22 Ekim 2009 Perşembe

BEN SANA ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM*


Dün gece, beş saatliğine, iki çocuklu bir kadın olma şansını bana veren sevgili dostum Agi'ye teşekkür ederim. Son zamanlarda her ne kadar "kanka" kelimesini bir kez daha içimin sözlüğünde yazıp yazıp siliyor olsam da, durmadan yüzüme öksüren Eda Lisa ile el ele uyumamın huzurunu ve Leyla Nora'nın göğsümde atan iç çekişleriyle içimin yanmasını da bir kankama borçlu değil miyim nihayetinde? Sağol Agi. Bütün Dünya kollarını açmış bana gülümserken, nasıl olup da gözlerimi sımsıkı yumduğumu soruyor bana kızlarının varlığı. Sağol.


*Ülkü Tamer'den çalıntıdır.

20 Ekim 2009 Salı

KARAKÖY


Cumartesi günleri telef olana kadar gezmek geleneksel bir hal aldı malum. Bu defa sadece Sir ve ben değildik, pek sevgili Aziz de (Trilye gezisinden sonra kendisine Aziz demeyi uygun gördüğüm gezgin kardeşimiz) bizimleydi. Gerçi kendisi akşamdan kalma ve saçı başı darma duman yetişti vapura ama yetişti işte!

Güzel bir vapur sefasıyla iskeleye ulaştık. Kıyıda içilen çayların ardından ilk durağımız Yeraltı Camii oldu. Babaanemin çok sevdiği bu camiiye ilk gelişim değil. Rahmetli nedense pek önemserdi burayı. Belki de camiinin temelindeki kalıntılardı ( Kastellion Kalesi ) onu çeken? Kimbilir...

Sir ve Aziz bol bol fotoğraf çekerken, ben sakin sakin dolandım camiinin içinde. Orada gömülmüş sahabe* sıfatlı insanların sandukalarının etrafını saran yeşil neonlara çıldırdım. Tanrım, bu kadar ucuz olmak zorunda mıyız?

Elbette camii kapısında karşılaştığımız dini bütün, kostümü tamam delikanlının hali tavrı konusunda yazmayacağım, çünkü para ile iman kimdedir belli olmaz der büyükler... Ama zaten iman ondaysa, varsın bende olmayıversin!

Yeraltı Camii'den çıkıp, civardaki pasajları dolandık. İçi farklı hobiler için teknik malzemelerle dolu bu pasajların aslında ne amaçla yapıldıklarını merak ettik doğrusu. Mutlaka lonca sisteminden kalan bir oluşum vardı kuruluş hikayelerinde. Biz pasajlara, insanlar bize şaşkın şakın bakarken Karaköy'ün en tatlı noktasına geldik bile: Mabel!

Son zamanlarda hızlı bir şekilde hayatıma yeniden giren Mabel, nedense içimi şenlendiriyor. Birbirinden güzel paketlerle süslenmiş çikolataların arasında gezmek ruhuma nasıl iyi geliyor bilemezsiniz. Gerçi dün belime konan teşhis itibariyle elveda çikolata demem gerekiyorsa da Mabel'in "vişne likörlü" çikolatasını muaf tutuyorum! Kilosu 77.00TL olan bu kışkırtıcı lezzeti bilmiyorsanız yazık derim.

Arap Kızlı çikletler ve çikolatalarla güç bela ardımızda bıraktığımız Mabel'den sonra Ermeni Pasajı'na giriyoruz. Yeni restore edilen Fransız Pasajına (ya da geçit diyelim) çok yakın olan bu minicik ve sevimli pasajda, ne güzel tesadüftür ki oranın en eskilerinden Kadir Bey'le tanışma şansını yakalıyoruz. Bu gerçekten bir şans, çünkü Kadir Bey, Karaköy'ün hala Cenevizlilerden kalan izlerini koruduğu zamanları, 6-7 Eylül olaylarını ve hatta son dönemin Galata Port hikayesini sıcağı sıcağına yaşamış bir abimiz.

Bundan uzun yıllar evvel Ermeni Pasajı'nda Hodaki'nin Meyhanesi** varmış. Kendisi yaşlanınca bu sevimli meyhaneyi Hüseyin Bayrak isimli bir beye emanet etmiş. Ancak o da göçüp gidince bir başka aleme, dükkana Kadir Abi sahip çıkmış. Gayet de güzel becermiş bu işi. Aslında bambaşka bir iş yaparken, 1980'li yıllarda büfeye çevirmiş dükkanını. Ve şimdilerde esnafa hizmet vermek dışında arzu edenlere akşam saatlerinde meyhane olarak da servis açıyorlar. Tabii saz dinlemek ya da Rebetika konusunda seçim sizin. Sadece haber verin gitmeden evvel*** Ayrıca oraya ulaştığınızda Yahudi Eşref'in kantarı nerede diye sorun. Bu adı sanı tarihin hiç bir yerine yazılmamış kabadayıya ait kantar bakalım sizi de beni etkilediği kadar etkileyecek mi?

Ermeni Pasajı'ndan çıkınca, vaktiyle Rusya'dan kaçıp buraya gelen ahalin ibadethanelerine bakmak istiyoruz. Çaldığımız ilk kapıdan tombik ama inanılmaz sevimli bir Rus kızı çıkıyor; Nathalie. Kilisenin ibadete açık olmadığını, zaten fena halde yandığını söylüyor. Ama kapısını çalmamızdan çok mutlu. "Türk müsünüz? " diye soruyor. "Evet" diyorum. Bir Türk olarak kilisenin - ya da onun evinin desek daha doğru olacak - kapısını çalmamıza çok şaşırınca, hızlıca özet geçiyorum ailemin İstanbul'la ilişkisini... Tokalaşıp, "görüşmek üzere" diyerek ayrılıyoruz.

Bu defa şansımızı neredeyse Nathalie'nin evinin tam karşı çaprazında olan bir diğer kiliseden yana denemek istiyoruz. Burası gerçekten ilginç. Çünkü alışılagelmiş kilise formundan epeyce farklı ve tam olarak ne deneyimlemek üzereyiz bilemiyorum. Korka, çekine merdivenlerden tırmanmaya başlıyoruz. İki kat çıktık bile ama hala görünürde bir kilise yok!

Nihayet çok yaşlı bir çift çıkıyor dairelerinin önüne ve bize karşı kapıyı işaret ediyor. Kapıyı çalınca karşımıza zayıf, suratsız bir kadın çıkıyor. Başında örtü var. Onun yönlendirmesiyle yukarı çıkıyoruz ama sanki pek sevilmedik burada... Kadın kilisenin kapısını açıyor. Tanrım, binanın en üst katındayız ve burada ciddi ciddi bir Ortadoks kilisesi var. Hem de çok önemli bir kiliseymiş meğer...

