Karar ve Hazırlık
Upuzun ve gerçekten inanılmaz sıcak bir yazı bitirdiğimiz günlerde, gayet hevesli bir yelkenci topluluğu olarak Kuzey Ege’ye doğru güzel bir seyir yapmaya niyetlendik. Ne zamandır hepimizin aklında vardı konaklamalı bir seyir ve bu dört günlük tatil umduğumuzdan da iyi bir fırsattı. Yoğun bir telefon trafiğinden sonra 30 Ağustos Perşembe gününü, yola çıkış tarihimiz olarak belirledik.
Sırada kumanya alışverişi vardı. 29 Ağustos akşamüzeri saat 17.00 gibi Erol Hocam’la, Kalamış Marina’da buluşup o işi de hallettik. Aslında oldukça kalabalık bir ekiptik ve kim ne yer ne içer diye konuşma fırsatı bulamadan, hızlıca karar vermiştik yola çıkmaya. Bu duruma Erol Hoca’nın herkesi memnun etme isteği de eklenince, kaç paket bisküvi ve kaç çeşit içecek aldık vallahi hatırlamıyorum. Marketten çıkınca kendisi kadar adını da beğendiğim yelkenlimiz Second Life’a gittik. Teknenin sahibi Sadettin Bey iş dönüşü yorgunluğuna rağmen kumanyaların yerleştirilmesi için marinaya kadar geldi. O akşam eve döndüğümde eşyalarımı hazırladım, unutulmuş bir şey olabilir mi diye notlarıma tekrar tekrar baktım ama itiraf ediyorum; heyecandan sabaha kadar uyuyamadım.
Kahvaltı ve Kalamış Marina’dan Çıkış
30 Ağustos sabahı saat 9.30’da Kalamış Marina Migros’un önünde buluştuk. Teknede hep beraber güzel bir kahvaltı yapmak üzere sözleşmiştik. Sanırım bu bizim düzenli bir masa etrafında ilk ve son oturuşumuz oldu! Bu arada gezinin ilk sakarı ünvanını ben kazandım. Migros arabasını önümdeki çukuru görmeyerek aniden tökezletince, sol kaval kemiğim neredeyse çatlıyordu. Ama Nurten Hanım’ın tam teşekküllü ilkyardım çantası sayesinde azıcık morluk ve biraz ağrıyla kurtuldum.
Kumanyaların ve eşyalarımızın yerleşmesi derken, birazda gece seyrinin tadını çıkartmak için özellikle yavaş hareket ederek saati 12.00 yaptık. Son olarak, eğitim teknemiz olan Ali Can’da rotamızı ve güvenlikle ilgili önlemleri, seyir boyunca aşağı yukarı neleri öğrenip nasıl bir vardiya ile yaşayacağımızı dinledik hocamızdan. Tabii Allah’ın cehennnem sıcağında ne kadar aldıysa kafamız o kadar dinleyebildik!
Erol Hoca dahil on kişiden oluşan bu ekipte, birbirini önceden tanıyan ikili üçlü gruplar vardı var olmasına ama aslında hepimiz gayet endişeliydik. Toplamda iki kamarası ve bir salonu olan bu teknede birbirimize huzursuzluk vermeden yaşamayı becerebilecek miydik?
Ekipte yaş aralığı oldukça genişti ve tabii meslek gurupları da birbirinden epeyce farklıydı; bankacılar, borsacılar, sinemacılar ve tarihçiler!
Öğleden sonra 13.30 sularında marinadan çıktık. Hedefimiz Bozcaada’ydı. İçim içime sığmıyordu, aklım fikrim boğazı geçmekteydi. Nedense çok anlam yüklemiştim Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Akdeniz sularına karışmaya. Bir iç denizi, üstelik gece seyri yaparak geçmek hepimiz için yepyeni bir maceraydı. Zaten bizi biraraya getiren de tam olarak bu istekti: Gece seyri nasıl yapılır iyice anlamak. Anladık!! Hem de gayet iyi anladık.
