Zeyrek'e geçiş biraz zor. Çünkü aradaki yol yani iki tepenin arasındaki düzlüğe yapılan oto yol epeyce sıkıntılı. Bir tane alt geçit var ama neredeyse, girişi çıkışı görünmesin ve böylece karşıya geçeyim derken üç beş kişi telef olup nüfus seyrelsin mantığıyla inşaa edilmiş!
Zeyrek' e ilk kez on yaşında gelmiştim. Prusya Kralı'nın sünnet töreni öncesi İstanbul'daki kutsl yerleri geziyorduk. Onun üzerinde kral kostümü, bende yeşil kadife pantalon, Zeyrek önünde çekilmiş fotoğrafımız hala durur. Nedense Eyüp Sultan ya da Ayasofya'da değil de Zeyrek'de var bir karemiz.
Aradaki yıllarda uğradım bir iki kere buraya, o zaman kilisenin içi berbattı. Çok üzülmüştüm. Bu kez hiç olmazsa restorasyon başlatmışlar ama ben yine üzüldüm. Çünkü bu ülkede restorasyon kelimesi beni korkutuyor! Burhan'cım gayet iyi bilir ne demek istediğimi... ( bakınız şehir surları.... eskisinler diye her geçişimde dua ediyorum!!! )
Zeyrek'in içini görmek mümkün olmadı. 2010 yılının Haziran ayına kadar çalışmalar devam edecekmiş. Ama hiç dert etmeyin çünkü o kilise ya da Fatih sonrası adıyla Molla Zeyrek Camii, olmadan da yeteri kadar gezilesi bir yer Zeyrek Mahallesi. Özellikle evler inanılmaz. Bir kaç tane konak var ki, o binadaki hayatı hayal etmek bile ışıl ışıl aydınlatıyor insanın içini.. Hele hele benim "waterworld" adını verdiğim evi görmeniz lazım. Gerçekten yaşama bağlılık başka bir şey. Belki yiyecek ekmek dahi bulamakta zorlanan insanların, üzerlerine yıkılacak iskambil kule görüntüsündeki evlerini saksılar dolusu çiçekle süslemiş olmaları inanılmaz! Yüz kere bin kere alkışlanmaya değer...
Zeyrek sadece bildiğimiz üçleme kiliseyle ( Pantakrator kilisesi ve manastırı, M.S. 12. yüzyıl ) sınırlı değil. Bölgede onun dışında iki kilise daha var ve muhtemelen bir zamanlar başka manastırlar da vardı. Hem de bol miktarda. Çünkü buradaki imar ağırlıklı olarak 12.yüzyıl sonrasında gerçekleşmiş. Bu da Latin İsyanı akabinde demektir ki, yoğun bir korkuyla sarmalanmış halkın imparatordan çok manastırlara sığınmasının sebebini anlamak hiç zor değil. Latinlerin baskısı zihinlere yer etmiştir. Onların bu kenti nasıl yağmaladığı hala hafızalardadır. ( Gerçi bu bizim işimize gelmiştir çünkü Latin İstilası gören Bizans halkı bunu bir kez daha yaşamaktansa Türkleri tercih edecek kadar korkmuşlardır. Ki haklıdırlar çünkü Sultan Mehmet onlara işkence etmemiş ve kenti yağmalamamıştır)
Manastırlar dokunulmazlık, servetin korunması ve ömür boyu huzur için tek sığınaktı. Bu yüzden pek çok soylu aile manastır yaptırıp, dışarıdaki eğlenceden, gösterişten uzaklaşmayı tercih ettiler. Zaman o manastırlardan çok azını bugüne taşıdı ama istila sonrası yıllarda sayılarının kırka yaklaştığını yazılı kayıtlardan biliyoruz.
Neyse, manastırlar dışında dönemi bilinmeyen sarnıçlar da Zeyrek'deki ilginç yapılar arasında. Hatta bu sarnıçlardan birinin özel mülk olduğunu biliyor muydunuz?