Kadın, sakin ve ilgili tavrımıza yavaş yavaş teslim olup, uzun uzun anlatmaya başlıyor kilisenin tarihini. Meğer bu kilise Yunanistan'daki Aynaroz Manastırı'na bağlıymış. Aynaroz, Ortadoks Rusların Yunanistan'daki en önemli manastırıymış. Dolayısıyla önemi çok büyük. Ayrıca Kudüs'e ve Aynaroz'a giden dindarların uğrayıp dinlendiği bir yapı olma özelliği de varmış içinde bulunduğumuz St. Panteleimon Kilisesi'nin. Bir "yol" kilisesi olan bu yapının tarihi, yaklaşık 150 senelik. Ayrıca şimdi anlıyoruz neden binanın en üst katına yapıldığını kilisenin. Çünkü alt katlar din adamlarının evleri ve haç yolcularının misafirhaneleri olarak kullanılıyor.

Bize uzun uzun Yunanlılarla Rumalrın ilişkilerini, cemaatlerini ve kilisedeki mucizeler yaratan "Meryem ikonası'nın" efsanesini anlatan Tamara bir Gagavuz Türk'ü. İnanılmaz dindar ama bir o kadar da sevimli olan bu kadının güvenini kazanmayı başarırsanız sizin de Paskalya törenine ve Pazar ayinlerine davet alacağınıza hiç şüphem yok!
Not. Arada bir Türk Ortadoks Kilisesi- daha doğrusu adıyla patrikliği - gezdik ki, o da epeyce ilginçti. Hikayesi başlı başına bir yazı konusu olan bu kilise/patrikane Türkçe konuşan Rumların Fener'deki patrikaneden bağımsız olarak kurdukları bir yer. Cemaatinin ya da bir zamanlar olan cemaatinin Karamanlı Rumlardan oluştuğunu öğrenebildim. Fakat şunu söylemeliyim ki, kilisenin içi muhteşem! Sadece Pazar günleri gezebilir ve ayine katılabilirsiniz...

Tamara ile tanışmanın lezzeti kalplerimizde sarhoş gibi devam ediyoruz yolumuza ama acıktık! Bu yüzden Karaköy Lokantası'nda (Liman Lokantası girişinin tam karşısında mavi fayanslarla döşeli mekan) öğle yemeği molası veriyoruz. Papaz Yahnisi ve Hünkar Beğendi yiyebileceğimiz bir yer bulduğumuz için seviniyorum. Malum Hünkar Beğendi'ye deliririm. Ayrıca yoğurt inanılmaz güzel! Ekmekler de on numara! Gerçi garson kız ve müzik gereğinden fazla alaturka ama ne yapalım her güzelliğin bir nazar boncuğu olmalı. 

Yemekten sonra gönül yayılmak ister ve fakat yolumuz uzun. Daha Unkapanı istikameti ve Bankalar Caddesi var... Hem Arap Camii'yi o kadar merak ediyorum ki durmam imkansız!

İşte şimdi Perşembe Pazarı'nın bir paralel caddesinden ilerliyoruz. Sağa sola baka baka yürürken nihayet Arap Camii!! Tanrım bu ne ya? Şu karşımda duran basbayağı bir kule değil mi? Nasıl olur da görmemişim bunca zamandır. Tanrım, bu ne güzel şey!

İnanılmaz gizemli bir yerdeyiz. Yoksa katedral mi demeliyim bu binaya? Ne Araplarla ne de Arap mimarisiyle zerre kadar alakası olmayan ve benim İstanbul'da gördüğüm en büyüleyici mekanlardan biri: Arap Camii!

Yapılışı hakkında ne yazık ki kesin bir bilgi olmamakla beraber, Bizans dönemine dek uzanan geçmişi biliniyor. Hatta güçlü bir kaynağa göre Cenevizlilerin burada koloni kurdukları zamanlarda inşa edilmiş. İçindeki ahşap işlerin ne kadar sade ve büyüleyici olduğunu anlatmam çok zor. Ama şunu bilmelisiniz ki görmeye değer. Kimbilir kaç farklı inanışa tapınak olmuş bu mekanın kelimeleri zorlayan bir tılsımı olduğu kesin. Denemesi bedava!

Arap Camii'den güç bela ayrılırken, aklımda hala yanıma yaklaşıp anlamsız kehanetlerde bulunan o garip medyum kadının sözleri var. Sir, "sana zarf attı, boşver" dediyse de uzun süre unutabileceğimi sanmıyorum. Neden beni bulur bütün arızalar?

Camiilerden Sokullu adına yapılana kadar yürümeye üşendiğimiz için hanlara dönüyoruz. Kurşunlu Han, Kuyumcular Hanı ( kapısındaki yazının ne kadar ilginç olduğuna inanamazsınız. Yakup Abi bu alfabenin JönTürkler'e ait olduğunu söyledi, araştırmak lazım ) ve Fatih Bedesteni içine girip baktıklarımızdan. Gerçi hanlarla ilgili bir kitaptan bahsediliyor ama yazarı ve yayınevi belli olmadığı için şimdilik bilemiyoruz. Asıl o kitaba ulaşıp gezmeli buraları. Hem daha Bankalar Caddesi var... Kolay değil Karaköy'ü bitirmek!

Hanların içindeki rezaleti, bakımsızlığı anlatacak değilim. Zaten biraz daha gezmeden anlatmaya kalkmak hata olur. Fakat durum içler acısı... Kültür başkenti ha? Bence zor!

Yine de içimi ferahlatan, geleceğe dair - hiç tarzım olmamakla beraber - umut vaad eden bir işe değinerek Karaköy yazısına şimdilik son veriyorum. Bir sergi var: MY NAME IS CASPER. Bu alışılmışın dışında, oldukça enteresan sergiyi mutlaka görün. Rahatsız olacaksınız, hatta benim kadar tabansızsanız korkacaksınız ama verdiği duygu çok güçlü. Sümerbank Binası'ndaki Karşı Sanat Çalışması, dediğim gibi epeyce sarsıcı olmuş. merdivendeki kan izleri, terazideki melek kanatları (buna bayıldım gerçekten:)), kasaların gotik ve ürpertici çekmeceleri... Of diyorum sadece. Ayrıca alt kattaki iş ( YÜREK ) benim sevgili arkadaşım Dilek Aydıncıoğlu'na ait. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

Karaköy maceraları devam edecek... Daha Kuledibi, Venedik, Malta ve Ceneviz izlerini anlatmadım:)


*yaşarken peygamberi görmüş insanalara bu isim veriliyormuş.
** Meyhanenin 1947 yılına ait kira kontratını görmek doğrusu beni çok heyecanlandırdı.
*** 0212 252 88 13

16 Ekim 2009 Cuma

VEFA.