Tam bir okul gemisi havasında başladı yolculuk. İnanılmaz sıcak bir gündü ama tadımızı kaçırmasına izin vermedik. Ne yapalım canım, biraz motorla gider sonra yelken açarız diyordu herkes birbirine. İşin aslı, düşündüğümüzden daha uzun süre motor seyri yaptık! Birbirimizi, burada bulunma amacımız yelkencilikteki hünerlerimizi sergilemek değil, gece seyri yapmanın ve vardiyalarla, rotamızı kaybetmeden ilerlemenin inceliklerini öğrenmek diyerek telkinlerle sakinleştirdik. Gün boyunca önümüzden ardımızdan yiyecek içecek hiç eksik olmadı. Dilek her aşağıya inişinde sesleniyordu zaten: “Dolaptan birşey isteyen var mı?” diye.
İlk günbatımımız gerçekten çok güzeldi. Esra ve Berrin Hanım’ın birlikte pişirdikleri ton balıklı makarnadan oluşan akşam yemeğimiz de harikaydı. Yelken dergilerinde sık sık görüp iç geçirdiğimiz güzellikte anlar yaşıyorduk. Hepimiz mutluyduk. Muhtemelen herkes birbirinden çok farklı duygu ve düşüncelerle Second Life’da idi ama, garip bir ortak paydamız oluşmaya başlamıştı. Deniz, rüzgar ve içinde yol aldığımız tekne, ekibin tüm gürültüsüne rağmen birşeyler fısıldıyordu. Ve bir anlık sessizliklerde saçımda ıslık çalan rüzgarı hissetmek bence herşeye değerdi. Uçsuz bucaksız hayaller ülkesi gibiydi deniz. Ufuk bomboştu ve hepimiz kendi renklerimizle çaktırmadan boyamaya başlamıştık sonsuzluğu. Benim için; yüzlerce kadırga geçiyordu fırtınanın ortasından!!
İlk Gece
Ve nihayet ilk gecenin vardiyaları belirlendi. Salonda yapılan büyük bir toplantıyla harita üzerindeki rotamızı çizdik. Paralel cetvel kullanmak, haritadan enlem ve boylam okumak .. hepsi ama hepsi inanılmaz yeniydi bizler için.
En genç yelkencimiz sevgili Pamir ve acemi yelkencimiz Benan kardeşin uykularına kıyıp onları uyandıramadık ama, hepimiz vardiya saatlerimizde işimizi yaptık. Erol Hoca harita üzerinde nasıl yön bulacağımızdan, fenerlerin bize neler söylediğine kadar tüm detayları sıkılmadan defalarca defalarca anlattı. Pusula nasıl tutulur, kerteriz almak ne demektir iyice öğrendik o gece.
Aslında hepimiz çok heyecanlıydık ve bir ağızdan sabote ediyorduk anlatılanları farkına varmadan. Neyse ki Erol Hoca’nın peygamber sabrı vardı. Bir kere daha iyice anladım ki bazı insanlar dünyaya paylaşmak için geliyorlar. Herkesin hırslarına yenildiği şu kocaman şehirde aklı fikri denizde olan bir eğitmenimiz vardı ya, sırtımız yere gelmeyecekti bu kesin. Sonsuz bir güven hissi vardı içimde, sanki yer yerinden oynasa bize bir şey olamazdı. Aslında ilerleyen saatlerde yer yerinden olmasa da, sular epeyce yerinden oynadı ve gerçekten bize bir şey olmadı!!
İlk gecemizde, seyir boyunca yıldızları ve ardımıza düşen ayın yükselişini seyrettik. Sabahın erken saatlerinin keyfini çıkarttık. Bir iç denizi ve belki de farketmeden kendi iç denizlerimizi geçtik karanlığın ortasında. Dalgaları seyrederken içimdeki çalkantının, sonunda kendine bir kardeş bulduğunu hissettim. Deniz ruhumla bir ritim tutturmuştu sanki. Rüzgar bizden yana değildi ama doğa nimetlerini cömertçe sergiliyordu.
Sadettin Bey ve Erol Hoca gece boyunca hiç uyumadılar. Biz geri kalan sekiz kişi az ya da çok uyuduk. Mesela Benan kardeş pruvada mışıl mışıl uyudu. Bir ara bende yanına kıvrıldım. Açık havada uyumak başka bir özgürlük, başka bir sınırsızlık. Hele hele denizdeyseniz!!
Ve Çanakkale
Çanakkale boğazına yaklaştığımızda ölümsüz aşıklar Leandros ve Hera gibi, fırtınaları aşarak kavuşulabilecek bir fener bekçisi hayal ettim. Belki bir tanesi hala oralarda bir yerlerdeydi?