Sir ve ben o sarnıca girdik. Hatta sahibiyle de tanıştık. İnanılmaz efendi ve bir o kadar da dost canlısı genç bir adam. Biz girişe yaklaştığımızda hemen başını yaptığı işten* kaldırıp, içeri buyur etti. Gezdik. Sonra da uzun uzun sohbet ettik. Bize bu sarnıç için belediye ile yaptığı görüşmeleri anlattı. Gerçekten içler acısıydı.Trilye'deki kiliseden sonra bir kez daha yurdumda tarihi eserlerin özel mülk olabildiğini görmek içimi sızlattı. Ayrıca parası olup da milyonlarca lirayı üstüne başına harcayıp, domuz gibi yiyip içen zengin ve sonradan görme "İstanbul Sosyetesinden" bir kez daha tiksindim. Bir iki tane güzel kadının ( Rezzan Has Müzesi'ni hayata geçiren Ahu Has örneği verilebilir) bireysel girişimleri sonunda iyi kötü korumaya alınan binaları saymazsak, kalanların hali çok acıklı!
Üstelik bu insanların yüzde yüzünün üniversite mezunu olup, Avrupa'da fink atarken binaların önünde durup ahkam kesiyor olmaları ayrıca çıldırtıcı!
Neyse, Zeyrek'e dönersek orası hala ve epeyce İstanbul kokuyor. Biraz Bizans biraz 1970'ler... Sokaklarda pamuk helva satan adamlar, top oynayan çocuklar ve akıllara zarar manzarası ile Zeyrek inanılmaz. Güzel bir yemek yemek için Rahmi Koç tarafından restore edilip servise açılan mekanı denemenizi öneririm. Fiyatlar azıcık yüksek ama Nişantaşı'nda daracık bir mekanda harcayacağınız paranın yanında lafı olmaz. İçindeki bakırlar, gümüşler, duvarlardaki gravürlerle gerçekten farklı bir atmosferi var. Özellikle pencere önüne konmuş bir kase dolusu nara bittim.Tabii ayaklar altındaki manzara da cabası!
Sir, bol bol fotoğraf çekti. Ben de şaşkın şaşkın seyrettim:))
Zeyrek'den çıkışta Avratpazarı'na ( burası seferden dönen Osmanlı'nın getirdiği köleleri ( cariye ) teşhir ettiği, satışa çıkarttığı yermiş zamanında ) gittik. Sur Kebab'da yemek yemeyeli resmen on yıl olmuş! E tabii burası epeyce değişmiş. Turistlerin rahat edebileceği masalar ve sandalyeler ( ben gittiğimde "kürsü" adı verilen minicik ve rahatsız tabureler vardı ama sevimliydi...), temiz ve özenli amerikan servislerle benim hatırladığım yerden başka bir şeye dönüşmüş. Dükkanlar da öyle. Fazla steril bir görüntü oluşmuş. Oysa üzerinde sinek uçuşan bal peteklerini, leş gibi kokan otlu peynirleri ve tütün tabakalarını sevmiştim ben. Şimdi de var hepsi ama hizaya sokulmuşlar!
Biz bu ülkede hala neyi hizaya sokup, neyi sadece olduğu haliyle koruyacağımızı ne yazık ki öğrenemedik... Yazık!
Gayet doyurucu, hatta fazla doyurucu bir yemekten sonra oraya kadar gitmişken Horhor'a uğramak geldi aklıma. Sir de "tamam" dedi. Gitmez olaydık! Hala çok güzel şeyle satıyorlar ve hala insanın aklını başından alan birbirinden çekici eşyalarla dolu Horhor! Kütüphaneler, koltuklar, karaflar, opalin bardaklar, aynalı dolaplar....
En fenası, benim hastası olduğum porselen çerçeveli aynalardan vardı!! İşin doğrusu acı çekerek çıktım Horhor'dan. Ama ne yalan söyleyeyim son girdiğimiz dükkandaki beyefendi çok sevimliydi, di mi sevgili Sir ? Kibar, sevimli antikacı:))
Horhor, pek çok İstanbullunun dahi ne yazık ki bilmediği bir yer. Ama oraya bir giden bir daha unutmaz... Yolunuz düşerse ihmal etmeyin derim. Evinizi İkea'dan alınmış tek düze eşyalara boğacağınıza, Horhor'dan edinilmiş bir iki parçayla fark yaratabilirsiniz. Ha, Horhor pahalı diyenleri, bu işi bilenlerin önerdiği bir diğer pazara, Küçükyalı'ya bekleriz:))
Şimdi Vefa'ya geçiyoruz...
* mavi camdan buzdolabı magnetleri yapıyordu... Yunuslar, filler, kaplumbağalar...