratan "Meryem ikonası'nın" efsanesini anlatan Tamara bir Gagavuz Türk'ü. İnanılmaz dindar ama bir o kadar da sevimli olan bu kadının güvenini kazanmayı başarırsanız sizin de Paskalya törenine ve Pazar ayinlerine davet alacağınıza hiç şüphem yok!
Not. Arada bir Türk Ortadoks Kilisesi- daha doğrusu adıyla patrikliği - gezdik ki, o da epeyce ilginçti. Hikayesi başlı başına bir yazı konusu olan bu kilise/patrikane Türkçe konuşan Rumların Fener'deki patrikaneden bağımsız olarak kurdukları bir yer. Cemaatinin ya da bir zamanlar olan cemaatinin Karamanlı Rumlardan oluştuğunu öğrenebildim. Fakat şunu söylemeliyim ki, kilisenin içi muhteşem! Sadece Pazar günleri gezebilir ve ayine katılabilirsiniz...

Tamara ile tanışmanın lezzeti kalplerimizde sarhoş gibi devam ediyoruz yolumuza ama acıktık! Bu yüzden Karaköy Lokantası'nda (Liman Lokantası girişinin tam karşısında mavi fayanslarla döşeli mekan) öğle yemeği molası veriyoruz. Papaz Yahnisi ve Hünkar Beğendi yiyebileceğimiz bir yer bulduğumuz için seviniyorum. Malum Hünkar Beğendi'ye deliririm. Ayrıca yoğurt inanılmaz güzel! Ekmekler de on numara! Gerçi garson kız ve müzik gereğinden fazla alaturka ama ne yapalım her güzelin bir kusuru var ...

Yemekten sonra gönül yayılmak ister ve fakat yolumuz uzun. Daha Unkapanı istikameti ve Bankalar Caddesi var... Hem Arap Camii'yi o kadar merak ediyorum ki durmam imkansız!

İşte şimdi Perşembe Pazarı'nın bir paralel caddesinden ilerliyoruz. Sağo sola baka baka ve şaşkınlıklar içinde yürüken nihayet Arap Camii!! Tanrım bu ne ya? Şu karşımda duran basbayağı bir kule değil mi? Nasıl olur da görmemişim bunca zamandır. Tanrım, bu ne güzel şey!

İnanılmaz gizemli bir yerdeyiz. Yoksa katedral mi demeliyim bu binaya? Ne Araplarla ne de Arap mimarisiyle zerre kadar alakası olmayan ve benim İstanbul'da gördüğüm en büyüleyici mekanlardan biri: Arap Camii!

Yapılışı hakkında ne yazık ki kesin bir bilgi olmamakla beraber, Bizans dönemine dek uzanan geçmişi biliniyor. Hatta güçlü bir kaynağa göre Cenevizlilerin burada koloni kurdukları zamanlarda inşa edilmiş. İçindeki ahşap işlerin ne kadar sade ve büyüleyici olduğunu anlatmam çok zor. Ama şunu bilmelisiniz ki görmeye değer. Kimbilir kaç farklı inanışa tapınak olmuş bu mekanın kelimeleri zorlayan bir tılsımı olduğu kesin. Denemesi bedava!

Arap Camii'den güç bela ayrılırken, aklımda hala yanıma yaklaşıp anlamsız kehanetlerde bulunan o garip medyum kadının sözleri var. Sir, "sana zarf attı, boşver" dediyse de uzun süre unutabileceğimi sanmıyorum. Neden beni bulur bütün arızalar?

Camiilerden Sokullu adına yapılana kadar yürümeye üşendiğimiz için hanlara dönüyoruz. Kurşunlu Han, Kuyumcular Hanı ( kapısındaki yazının ne kadar ilginç olduğuna inanamazsınız. Yakup Abi bu alfabenin JönTürkler'e ait olduğunu söyledi, araştırmak lazım ) ve Fatih Bedesteni içine girip baktıklarımızdan. Gerçi hanlarla ilgili bir kitaptan bahsediliyor ama yazarı ve yayınevi belli olmadığı için şimdilik bilemiyoruz. Asıl o kitaba ulaşıp gezmeli buraları. Hem daha Bankalar Caddesi var... Kolay değil Karaköy'ü bitirmek!

Hanların içindeki rezaleti, bakımsızlığı anlatacak değilim. Zaten biraz daha gezmeden anlatmaya kalkmak hata olur. Fakat durum içler acısı... Kültür başkenti ha? Bence zor!