Bekçi yalan oldu tabii ama denizde hafif bir kıpırtı hissedilmeye başladı. Zaten fırtına yirmidört saat geçmeden yakalayacaktı bizi!!
Beklenen an geldi, boğaza giriyoruz. Binlerce yıl öncesinden efsaneler dolaşıyor aklımda. Tanık olmadığım zamanların kokusunu duyuyorum sanki boğazın sakinliğinde.
Gelibolu nasıl da güzel denizden bakınca; küçücük, sevimli, insanı büyüleyen bir yaşanmışlığı var. Garip bir huzur mu hakim buralarda, yoksa erken saatlerin dinginliği mi gördüğümüz anlayamadan usulca geçiveriyoruz kıyısından.
Ve nihayet Çanakkale’deyiz. Tam rüzgar var galiba diye sevinirken hava yine düştü. Yelken açamamış bir ekibin sabırsızlığı var hepimizde. Mazot almaya muhtacız maalesef fakat yine de anı kaçırmamaya gayret ediyoruz. Neden çıkmıştık yola? Asıl amaç seyirdi ve biz de tam olarak bunu deneyimliyorduk.
Bir saat kadar dolandık Çanakkale’de. Bir önceki gelişimden bildiğim yerlere göz atabilmek için koşar adım yürüyorum sokaklarda. Bir anlamda hafızamı tazelemek istiyorum. Ben ne zaman uzun süre görmediğim bir şehre gitsem, deli gibi koşturarak hızlıca bir bakarım etrafa. Böylece şehir beni anımsar, ben de onu.
Rıhtıma paralel sokakların birinde yemek yiyoruz, kahvelerimizi içiyoruz ve hatta alışveriş bile yapıyoruz. Gayet hızlıyız. Küçücük güzel bir limanı var Çanakkale’nin, kolayca kaybolup kolayca buluşuyoruz.
Ve yine Second Life.
Rüzgar hala bizden yana değil. Bu nedenle tüm dikkatimizi boğazın görkemli sularına yoğunlaştırıyoruz. Adını koymakta zorlandığım bir tılsımı var Çanakkale Boğazı’nın. Sanki binlerce anlam yükleniyor suyun her damlasına. Mesela bir ekmek atma törenimiz oldu ki denize, orada kaybolmuş denizcilerin, savaşmış donanmaların ruhlarını anmadan, ürpermeden geçemedik Nara Burnu’ndan. Sevdiklerini kaybedenleri düşündük, tabii kendi kaybettiğimiz sevilenleri...
Kurtarma ipinin Ucunda Derya
Öğleden sonra sıcağı iyice bastırmaya başlamıştı, hepimizin aklından geçen tek şey bir şekilde serinleyebilmekti sanırım. Biz öylece suya bakıp iç geçirirken, geleceğin uzak yol kaptanı arkadaşımız Derya hop diye atıverdi kendini denize ve atlarken “denize adam düştü” diye bağırmayı da ihmal etmedi. Hepimiz şaşkın şaşkın bakarken, Nurten Hanım hemen kurtarma ipinin ucundaki can simidimi fırlattı ve Derya’yı kurtarma operasyonu başlattık. Başarılı kurtarma operasyonu sonunda Derya’yı garantiye aldık ama, herkes sudaydı on dakika sonra! Başarmıştık. Aramızdan biri atmıştı ya can simidini, demek ki her şey yolundaydı. Bir ben yüzemedim; lanet olası güneş kremimi 20 dakika evvel sürmem gerekiyordu. Gerçi yunusları görünce kremi unutup hemen mayomu giyindim ama, yunuslar beni beklememişler!! Denize adam düştü talimi bitince serinlemiş, yani dokuz kişisi serinlemiş bir ekip olarak Bozcaada’ya doğru yol almaya devam ettik
Bozcaada’ya Varış
Tam düşündüğümüz gibi 17.30 da Bozcaada’ya vardık. O ne güzel limandı tanrım. Bir yerleşim yerine, hele hele orası bir adaysa, denizden yaklaşmaktan daha romantik ne olabilir gerçekten bilemiyorum. Üstelik sizi sıcacık gülüşlü dostlar ve görkemli surlarla çevrilmiş bir kale de karşılıyorsa...