Şehzade Camii'nin ( için ilk defa girdim ve açıkcası Süleymaniye'den sonra hiç şaşırmadım. Sinan her yerde Sinan. Koca Sinan! ) önünde Vezneciler mi Vefa mı diye bir kaç dakika bocaladıysak da tercihimizin Vefa olmasına sevindim. Hayatımda hiç Vefa Bozacısı'na gitmemiştim. Gerçi bozaya pek bayılmam ama kış aylarında bütün aileyi şenlendiren varlığına saygım sonsuz. Mesela Muse'la caddedeki bozacımızda koltuklara yayılıp boza içmek ne güzeldir. Oooo kış istedi canım:))

Vefa'da dolaşmanın en güzel hediyesi Molla Gürani'nin* İstanbul'un işgali - ya da fethi diyelim ne fark eder? Bizim için fetih, birileri için işgal değil mi sanki? - sonrasında derslerine devam ettiği camiiyi ( Ayios Theodoros Kilisesi M.S. 10. -12. yüzyıl ) keşfetmek oldu. Kapısının önünde hayran hayran baka kaldıktan sonra içeride yerleri yıkayan birini gördük. Kapıyı tıklayınca amca açtı. İsteksiz isteksiz buyur etti bizi. Ama ben şirin şirin gülümsemeye devam ettim. Zaten o daha kapıyı açmadan kafayı örtmüştüm bile! Yani yüzü özü güzel, müslümanlardık biz! Kim itiraz edebilir ki? Gerçi Sir, biraz turistimsiydi amma açıkcası onunla rol paylaşmak günü daha komik ve zevkli kıldı.

İsteksizce buyur edildiğimiz bu kutsal mekanda fazla bir şey yoktu aslında. Yine de kubbelerin içinde az buçuk kalan mozaikler, avluya benzeyen alandaki mermer parçalar ve sütunlar görülmeye değerdi. İçim acıdı. Koskoca Fatih'in hocasının ders verdiği, bence fetih sonrasının en önemli mekanlarından biri böyle mi bırakılmalıydı? O canım kiliseden kalanlarla avunmak ne kadar üzücü....

Huysuz adamdan öğrendiğimize göre, aslında buraya 2010 için gelenler olmuş ama bu beş yıl önceymiş.... Sonra ne gelen olmuş ne giden... Onlar da yani mahalleli aralarında az buçuk biraz para toplayıp badana boya yapmış ve halıları yenilemişler... Elbette gayet zevksiz ama iyi niyetli bir durumla karşı karşıya kaldık! Tabii giderken bağış kutusuna para bırakmayı ihmal etmedik. Zaten kutu tam çıkışta olduğu için hiç şansımız yoktu!

Ve nihayet, Lale Devri paşalarının III. Ahmet'e yaranmak için yaptırdığı kütüphalerin arasından geçip ( Atıf Efendi Kütüphanesi gerçekten içinde oturup kitap okumak ve zamanı unutmak isteyebileceğim kütüphanelerden biri. Açıkcası kombi ile ısıtıldığı için kış aylarında da gidilebilir. Ve işin en güzel tarafı oradaki bilgisayardan Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki tüm eserlere ve hatta orjinal yazmalara da ulaşmak mümkün! ), hatta dayanamayıp birinin içine girdikten sonra Vefa Bozacısı'na ulaşıyoruz!

Bu çok sevimli ve bana Londra'da tesadüfen bulduğum, 1667'den beri hizmet veren bir mekanı** hatırlatan dükkana bayıldım! Bunca yıldır İstanbul'da yaşarım insan bir kere merak edip, boza içmeye gitmez mi yahu! Yazıklar olsun bana:))

Vefa Bozacısı, boza ve leblebi cenneti. Düşünsenize bir zamanlar yeniçerilerin içki niyetine ( fermente olduğu için ) kullandığı bu geleneksel içecek hala gayet güzel ve geleneği sürdürmeye kararlı bir mekanda satılıyor. Üstelik bozaya bayılmayanların bile çok büyük keyif alarak etrafı seyredebilecekleri bir yer olduğunu özellikle belirtmek isterim. Atatürk'ün boza içtiği zarflı bardak bile zarif bir sergilemeyle hala orada duruyor!

Bardakların sadeliği, şişeler, masa ve sandalyelerdeki incelik görülmeye değer bence. Hadi bu hafta Vefa'ya! Gerçi ben Karaköy'de olacağım Sir'le beraber ama siz, o arada bozanın tadına bakın bakalım:)




* Fatih Sultan Mehmet'in hocalarından..

** Ye Olde Cheshire Cheese, London:))

15 Ekim 2009 Perşembe

ZEYREK, AVRATPAZARI VE HORHOR.


Zeyrek'e geçiş biraz zor. Çünkü aradaki yol yani iki tepenin arasındaki düzlüğe yapılan oto yol epeyce sıkıntılı. Bir tane alt geçit var ama neredeyse, girişi çıkışı görünmesin ve böylece karşıya geçeyim derken üç beş kişi telef olup nüfus seyrelsin mantığıyla inşaa edilmiş!

Zeyrek' e ilk kez on yaşında gelmiştim. Prusya Kralı'nın sünnet töreni öncesi İstanbul'daki kutsl yerleri geziyorduk. Onun üzerinde kral kostümü, bende yeşil kadife pantalon, Zeyrek önünde çekilmiş fotoğrafımız hala durur. Nedense Eyüp Sultan ya da Ayasofya'da değil de Zeyrek'de var bir karemiz.

Aradaki yıllarda uğradım bir iki kere buraya, o zaman kilisenin içi berbattı. Çok üzülmüştüm. Bu kez hiç olmazsa restorasyon başlatmışlar ama ben yine üzüldüm. Çünkü bu ülkede restorasyon kelimesi beni korkutuyor! Burhan'cım gayet iyi bilir ne demek istediğimi... ( bakınız şehir surları.... eskisinler diye her geçişimde dua ediyorum!!! )

Zeyrek'in içini görmek mümkün olmadı. 2010 yılının Haziran ayına kadar çalışmalar devam edecekmiş. Ama hiç dert etmeyin çünkü o kilise ya da Fatih sonrası adıyla Molla Zeyrek Camii, olmadan da yeteri kadar gezilesi bir yer Zeyrek Mahallesi. Özellikle evler inanılmaz. Bir kaç tane konak var ki, o binadaki hayatı hayal etmek bile ışıl ışıl aydınlatıyor insanın içini.. Hele hele benim "waterworld" adını verdiğim evi görmeniz lazım. Gerçekten yaşama bağlılık başka bir şey. Belki yiyecek ekmek dahi bulamakta zorlanan insanların, üzerlerine yıkılacak iskambil kule görüntüsündeki evlerini saksılar dolusu çiçekle süslemiş olmaları inanılmaz! Yüz kere bin kere alkışlanmaya değer...