Yine de içimi ferahlatan, geleceğe dair - hiç tarzım olmamakla beraber - umut vaad eden bir işe değinerek Karaköy yazısına şimdilik son veriyorum. Bir sergi var: MY NAME IS CASPER. Bu alışılmışın dışında, oldukça enteresans sergiyi mutlaka görün. Rahatsız olacaksınız, hatta benim kadar tabansızsanız korkacaksınız ama verdiği duygu çok güçlü. Sümerbank Binası'ndaki Karşı Sanat Çalışması, dediğim gibi epeyce sarsıcı olmuş. merdivendeki kan izleri, terazideki melek kanatları (buna bayıldım gerçekten:)), kasaların gotik ve ürpertici çekmeceleri... Of diyorum sadece. Ayrıca alt kattaki iş ( YÜREK ) benim sevgili arkadaşım Dilek Aydıncıoğlu'na ait. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

Karaköy maceraları devam edecek... Daha Kuledibi, Venedik, Malta ve Ceneviz izlerini anlatmadım:)


*yaşarken peygamberi görmüş insanalara bu isim veriliyormuş.
** Meyhanenin 1947 yılına ait kira kontratını görmek doğrusu beni çok heyecanlandırdı.
*** 0212 252 88 13

5 yorum:

Adsız dedi ki...

o kadar güzel anlatmışsın ki keşke beni de çağırsalardı bende gitseydim diye içimden geçirmedim değil. insna bazen yanıbaşındakilerin kıymetini bilemiyor

Fortunata dedi ki...

Az kaldı sevgili Eczahaneci, yakında bu gezileri hep birlikte yapacağız kısmetse. Haber vereceğim, söz:)

zafer (zapere) dedi ki...

Sizden bir ricam var..Bu deneyimlerinizi o özel üslûbunuzla boşa gitmeyecek bir biçimde kitaplaştırmayı düşünün derim.İstanbul'u genel olarak büyük mimari eserler bütünü olarak düşünürüz fakat sizin yaptığınız gezi çok çok farklı biçimde gelişiyor.Gözden kaçanları ortaya çıkarmanız gerçek bir hizmet bence.Madem kendinizi bu gezi işine vakfettiniz bu uğraşınız size ait hobi ötesine geçmeli.Gezilere çıkarken daha profesyonelce hazırlanın,mesela bir ses kayıt cihazı(size anlatılanları kaydetmek ve yaşayan bu tarih gibi insanları ileriye taşımak için),mesela basit digital fotoğraf makinası(detay çekebilen çözünürlüğü iyi olan),mesela kroki çizebilecek(yer ve makan detayı için basit haritacık)bir arkadaş(birlikte gezdiğiniz kişilerden birini bu konuda eğitin veya Bedrettin Dalan'ın İstanbul rehberi vardı semt haritaları vardı bu rehberde onu edinin ve gittiğiniz yerleri üzerinde işaretlemeye çalışın),bir pusula..Basit gereçler fakat bir kitap yazmakta size ayrıntı verebilecek gereçler alın yanınıza,söylemek istediğim budur..Dilerim önerimi arkadaşlarınızla ciddi olarak düşünüp hayata geçirirsiniz..İstanbul Belediyesinin yapamadığı işi yapabilecek gibi gözüküyorsunuz..Ciddi bir seyyahsınız siz..Haydi bakalım.Size ve ekibinize kolay gelsin.. :) (bu bir tebessüm,gülme değil belirteyim)

Fortunata dedi ki...

Merhaba Zafer,
Bu güzel not için teşekkürler. Açıkcası bu çalışmanın boşa gitmesini ben de istemem. Hem yanımda Sir gibi bir İngiliz centilmeni varken daha iyisi neden olmasın? Dediklerini ciddiye aldığımı bilmelisin. Şimdiden bir projem var aslında.
Hem yakında bu gezileri daha geniş kitlelere de açabilirim:))
Sevgiler...

zafer dedi ki...

Kitle açılımında mihmandarlığı (birilerini gezdirmek için rehber olmayı)kasdetmiyorsunuz inşallah.Böyle birşey yaparsanız hiç bir şey yapamazsınız.3 arkadaş dolaşın tamam ama bir amaçla dolaşmak gerek.Ne kadar kalabalık o kadar ürküntü yaratır.Çoğu detayı kaçırırsınız.Çoğu dolaştığınız yer kalabalık değil sessizlik istiyor gibi,o insanlara da rahatsızlık verilmemeli bence.Gezginci(turist) iyidir belki ama oraları ayaklar altına alanlar da onlar(mistik büyüyü bozanlar).Bırakın bazı yerler kendi halleriyle yaşasınlar,el değmeden..Sevgiyle