Adaya ayak basar basmaz Erol Hoca dileğini gerçekleştirdi. Nasıl mı? Bizi ada sakinlerinden Benan bey karşıladı. Hocamızda iki Benan’ı sağına soluna alıp, ortalarına geçip Dilek’i kolundan yakalayıverdi. Yani iki Benan arasında bir Dilek tutmuş oldu! İnşallah gerçekleşir bu dileği dedik biz de.
Adada herkesin yapmak istediği şeyler birbirinden farklıydı. Bu yüzden ekip birkaç parçaya bölünerek değerlendirdi zamanını. Diğer yolcular nasıl algıladılar adayı bilemem ama, bence Bozcaada sade bir güzelliğe sahipse de hiç mütevazi değil. Olmamalı zaten. Muhteşem denizi, sevimli sokakları, akıl almaz günbatımı ile “varolmayan bir ülke” gibi. Yani sanki sadece düşlediğimiz için orada olan ve biz tekneye bindiğimizde sulara gömülecek bir hayal adası. Abarttığımı düşünenler teğet geçmesinler Bozcaada’yı ve özellikle Kuzey Ege’nin en güzel plajı olan Ayazma’da yüzerek günü batırsınlar.. Ardından bir sokak lokantasında rakılarını içsinler ( Şahsen biz öyle yaptık! ). Pardon pardon önce gidip şarap tatsınlar biraz. Sahi ya söylemeyi unuttum biz tam bağbozumunda oradaydık! Yani her şey bizden yanaydı, Rüzgar dışında! Ya da biz öyle sanıyorduk.
Bozcaada’dan istemeye istemeye ayrıldık. Biri hariç; Sadettin Bey. Çok uykusuzdu ve teknede kalıp dinlenmek istedi. Gece döndüğümüzde Bozcaada’yı daha önce görüp görmediğini sordum, görmemiş. Kaçırdınız dedim. Kaçırmadım dedi. Anlamadım. Sonra yüzümdeki şaşkınlığı farketmiş olmalı ki, bilge bilge : “insan istediğini yapmayı tercih etmiş ise diğerini kaçırmamış demektir” dedi. Tanrım bütün bilgeler aynı teknede dedim ama içimden!!
Fırtına Yaklaşıyor...
Ve yine denizdeyiz. Eylül ayının bu ilk günü bize nasıl bir süprizle veda edecek henüz hiçbirimiz bilmiyoruz. Bir önceki gecenin disiplinsiz vardiya sistemine biraz kızan Nurten Hanım haklı olarak hemen soruyor kim hangi saatleri ister diye. Bizde elbette hemen söylüyoruz seçimlerimizi. Sabah 4-6 vardiyası Berrin Hanım’la benim oluyor. Gecen sefer onun çok başı ağrıdığı için, Sadettin Bey ve Erol Hocamla tutmuştuk nöbeti. Bu kez ben biraz arkada durdum ve 4-6 vardiyasında bizi Berrin Hanım götürdü. İnanılmaz güzeldi deniz ama rüzgar hafiften sertleşmeye başlamıştı. Sanırım aşağı yukarı 6 şiddetinde esiyordu.
Gün yavaş yavaş aydınlanmaya başlarken şiddetini arttırmaya başladı rüzgar. Oldukça çalkantılı ve serpintili bir sabaha uyandı kamaradakiler. Esra’nın büyük gayretlerle hazırladığı kahvaltı masasına inemeyenler çoğunluktaydı teknede. Yine de gerçekten açtık ve bir şekilde o masaya ulaşmak lazımdı. Zar zor aşağıya indim ve kendime hızlı bir kahvaltı hazırladım. Üzerine bol bol şokella sürdüğüm enfes ekmeklerimi ve kahvemi tam almıştım ki, ilk felaket şokellalı dilimlerden birini Sadettin Bey’e kaptırmam oldu, ikincisi ise tekrar aşağıya inip Nurten Hanım’la beraber masada kalanları toplamak zorunda kalışımız! O kadar metanetli ve güçlü bir kadın ki Nurten Hanım onu aşağıda yalnız bırakamadım. Tam o anda Sadettin Bey kusma alametleri gösteren ekibe, en iyisi olduğunu iddia ettiği ama sonraki itirafında aslında hiç denemediğini söylediği bir bulantı ilacı verdi (karaya dönünce Benan’ın eczacıdan öğrendiğine göre bu 2.50 YTL’lik muhterem ilaç - adı lazım değil!! - en kötüsüymüş!!! bilginize..). Elbette bu ilaçtan içen de içmeyen de dağıldı!