Zeyrek sadece bildiğimiz üçleme kiliseyle ( Pantakrator kilisesi ve manastırı, M.S. 12. yüzyıl ) sınırlı değil. Bölgede onun dışında iki kilise daha var ve muhtemelen bir zamanlar başka manastırlar da vardı. Hem de bol miktarda. Çünkü buradaki imar ağırlıklı olarak 12.yüzyıl sonrasında gerçekleşmiş. Bu da Latin İsyanı akabinde demektir ki, yoğun bir korkuyla sarmalanmış halkın imparatordan çok manastırlara sığınmasının sebebini anlamak hiç zor değil. Latinlerin baskısı zihinlere yer etmiştir. Onların bu kenti nasıl yağmaladığı hala hafızalardadır. ( Gerçi bu bizim işimize gelmiştir çünkü Latin İstilası gören Bizans halkı bunu bir kez daha yaşamaktansa Türkleri tercih edecek kadar korkmuşlardır. Ki haklıdırlar çünkü Sultan Mehmet onlara işkence etmemiş ve kenti yağmalamamıştır)

Manastırlar dokunulmazlık, servetin korunması ve ömür boyu huzur için tek sığınaktı. Bu yüzden pek çok soylu aile manastır yaptırıp, dışarıdaki eğlenceden, gösterişten uzaklaşmayı tercih ettiler. Zaman o manastırlardan çok azını bugüne taşıdı ama istila sonrası yıllarda sayılarının kırka yaklaştığını yazılı kayıtlardan biliyoruz.

Neyse, manastırlar dışında dönemi bilinmeyen sarnıçlar da Zeyrek'deki ilginç yapılar arasında. Hatta bu sarnıçlardan birinin özel mülk olduğunu biliyor muydunuz?

Sir ve ben o sarnıca girdik. Hatta sahibiyle de tanıştık. İnanılmaz efendi ve bir o kadar da dost canlısı genç bir adam. Biz girişe yaklaştığımızda hemen başını yaptığı işten* kaldırıp, içeri buyur etti. Gezdik. Sonra da uzun uzun sohbet ettik. Bize bu sarnıç için belediye ile yaptığı görüşmeleri anlattı. Gerçekten içler acısıydı.Trilye'deki kiliseden sonra bir kez daha yurdumda tarihi eserlerin özel mülk olabildiğini görmek içimi sızlattı. Ayrıca parası olup da milyonlarca lirayı üstüne başına harcayıp, domuz gibi yiyip içen zengin ve sonradan görme "İstanbul Sosyetesinden" bir kez daha tiksindim. Bir iki tane güzel kadının ( Rezzan Has Müzesi'ni hayata geçiren Ahu Has örneği verilebilir) bireysel girişimleri sonunda iyi kötü korumaya alınan binaları saymazsak, kalanların hali çok acıklı!

Üstelik bu insanların yüzde yüzünün üniversite mezunu olup, Avrupa'da fink atarken binaların önünde durup ahkam kesiyor olmaları ayrıca çıldırtıcı!

Neyse, Zeyrek'e dönersek orası hala ve epeyce İstanbul kokuyor. Biraz Bizans biraz 1970'ler... Sokaklarda pamuk helva satan adamlar, top oynayan çocuklar ve akıllara zarar manzarası ile Zeyrek inanılmaz. Güzel bir yemek yemek için Rahmi Koç tarafından restore edilip servise açılan mekanı denemenizi öneririm. Fiyatlar azıcık yüksek ama Nişantaşı'nda daracık bir mekanda harcayacağınız paranın yanında lafı olmaz. İçindeki bakırlar, gümüşler, duvarlardaki gravürlerle gerçekten farklı bir atmosferi var. Özellikle pencere önüne konmuş bir kase dolusu nara bittim.Tabii ayaklar altındaki manzara da cabası!

Sir, bol bol fotoğraf çekti. Ben de şaşkın şaşkın seyrettim:))

Zeyrek'den çıkışta Avratpazarı'na ( burası seferden dönen Osmanlı'nın getirdiği köleleri ( cariye ) teşhir ettiği, satışa çıkarttığı yermiş zamanında ) gittik. Sur Kebab'da yemek yemeyeli resmen on yıl olmuş! E tabii burası epeyce değişmiş. Turistlerin rahat edebileceği masalar ve sandalyeler ( ben gittiğimde "kürsü" adı verilen minicik ve rahatsız tabureler vardı ama sevimliydi...), temiz ve özenli amerikan servislerle benim hatırladığım yerden başka bir şeye dönüşmüş. Dükkanlar da öyle. Fazla steril bir görüntü oluşmuş. Oysa üzerinde sinek uçuşan bal peteklerini, leş gibi kokan otlu peynirleri ve tütün tabakalarını sevmiştim ben. Şimdi de var hepsi ama hizaya sokulmuşlar!

Biz bu ülkede hala neyi hizaya sokup, neyi sadece olduğu haliyle koruyacağımızı ne yazık ki öğrenemedik... Yazık!

Gayet doyurucu, hatta fazla doyurucu bir yemekten sonra oraya kadar gitmişken Horhor'a uğramak geldi aklıma. Sir de "tamam" dedi. Gitmez olaydık! Hala çok güzel şeyle satıyorlar ve hala insanın aklını başından alan birbirinden çekici eşyalarla dolu Horhor! Kütüphaneler, koltuklar, karaflar, opalin bardaklar, aynalı dolaplar....

En fenası, benim hastası olduğum porselen çerçeveli aynalardan vardı!! İşin doğrusu acı çekerek çıktım Horhor'dan. Ama ne yalan söyleyeyim son girdiğimiz dükkandaki beyefendi çok sevimliydi, di mi sevgili Sir ? Kibar, sevimli antikacı:))
Horhor, pek çok İstanbullunun dahi ne yazık ki bilmediği bir yer. Ama oraya bir giden bir daha unutmaz... Yolunuz düşerse ihmal etmeyin derim. Evinizi İkea'dan alınmış tek düze eşyalara boğacağınıza, Horhor'dan edinilmiş bir iki parçayla fark yaratabilirsiniz. Ha, Horhor pahalı diyenleri, bu işi bilenlerin önerdiği bir diğer pazara, Küçükyalı'ya bekleriz:))

Şimdi Vefa'ya geçiyoruz...



* mavi camdan buzdolabı magnetleri yapıyordu... Yunuslar, filler, kaplumbağalar...

13 Ekim 2009 Salı

10/10/09, SÜLEYMANİYE II


Sinan'ın mezarı önünde ve mezarın hemen bitişiğindeki sebilde - pirinç musluklar söküldüğü için artık tam anlamıyla bir sebil değil ne yazık ki... - bir süre öylece kaldıktan sonra, bu kocaman kompleksin etrafında dolaşmaya başladık. Melamin, çinko gibi malzemelerden yapılmış, yeni neslin bilmediği mutfak eşyalarıyla dolu minicik dükkanların önünden geçtik. Çinko çiçekli tepsiler, çivit mavisi çaydanlıklar, melamin bardak ve tabak takımları... Dükkanların bir tanesinde enteresans müzik aletleri satılıyordu. Sir, "bunların adı marakas" dedi. Ben de cahil cahil, "aaa Marakeş gibi!" dedim. Cenk görse kesin bayılırdı. Ve fakat yerini asla tarif etmeyeceğim. Çünkü onu bizzat ben götürmek istiyorum oraya:) Evet bencilim!