O kadar midem bulandı ki gelecek on yıl Şokella yiyebileceğimi hiç sanmıyorum. Zar zor yukarı çıktığımızda Benan’ın yüzü bembeyazdı. Derya ve Nurten Hanım da hiç iyi görünmüyorlardı. Ama yine de herkes dayandı. Hatta Nurten Hanım uzunca bir süre dümen bile tuttu. Ben sadece Benan’ı tutabildim! Allahtan Esra , Dilek, Berrin Hanım, Pamir genel olarak daha iyiydiler. Ama Pamir gerçekten şaka gibiydi. Teknenin en genç ekip üyesi adeta evinin terasında gezinir gibi huzurluydu. İnsan ister istemez düşünüyor, genç olmak bu muydu diye ama Sadettin Bey ve hocamız da gayet sakin görünüyorlardı.
Hepimizin ilk fırtınası; 1 Eylül C.tesi, Rüzgar 7 şiddetinde, dalga boyu 2,5 metreleri bulmuş. Denizin ortasındayız, kendimi sakar bir çocuğun taşıdığı geniş ve ağzına kadar dolu bir çorba kasesinin içinde gibi hissediyorum. Her tarafımız tonlarca sudan örülmüş duvarlarla çevrili. Korkmuyorum, fakat çok yeni bir deneyim ve uyum sağlamakta zorlanıyorum. Marmara’ya doğru yol alıyoruz. Serpinti hepimizi telef etmiş ve ıslanmadık santimetrekare kalmamış üzerimizde! Aslında bir güzel dayak yiyoruz ya, kimden yediğimiz belli değil.
Benan’ı hala sımsıkı tutuyorum düşmesin diye, sol ayağımı da ondan korumaya çalışıyorum, çünkü çıkartmaya devam ediyor zavallım. Sadettin Bey endişeli endişeli Benan’a ve Derya’ya bakıyor. Sonra soran gözlerle bana bakıyor. Verecek cevap yok tabii, durum berbat! Derya sanki artık aranızda değil, hiç tepki vermemesi hepimizi endişelendiriyor. Nurten Hanım’ı da iskele tarafından sarkmış görünce tüm kalelerim yıkılmış gibi hissediyorum. Sıra bende diye düşünüyorum ister istemez. Neyseki tam o anda Erol Hoca yanıma oturuyor ve gözlerimi kapatıp omuzunda onbeş dakika kadar dinlenebiliyorum. Beni bulantıdan kurtaran bu güvenlik duygusu oldu aslında. Sakinleştim. Fakat şokellayı bulana içimden nazik sözler söylemeye devam ettim!
5 saattlik mücadeleden sonra Mürefte Limanı’na yaklaştık. Zar zor bir şeyler yedik. İtiraf etmeliyim oldukça garip baharatlarla pişiriyorlar köfteyi. Ama en muhteşem yemek Derya’nın ısmarladığı değişik bir cins çekirdekli patatesti! Herkes karnını doyurup çay içmeye başladığında bile Derya’nın siparişi hala gelmeyince sorduk tabii garson kardeşe sebebini. Bakınız nasıl açıkladı: Bu patates ortalama bir buçuk saatte pişiyormuş. Ve en zor pişen kısmı tam ortasındaki çekirdekmiş! (vallahi de billahi de garson böyle söyledi). Siz siz olun Mürefte’de patates yemeye kalkmayın, oradaki patateslerin cinsi bir tuhaf!!
Neyse, iki saat kadar dinlendik orada. Akşama doğru 18.00 sularında yeniden yola çıktık. Zannettik ki deniz bize göstereceğini gösterdi. Ama yanıldık. Bizi ikinci bir fırtına bekliyordu, bu kez rüzgar 7 şiddetindeydi ama serpinti daha da güçlenmişti. Nurten Hanım ve Berrin Hanım hiç çıkamadılar kamaradan. Haklıydılar; hem deli gibi sallanıyorduk hem de havuzluk hepimiz için yeterince geniş değildi. Üstelik ceket sayımız da sınırlıydı. Gerçi bu durumdan rahatsız olmayıp tüm seyri penye T-shirt ile geçirenler de vardı aramızda; Sadettin Bey!