Sadece bir dükkandan alışveriş yaptık. Biz yaşlarda sevimli bir adam, baba mesleğini sürdürmeye çalışıyordu. Süleymaniye'nin halinden gayet şikayetçi, ortada adı dolaşan projeden umutsuz ama yine de misafirlerine karşı gayet nazikti. Bakırların arasında dolanıp, "o ne işi, bu nedir?" gibi sorularıma gayet güzel cevaplar aldıktan sonra arayıp bulamadığım acayip güzel bir "şeyi"* - ki artık o model üretilmiyormuş ve bulduğum sonuncusuymuş - aldım. Sir de bir cezve aldı kendine. Zor bela vedalaşıp, oradan ayrıldık. Bir sonraki durağımız camiinin, şantiye alanı dışında kalan bölümünün giriş kapısını ararken bulduğumuz arka kapı oldu ama orada, bacak kadar boyuyla sözde iş yapan bir kız çocuğunun parlak rujlu dudakları, ojeli elleri ve "bu alana giriş yasak" söylemiyle karşılaşınca, ki kapıda inşaat alanı olduğuna dair not ya da girilmez yazısı yoktu, ön cepheye döndük!


Bir kez daha büyük bir hayranlıkla baktım bahçenin huzurlu sessizliğine. Sinan bu oldukça sade bahçeyle bizi içerideki ihtişama hazırlıyordu besbelli.


Ve hazırız. Kapının önünde camii görevlisinin güler yüzlü yardımlarıyla karşılaştıktan sonra içeri girdik. Daha önce de söylediğim gibi, önce bir pencere içine yerleşip kitabımızı açtık. Ardından Sir, makina elinde dolaşmaya başladı. Ben öylece mıhlandım oturduğum yere. Önce biraz kitabı okudum, sonra bir kaç adım kubbenin altında yürüdüm. Bu kubbecikler o, Ayasofya'yı anımsatan, çapı neredeyse 30 metrelik efsanevi ana kubbenin yan koridorunda kalanlar. Yine de ihtişamlarına diyecek yok. Yeteri kadar gizemli, görkemli ve iddasızlardı. Ama iddiada iddasız!


Süleymaniye, herkesin bildiği gibi Sinan'ın "kalfalık eserimdir" dediği bir camii. Ama insan meraklanıyor, neden ustalık eserinin değil de kalfalık eserinin kuytu bir kıyısını seçmiş uyumak için? Edirne'de gömülmek istemedi Sinan, İstanbul'un en güzel manzaralı tepelerinden birinde, üstelik en eski, en gizemli topraklarında kalmayı tercih etti. Neden? Tarih sayfalarında ne ailesi, ne de çocukları olduğuna dair hiç bir nota rastlanmayan Sinan hakkında tek bildiğimiz, Mihrimah Sultan'a olan platonik aşkı... Yeri gelmişken, Mihrimah Sultan'ın da Sinan'ın onun için yaptığı camiilerden birinde değil de burada, Süleymaniye'de yatıyor olması ilginçtir. Hadi o Sultan kızıydı. Peki Sinan? Acaba yaşarken kavuşamadığı kadın için mi burada kalmayı seçmişti? Neyse, dilerim buluşmuşlardır. Dilerim bütün şehir uyuduğunda bu güzel bahçede gezmenin tadını çıkartıyorlardır! Ve dilerim Mihrimah da onu sevmiştir...


Kanuni'nin muhteşem türbesinde, inanılmaz bir incelikle işlenmiş her santimetre kareye hayranlıkla baka kaldıktan sonra, Hüremin, sadeliğiyle büyüleyen türbesini de gezip, yavaş yavaş çıktık Süleymaniye'den. Komplekse dahil olan hamama -ki kadın erkek birlikte yıkanılan Fin hamamlarına dönmüş ve gayet kötü bir işletmesi olmasına gayet üzüldükten sonra-, yüzlerce yıl evvel aşevi olarak düzenlenmiş ama şimdi bir kısmı çay bahçesi ( Lale Çay Bahçesi ), bir kısmı ise İstanbul'da en çok sevdiğim mutfaklardan biri olan Darülziyafe'ye ait olan - ne yazık ki içki servisi yapmıyorlar - mekanda bir Türk Kahvesi molası verdik. Kahvemi içerken karşımda oturan Sir A.E.'ye baktım da, ne güzel bir seyahat arkadaşı yollamış bana yukarıdaki diye şükrettim.


Kahvemiz bitince Süleymaniye'den Zeyrek'e doğru yürümeye başladık. Adımımızı attığımız her sokaktan tarih fışkırıyor olması ve benim bunları üniversite yıllarımda hiiç farketmemiş olmam gayet acıklıydı. O zamanlar aklım fikrim Troya, Aşıklıhöyük ve Uluburun'daydı. Gözümü ülkenin en popüler ve en iyi ekiplerce kazılan yerlerine dikmiştim. Başardım da, her iki kazıda da çalıştım. Bir tek Troya kısmet olmadı. Peki ne oldu? Hiç!


Şimdi, o yılları telafi etmeye çalışmak yerine, kalan zamanın hakkını vermek adına yürüyorum sokaklarda. İstanbul'un bir tepesinden diğerine geçerken, o kadar mutluyum ki!


İşte Zeyrek!


*adını veremiyorum çünkü kardeşime doğumgünü hediyesi olarak aldım. Eğer blogu okuyorsa süprizin tadı kaçar:)

12 Ekim 2009 Pazartesi

10 EKİM 2009, SÜLEYMANİYE.


"İletişimde sadece kelimeleri kullanmak durumu çok zorlaştırır, yetmez.... Üstelik fazla sembolik bir anlatım seninki..." dedi Nazmi Hocam. Haklıydı. Bütün varlığımızı kelimeler üzerinden paylaşmaya kalktığımızda nasıl al aşağı olduğumuzu, olabildiğimizi bugün gördüm... Yüzde yedilik dilimde kalan ben, bir başka ifade şekli aramaya başlamalıydım. Sanırım buldum da. Zaten hocam beni yerimde saydıran şeyi görmemi sağlarken, ileri götürebilecek olanı da hemen yerine koymamı öğütledi. "Tamam" dedim.

Bütün bunlardan ne mi çıkar, söyleyeyim. Bugünden tezi yok blogun ağırlıklı yazıları İstanbul üzerine olacak. Elvan'dan sıkılanlara müjdeler olsun! İçimi dökmekten, beni zerre kadar umursamayanlara ağıtlar yakmaktan ve geçmişe yapılan yıpratıcı yolculuklardan azad ettim kendimi!

Ve C.tesi sabahı saat 06.00'da uyandım. Giyindim, mutfağa gidip sandviçleri hazırladım. Hava zifiri karanlık olduğu için, Sir ve ben toplu taşıma yerine arabayla geçelim dedik karşıya. Sabah 07.10'da Boğaz Köprüsü'ndeydik. Bulanık bir hava vardı şehrin üzerinde, nedense hiç keyfimizi kaçırmadı. Koskocaman iş listemizle çok heyecanlıydık!

07.30 gibi Süleymaniye'ye ulaştık. Sabahın derin sessizliğinde, sadece korku filmlerinde görebileceğiniz bir otoparkta kahvemizi içerken, köy peynirli sandviçlerimizi yedik. Otoparktan çıktığımızda hava buz gibiydi. Mis gibi kahvenin üzerine, tüylerimi diken diken yapan serin gerçekten çok iyi geldi.

İlk durağımız Mimar Sinan'ın mezarı oldu. Süleymaniye'nin neredeyse gözden ırak bir köşeciğinde usul usul dinlenen bu efsanevi şahsiyeti büyük bir saygıyla seyrettik. Ardı sıra yükselen camiiden, o camiiye adını veren sultandan ve hatta tarihe kocaman harflerle yazılmış Hürrem'den bile büyüktü benim gözümde. Tevazunun ve işinin ehli olmanın çağları aşan karışımıydı Koca Sinan... Bir aile büyüğünün mezarını ziyaret eder gibi hüzünlendim karşısında. Sir, en az benim kadar şaşaladıktan sonra, fotoğraflarını çekti bu mütevazı mekanın.

Sinan'la vedalaşıp Kanuni'nin huzuruna çıktık. Süleymaniye'de restorasyon yaza kadar süreceği için ibadete açık olan koridorda bir pencere içine yerleşip kitabımızı açtık.


DEVAM EDECEK...

ÖNEMLİ NOT: Bu yazı dizisindeki tüm fotoğraflar Sir A.E. objektifindendir. Kendisine sonsuz teşekkürler!!

GÜNEŞ BULUTA GİRDİ...

Güneş Buluta Girdi
Güzel günler bitmedi
Güneş hala parlıyor
Herşey eskisi gibi
Ancak sensiz sürüyor
Farketmiyor yokluğun
Aynı sesler duyduğum
Sensizlik bir başka tat
Sensizde sürer hayat
Sevgiler hiç bitmiyor
Bu demek değil ayrılık
Bu demek değil herşey bitti
Bu demek değil güneş yok artık
Buluta girdi
Herşey eskisi gibi
Ancak sensiz sürüyor
Sevgiler hiç bitmiyor

9 Ekim 2009 Cuma

AVRAT PAZARI, SÜLEYMANİYE, ZEYREK.

Sonunda gönlüme göre bir gezgin buldum, Sir A. E!
O olmasaydı bu yılı bu kadar güzel bitirebilir miydim bilmiyorum. Kendisini hayatımızın ortasına bırakan G. Hanım'a ve mahalle baskısına rağmen eve almamıza izin veren Dora'ya teşekkürler!
Yarın sabahın köründe şehrin sokaklarına döküleceğiz. Merakla bekliyorum neler olacak?
Herkese hayırlı cumalar:)))

7 Ekim 2009 Çarşamba

GİDELİM.


Bırakıp gitmek. Sonsuza kadar kalmak isterken gitmeyi düşlemek... İlk kez olmuyor. Sana da ilk kez olmuyor... Olmasını istediklerimizi olduramamış, çoğu zaman ne istediğimizi anlamadan, istememiz gerekenler listesiyle yaşarken, buz pistindeki yarışçılar gibiyiz. Son sürat gidiyoruz... Acele mi, yoksa ecele mi belli değil...


Dün ders ne kadar iyiydi değil mi? Sanki zaman durmuştu, sanki sadece kollarımın ve bacaklarımın aldığı haz vardı evrende. Esnemenin ve yeniden zorlanmanın bağlarımda yarattığı hafif acı ve zevk arasında gidip gelmek günün tüm karmaşasını sildi süpürdü. Oysa çok değil iki saat evvel söylediklerimi duymamakta ısrar eden birine laf anlatıyordum, daha doğrusu anlatamıyordum. İçimden telefonu fırlatıp atmak geldi ama yapamadım. Sonra asıl istediğimin kendimi fırlatıp atmak olduğunu gördüm. Sence ölüm böyle bir şey mi? Artık eskidiğinde bedeni fırlatıp atmak ve uçup gitmek. Bence böyle.


Meditasyonda kendime kiminle yaşlanmak istediğimi sordum, aldığım cevaba da epeyce şaşırdım. Aklımın sevdiği başkaydı, ruhumun sevdiği başka... Bedenimin sevdiği ise bambaşka. Ne garip. Ama seçtim. Kiminle yaşlanmak istediğimi seçtim. Kimin bana iyi geldiğini, kimin yanında huzur bulduğumu gördüm. Farkında mısın en zorlandığım sorulara hep sınıfta cevap buluyorum. Belki sadece orada kendim için yaşamanın, kendimi ödüllendirmenin gerçeğine varıyorum. Sadece orada tüm varlığımı uğruna yaşamaya değer buluyorum.


Sahi, biz nasıl devam edebiliyormuşuz yoga yapmazken?


Uzaklara gitsek seninle, sonra dönsek oralardan. Hatta giderken bilmesek ne zaman döneceğimizi, hatta dönüp dönmeyeceğimizi... Kocaman bir dilim alsak zamandan, onu doya doya, tadına vara vara yesek! Hayali bile güzel. Yazmasak, okumasak, konuşmasak. Ardımızda kalanları düşünmesek. Geçmişi yanımızda taşımadan sadece temiz çamaşır ve çorapla, kıçımızda bir kotla deliler gibi, meczuplar gibi gezsek... Olmaz mı? Sonra, içimiz dışımız, aklımı fikrimiz ak pak olduğunda, eğer dönersek yeniden başlayabilsek...


Plan yapalım ne olur. Beni kurtar azaptan. Ruhumu kurtar. Bütün emeklerim için daha da sevinip, daha da güçlenip çalışabilmem için "gideceğiz" de bana, "yapabiliriz " de ne olur... Yaşamak için sıra bekleyenlerden, hakkı olan hayatın kuryeyle kapısına bırakılacağını düşleyen enayilerden olmak istemiyorum. Hadi kalk, sırayı bozalım!