Bu defa Derya ve Benan daha iyilerdi. Hiç olmazsa kusma faslını geçmiştik. İnanılmazdı ama Erol Hoca eşliğinde şarkılar söylemeye başladık. Repertuar oldukça başarısızdı ya, yine de herkes elinden gelenin en iyisini yaptı. Kafamızdan geçen dalgalara ve yağmuru özleten acımasız serpintiye rağmen şarkı söylüyorduk. Daha da inanılmaz olanı Pamir kardeşimizin aryaları oldu. Benan ile düetini yazmıyorum bile. Bütün bunlara Sadettin Bey’in eski Türk filmlerinden fırlamış şarkısı da eklenince tam olduk. Üstelik hay Allah fırtınada fotoğrafımız yok demiştik ya onu da çektik!
Fotoğraflarda kahkahalarla gülüyoruz ama bu size içinde bulunduğumuz şartların kolay olduğu izlenimi vermesin lütfen. Sadece oradaydık ve teslim olduk. Denize, rüzgara ve sağnağa direnmekten vazgeçtik. Bedenimizi ve ruhumuzu korkulardan arındırınca sanki herşey daha bir kolaylaştı.
En son ne zaman bu kadar çok gülmüştüm bilmiyorum. İstanbul’la yaptığım alışverişte, geçen yıllarda biraz zararlı çıkmıştım açıkcası ve bana verdiklerine karşılık ona neşemi satmıştım pek çoğumuz gibi. Ama ben bu gezide inanılmaz kahkahalar attım. Üstelik gülmeyi beceremediğimi düşünmeye başladığım bir anda. Yaşasın Pamir! Yaşasın suyun ve rüzgarın gücü. Bu seyirde dinimi değiştirdim ben; artık rüzgara tapıyorum!
İlerleyen dakikalarda kamaradakilerin dayanma gücü son noktaya gelince geceyi denizde geçirmeme kararı verildi. İlk önce Kumbağ’a girelim dedi ekip ama malesef limanın ışıkları doğru düzgün çalışmadığı için Tekirdağ’a kadar dayanmak zorunda kaldık. ( Zaten yola çıktığımızdan bu yana gördüğümüz pek çok fenerin ya ışıkları yoktu ya da pastan mahvolmuş haldeydiler. Fenerlerin ve limanların bakımsızlığı hepimizi çok rahatsız etti.) Güç bela tuhaf bir limana bağlandık..Öncelikle ıslak giysilerimizden kurtulduk. Ne var ne yoksa üzerimizde Second Life’ın sağına soluna astık. Gülüyorduk ağlanacak halimize ama en komiği, o durumumuzla zaman zaman haberlerde izlediğimiz mültecilere inanılmaz benziyorduk!!
Üç kişi bizimle şehre gelecek durumda değillerdi. Ekibin kalanıyla bir şeyler yemek için çıktık. İnanılmazdı şehir; gece yarısı olmuştu ama müzik, eğlence, çoluk çoçuk herkes sokaklardaydı. Mercimek çorbalarımızı içip Tekirdağ köftemizi yer yemez ertesi gün ne yapabileceğimizi konuştuk. Sonuç olarak durumu iyi olmayanların karadan devam etmesine karar verildi. Her ne kadar sabah ola hayır ola dediysek bile hepimiz inanılmaz yorulmuştuk.
Hoşçakal Deniz...
O gece karaya bağlı uyumak çok iyi geldi.
2 Eylül sabahına uyandığımızda kalmakla gitmek arasında çooook kararsızdım ... Benan’ın kıyafetleri sırılsıklamdı ve midesi hala berbattı. Diğer yandan Erol Hoca ve Sadettin Bey’e eşlik etmek üzere sadece Derya kalmıştı! O da zaten bizden daha iyi durumda degildi. Hepimiz hiç istemeyerek ve çok üzülerek ayrıldık tekneden. Ama en komiği Sadettin Bey’in ardımızdan “güle güle iyi insanlar” diyerek el sallamasıydı. Zor koşullar sıcak bir iletişim sağlıyor gerçekten. Maskeler çıkmasa bile suda boyaları iyice akıyor. Sevgili Benan üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen hala bu son sahneye gülüyor.