Elektro şok tedavisinden bahsettin ya, eğer bilsem ki yeni bir sayfa açmamı garantileyecekler, inan kabul ederdim. Delice olduğunun farkındayım, saçmaladığımı da biliyorum. Ama hayat yanımdan geçip giderken ve gözleri gözlerimde "hadi gel" diye fısıldarken, buraya mıhlanmışlığımı, geçmişi düzeltebilceğime dair saçma sapan hayallerimi başka nasıl çıkartabilirim aklımdan? Birlikte yaşlanmak istediğim adamı arayıp nasıl bu cevaba ulaştığımı anlatabilir miyim? Sence bana inanır mı? İkna olur mu? Geç mi kaldım?


Gidelim. İyisi mi gidelim biz. Beni sakın burada bırakma. Seninle konuşmak kendimle konuşmak gibi bazen. Eğer sen gidersen ne yaparım?


Biliyor musun korkmuyorum. İlaçlarımı almaya başladığımdan beri gayet güzel uyuyorum. Üşümüyorum da artık. Meğer psikolojik sandığım onca şey yalnızca demir eksikliğindenmiş! Biraz kilo aldırdı ama inan hiç umurumda değil. Hayat ne komik. Aşk sandığım şey de kendi kendime uydurduğum bir şehir efsanesinden başka bir halt değilmiş... Sadece yazdığımı oynamak istemişim, tıpkı evcilik kuran çocuklar gibi.


Uyanmak için uyumak lazımmış Dora. Seni seviyorum.

5 Ekim 2009 Pazartesi

BENİM HALA UMUDUM VAR...

Devlere savaş açmış kraliçelere ithaf edilmiştir....
benim hala umudum var
isyan etsem de istediğim kadar
inat etsem bile bırakmazlar sahibim var
benim hala umudum var
seviyorlar bazen soruyorlar
hayran hayran seyret
ister katıl ister vazgeç
güzel günler bizi bekler
eyvallah dersin olur biter
boyun büküp önünde ağlasam sessizce
şu garip gönlüm affolur mu?
bu fırtına durulur mu?
benden adam olur mu?
korkarım aşka zararım dokunur mu?
elvada sana yeter tamam
bitsin artık bu dram bu fotoroman
ham meyvayız hala
koparmışlar dalımızdan
güzel günler bizi bekler
eyvallah dersin geçer gider
bıraksam kendimi
şöyle oh ne rahat
bu da geçer gülüm yaşamana bak
alınacak dersler var
sorulacak sorular
bu da geçer gülüm bizden bu kadar

4 Ekim 2009 Pazar

TEŞEKKÜRLER HEKATE.

Bir Cumartesi'yi daha akıllara zarar bir tempoyla ardımızda bıraktığımıza ve hala kahvaltıya gitmek için L.. S... Mehmetus'dan* haber beklediğimize göre şööööle bi özet geçeyim.

Güne sabah 8.00'de başladım. Toparlanıp ada vapuruna yetiştim ve baktım ki fazla fazla zamanım var. Harika! O sırada Mehmetus arayıp bir sonraki vapura bineceğini söyledi. Doğrusu onun adaya gelmeye niyet etmesi bile sürprizdi ya, adam ciddi ciddi yola çıkıyordu!


Başladım beklemeye ve tabii beklerken de yazmaya. P. Özer'in bana hediye ettiği yol defterimi( aslında Pelin buna akıl defteri diyor ama ben yol defteri lafını daha çok seviyorum ) çıkarttım ve son yazdığım satırların berbatlığını ( hem duygu hem de dil olarak :)) görmezden gelerek, biraz daha eski notlara daldım... Blogda yayınladığım pek çok yazının notları, o anlara ait çiziktirmeler...


O da ne? Vapuru beklerken, motor geldi! Kınalı ve Heybeli'ye sefer yapacak 10.15 vapuru firar etmiş herhalde diye düşündüm. Ve tabii ki motorun gürültüsüne katlanmak için kulaklığımı taktım. Çarşaf gibi bir denizde sözde martı sesi dinleyecekken bu da neyin nesiydi şimdi? Vapuru alıp yerine motoru koyan abiye verdim veriştirdim içimden!


Adada Seda karşıladı beni. Onu yıllardır görmemiştim. Fakat hem arayıp sormuştuk birbirimizi ve şimdi adaya işim düştüğünde sağolsun hiç mızmızlanmadan gelip aldı beni.

Seda'nın ailesine ait çok güzel bir çay bahçesi var adada. Hem sadece çay bahçesi de değil. Orada bir kahvede olması gereken her şey var. Üstelik mekandan hiç beklenmeyecek kadar özenli bir kahvaltı da hediyesi. Tabakta en az dört çeşit peynir var desem? Efsaneye göre babası şahane Türk Kahvesi yaparmış fakat Seda tam gün konuştuğu için ve miğrenimin tutmasına sebebiyet verdiği için bu defa kahveyi göremedim! Malum, kafein başağrısına iyi gelmez denir.


Adanın sessizliğini hissedebildiğim bir kaç dakika oldu sadece. Sıkıntıdan otla, böcekle bile konuşmaya başlayan Seda'nın ne lafı bitti, ne enerjisi. Mehmetus da gelince ortalık iyice şenlendi. Seda çaldı biz oynadık!


Şaka bir yana, Kerubim** için muhteşem keşifler yaptık. Yani orada bulunma sebebim ( fahri üye Mehmetus'un ki tamamen turuistik amaçlar güdüyordu ve fakat fotoğraf makinesini evde bıraktığına pişman oldu! Özellikle dönüşte ) hem ziyaret hem ticaretti. Gayet de başarılı oldu. O kadar güzel yerler gösterdi ki Seda, yerel rehber kullanmanın farkını daha iyi anladım. İskeleden inince hemen sağdaki köftecinin gayet lezzetli köfte yaptığını ( ablanın adı Sakine, köfteleri kendisi yapıyor ) ve sahildeki balık lokantalarının neredeyse İstanbul'un üçte biri fiyatlar verdiklerini özellikle söylemek isterim. Bu da benden size hoşluk olsun. Ayrıca sevgilinize farklı bir İstanbul günü yaşatmak isterseniz, arabanız da yoksa bence ada biçilmiş kaftan. Ha orada ne yapacağız yedik içtik sıkılırız derseniz, ben de sevgiliyi değiştirin derim! Şimdiden sıkılıyorsanız vay bu ilişkinin haline!


Konuyu toparlarsak, Seda sayesinde acayip güzel konaklama adresleri, yürüyüş rotaları ve ada hikayeleri öğrendik. Havanın bir açıp bir kapatması ise ayrı bir şanstı. Gerçi güneş biraz rahatsız etti ama bence değerdi.


Adadan eve gidip üst baş değiştirmeye niyetlendiysek de, vapurda manzaraya teslim olup, kocaman bir top gibi bulutların arkasında bir görünüp bir kaybolan Ay'a bakarken iyice gevşedik. Eeee bu durumda eve gidip aklanıp paklanmak yalan oldu. Bostancı'nın trafiğini ve maç seyreden sevimsiz kalabalığını da görünce, Vildanus'u aradık ve Sir A. E ile gelip bizi kurtardılar! Bostancı'nın sevimsizliğinin bizi oradan kaçırmasının aslında harika bir şey olduğunu gecenin sonunda anladım...


Kadıköy geçen C.tesi'den bu yana hiiiççççç değişmemişti. Çoluk çocuk herkesler sokaklara dökülmüş eğleniyor ya da eğleniyor görünüyordu. Aralarına karışmakta zorlanmadık. Üstelik bu defa da deli gibi yorgundum ama hiiiiç mızıklamadım. Mehmetus ise hala Seda şokundaydı. Anlattı da anlattı: Efendim ben nasıl sus pus olmuşum. Beni adaya götürüp Seda ile halimi izlemek lazımmmış vs vs... Teessüf ederim Mehmetus:)))


Kısacası ne zamandır Muse, Burçak ve Mehmetus'un katıldığı bir buluşma olamamıştı. Gayet de memnun oldum. Hem sahi neden biz daha fazla çıkmıyoruz ki sokağa? Vildanus bile eğlendikten sonra!


Günün en güzel hediyelerini çantama doldurmuş - sırtımda eşşek gibi ağır bir çantayla gezindiğimi atlamış mıyım? - güle oynaya evimize dönerken biri "Elvan " dedi. T. Korkut! Meğer en güzel hediyeyi daha almamışım. Koskocaman sarılamadıysak da - çanta yüzünden, keza Tolga'nın göbeği erimiş gitmiş ben görmeyeli :)) - olabildiğince kucaklaştık. Sonra şaşkınlıktan birbirimizin arkadaşlarına selam verip, bir kaç kelam geveleyip, bir kez daha sarılarak ayrıldık.
Güzel bir ada gününün sonunda, Ay tepemizde tabak gibiyken şu şehirde en çok görmek isteyeceğim insanlardan birini, hatta en çok görmek isteyeceğim adamı karşıma çıkartan Hekate'ye sonsuz teşekkürler. Ben biliyorum zaten bu Kerubim işinin bize uğurlu geleceğini:))
Bütün cadılara selamlar, sevgiler.... Şimdi kahvaltı için hazırlanmam lazım.
Herkese iyi pazarlar....







* L... S... ne demek diye yazabilmeyi hatta bu yazıya böööle başlık atabilmeyi çok isterdim ya, adam blogumu yakıp yıkmakla tehdit etti beni. E korktum tabiii, ne de olsa bir İTÜ'lü!

** Kerubim nedir diye merak eden olursa google da arayıp bakabilirsiniz. Gerçi daha evvel yazmıştım ama bu o yazıyı atlayanlar için not düşüyorum sadece. Benim için Kerubim'in ne demek olduğunu öğrenmek isterseniz, biraz daha sabır lütfen, çok yakında uzun uzun anlatacağım:))

2 Ekim 2009 Cuma

Felsefesi Olan Çikolata


Yıllardır çikolata yerim, hem de dünya nüfusunun adam başına uygun gördüğünün bir kaç katını yerken, tüyü bitmemiş yetimden, boynu bükük öksüzden, Afrikadaki açlardan da hiç utanmam. Fakat ne hikmetse bir kere bile çikolata paketlerine dikkat etmişliğim yoktur. Oysa ne emek di mi ya! Ama ama benim derdim ambalajla değil ki, pakette ne resmi olursa olsun yiyeceğim. Kağıdın üzerindeki renkler ya da şekillerle iştahımın açılması ya da isteğimin arttırılması mümkün değil, çünkü zaten son noktada!


Dün akşam Neco, "miden bulanan kadar ye de, belki sonra tiksinirsin" dedi. Ben mi? Muse da oradaydı ve benim yerime cevapladı: "o tiksinmez". Doğru vallahi. Bir kilo profeterol, bir kavanoz nutella ve yarım kiloluk Toblerone gibi rekorlarım vardır! Ama ayrı ayrı zamanlarda :)


Sabah sabah ne bu çikolata muhabbeti derseniz şudur: Prusya Kralı, geçenlerde prenseslere çikolata almış Mabel'den. Dolapta paketi görünce çok duygulandım. Nasılsa Mabel paketi az buçuk his bırakmış bende. Öylece elime alıp baktım, baktım... Ama yemedim. Üzerindeki resimleri inceledim. Çizmeli Kedi, Pamuk Prenses, Kraliçe, Prens, Kurbağacık, Cüce... Sonra yerine bıraktım. Nasıl başardım bilmiyorum, tek açıklaması kızları çikolatadan çok seviyorum olabilir.


Ertesi gün Eda geldi yuva dönüşü. Dolapta, Leyla ve onun için sürpriz olduğunu söyleyince pek sevindi. Amanın ne heyecan ne heyecan. Yüzünde güller açtı, meraktan yerinde duramaz oldu. Evinde hiç bir eksiği olmadığı halde, sihirli kelimeyi söylemiştim ya, artık sahip olduklarının değil, dolapta saklanan önemiydi sadece; "sürpriz!"


Eda ve Leyla pakete kavuştular. Leyla, uyku sersemi olduğu için fazla bir tezaaruatta bulunmadı ama Eda pek sevindi bu hediyeye. Sevgi Hanım'la paketin üzerindeki resimlerle nasıl oyun oynayabilecekleri konusunda bilgilendirici bir konuşma yaptılar. Oooo ne şahane iş, hem çikolata, hem de oyuncak. Kinder bu işi ilk o akıl etti sanıyor ama Mabel yıllar önce çok daha başarılı bir örnekle piyasadaydı zaten!


Gelelim benim bu çikolata paketiyle yaşadığım sahneye... Şimdi, pakette orta bölüm sabit. Orada bütün kahramanların gövdeleri var. Yukarıdaki pencere dizisinde kafaları, alttaki dizide ise bacakları. Alt ve üst pencerelerin içindeki bölüm hareketli, yani sağa ya da sola çekildiğinde kafalar yer değiştirebiliyor. Tabii ayaklar da!


Zaten eğlence burada başlıyor. Mesela kurbağa gövdeli bir prens yaratmak ya da pamuk prenses kostümlü bir cüce elde etmek mümkün! Ama pakete öyle derin bir felsefe saklanmış ki, otuzu aşmadan görmek mümkün değil!
Şimdi, şöyle anlatayım: Cüce, hanım hanımcık bir kız olduğunda, hanım kızımız korsan oluyor. Pamuk Prenses kurbağa olduğunda, prens gay oluyor. Ve kurbağa, prens olduğunda, prenses Çizmeli Kedi oluyor!


Yani bu çikolata gerçeği ayan meyan ortaya koyuyor. İnsanda ne iştah kalıyor ne bişi!Neyse ki kızlar olan bitenin - şimdilik - farkında değil:))