Terminale gitmeden önce akşam yemek yediğimiz yerde mercimek çorbası içtik. Sonra Tekirdağ’dan ayrıldık. Yol boyunca kararsızlıgıma sövüp durdum. Benim için masal bitmişti. Otobüs denize pararlel yol alırken Second Life’ı gördüm! O kadar güzel, o kadar gercek dışıydı ki; mavinin ve eflatunun en yumuşak tonları içinde bembeyaz bir üçgen! İşte biz çok değil bir saat önce o tablonun içindeydik. Bizim için gerçek olan, karadan izleyenler için imrendirici bir masaldı şüphesiz. Otobüs hızlandı, artık akşama kadar beklemek dışında yapabileceğimiz birşey kalmamıştı. Öylece karmakarışık duygularla döndük İstanbul’a.
Kahramanların Kalamış Marina’ya Dönüşü!
Saat 19.30 da karşılama töreni için tüm ekip marinada buluştuk. Nurten Hanım’ın kahraman denizciler için süprizi güzel bir pasta ve şampanyaydı! Mükemmel bir günbatımıyla girdi Second Life marinaya. Kutlamanın ardından üç günde karman çorman hale getirdiğimiz tekneyi bir güzel temizledik.
Amman canım macera bunun neresinde diyenler için söylüyorum. Hani o bizim Tekirdağ’da tekneden ayrıldığımız sabah saatleri var ya, işte o zaman başlamış asıl macera. O bölümü Erol Hoca’dan dinlemek lazım. Tabii kapkara bulutlarla üzerinize çökmüş bir gökyüzü, 9 şiddetinde rüzgar, ayrıca her burnu döndüğünüzde sizi bekleyen acımasız sağnaklarla ve hatta 20 dakikadan fazla süren bir tayfunla yüzleşmekten kokmayacaksanız!!
Denizci olmak ama hakkıyla denizci olmak elbette kolay iş değil ama seyir yapmak hele hele gece seyir yapmak ve teknolojiden yararlanmadan haritadan, fenerlerle kerteriz alarak devam etmeye çalışmak bambaşka bir macera. Hayatımın en güzel günü 1 Temmuz’du bu geziye kadar ama artık rahatlıkla söyleyebilirim ki 1 Eylül. Dalgaları o renkte ve o görkemle gördükten sonra doğa dışında hiçbir güç karşısında eğilmem diye düşünüyor insan.
Sakın Marmara’yı geçerken küçücük bir iç deniz diye düşünmeyin. Suyun gücü ve süprizleri sizi ummadığınız kadar şaşırtabilir. Bizim şansımız Erol Hoca’ydı. Tüm deniz sevdalısı dostlara Erol Hoca gibi bir kaptan diliyorum karşılaşacakları fırtınalarda, taa ki kendi yelkenlilerinin kaptanı olacakları güne kadar..
Sevgili hocamız Erol Çevik Tekirdağ’dan İstanbul’a gelişi anlatıyor:
“ Zor bir gece seyrinin sonunda, biraz dinlenmek ve yola sabah devam etmek üzere girip bağlandığımız Tekirdağ limanında; çok hırpalanan arkadaşlarımızın kara yoluyla İstanbul’a dönmesinin daha uygun olduğuna karar verdik. Onların aklı bizde, bizlerin gönlü onlarda ve iki ayrı grup olarak, İstanbul’a doğru yola çıktık.
Limandan çıktığımızda gördük ki; tüm seyir boyunca hiç yardımcı olmayan rüzgar, bu gün oldukça lütufkar. 22 knot esen rüzgarla, hız ortalamamız 7 knotın altına düşmeden ve sıkı orsa ile Marmara Ereğlisi’ne seyrediyoruz. Rüzgar zaman zaman 28 knota yükselse de oldukça istikrarlı ve biz tramola atmaya ihtiyaç duymadan büyük bir keyifle seyrederken, bir yandan da kara yolunu tercih etmek zorunda kalan arkadaşlarımızın kulaklarını çınlatıyor, onlar adına üzülüyoruz. Çünkü, tüm seyir boyunca ya rüzgar yoktu, ya da Mürefte –Tekirdağ arasında olduğu gibi; tam kafadan gelip, 2,5 m. yüksekliğindeki dalgalı ve kaba çalkantılı denizde motor seyrine mecbur bırakmıştı. Şimdi yanımızda bulunmayan arkadaşlarımız adına bunun haksızlık olduğunu düşünmeye başlamıştık ki; rüzgar sancağımıza doğru dönmeğe başladı. Ereğli üzerine geldiğimizde artık kıyıya paralel gitmek olanağı kalmamış ve orsa seyirdeki rotamız 90 dereceyi geçerek bizi kıyıdan açmağa başlamıştı. 1/3 oranında sardığımız için bozulan, cenova ve ana yelken formunun, orsa açımızı bir hayli düşürmesi de önemli bir etkendi. Bunun sonucunda da kıyının kuytusundan kurtulunca, 6 kuvvet havada 2,5 m. dalga ile boğuşmağa ve haliyle dayak yemeğe başladık. Dayağın yanında tatlı niyetine de bol serpinti (serpinti ne kelime; dalga tepemizden geçiyor) ikramını saymağa bilmem gerek var mı.
Tramolalarla kıyıya girerek seyri bir parça kolaylaştıralım derken; asıl dayağın bizi beklediğini geç fark ettik. Kuzeyimizde kara üzerinde, koyu renkli kümülonümbüs bulutları süratle toplanmağa başlamıştı. Poyraz rüzgarı ile kuzeyimizden geçip gideceğini düşünürken, adeta Karayelden ve iskele kıç omuzluğumuzdan yüklendiğini fark ettik. Şiddetli yağmurla bindiren bora, yarım mil kıyımızdaki sahili örtmüş ve denizden 1,5 m. yüksekliğinde bir su tabakasını bir duvar gibi üzerimize doğru sürmekteydi. Manzara müthişti ama bu bir Ayvazovski tablosu değildi. Seyredecek zaman değildi. Derhal pruvayı misafirimize döndürüp (saygı ile cephe selamı ) cenova furlinginin ipine yapışıp bir metre kalıncaya kadar sardık ama, ana yelkeni saramadan hazret dövmeğe başladı. Ama ne dayak!.. Kapşonlarımızın üzerinden kamçı gibi yanaklarımızı döven yağmur bir yandan da içimizde ıslanmadık ne kaldıysa onları hallederken, biz de ana yelkeni bir metre kalacak kadar sardık. Bu sırada rüzgar da önüne kattığı denizi bordamızdan tırmandırıp, üzerimizden geçirip diğer bordadan denize ulaştırmakla meşguldü.
Birer metre açabildiğimiz cenova ve ana yelkenle (neredeyse kuru direk), rüzgar ölçenimizde 55 knota kadar çıkan rüzgarla geniş apaz 7-7,5 knot seyretmeğe başladık. Genelde 20-25 dakika süren boralarda telaş etmeğe gerek yoktur ama, çabuk davranıp gereken tedbirler alınmazsa, bedeli ağır olabilir. Nitekim 20 dakika kadar sonra, önce yavaş yavaş kıyı görünmeğe , sonra da rüzgarın şiddeti azalmağa ve yönü poyraza dönmeğe başladı. Yelkenleri 1/3 ü sarılı şekilde açarak, 28 ile 32 knot arası esen rüzgarla (bu azalmış hali) yine 7-7,5 knot hızla orsa seyri müthiş bir keyif. Şu ana kadar, tramolalara rağmen rotadaki ortalama hızımız 7 knotın altına düşmedi. Ve bu hızla sahil şeridindeki yerleşim birimleri hızla geriye doğru akarak birer birer kayboldular.
Bu yelken keyfi Avcılar önüne kadar sürdü. Buradan itibaren sancağa drise eden rüzgar, rotayı çok açtığından; tramolalarla vakit kaybetmemek için motorun kulağına basıp, kendimizi onun gürültüsüne teslim edince rüya bitti.
Saat 19 30 da Kalamış marinaya girerken, çok duygulandığımız asıl büyük sürpriz bizi bekliyordu. Kara yoluyla dönen arkadaşlarımız iskele üzerinde bize çok güzel bir karşılama töreni hazırlamışlar ve hepsi tam kadro, hatta fazlası ile oradaydılar. O kadar yorgunluğun üzerine, giyinip hazırlanmışlar, getirebildikleri sevdiklerini de birlikte alarak bizi karşılamağa gelmişlerdi. Bundan güzel, bundan daha gurur verici ne olabilir. Patlattıkları şampanya eşliğinde pastamızı yerken, tüm seyir boyunca müthiş bir uyum ve dayanışma içinde olan bu güzel insanlara, bize dostluğun sıcak yüzünü bir kez daha gösterdikleri için müteşekkirim. Sağ olsunlar ve hep rüzgarları kolayına olsun. “