4 Aralık 2007 Salı

Rüyalara Yelken Açmak.

Bozcaada yazısını okuyanlar bilirler, son zamanlarda aklını yelkenle bozmuş bir grup insan demir attı hayatıma. Ya da bir diğer deyişle ben demir attım onların hayatına. Bu demir tarar mı bilemem ama şimdilik maceralarımız devam edecek gibi görünüyor.

Ramazan’ın ikinci günü Kalamış Yelken Kulübü’nde Bozcaada ekibi, sayısal çoğunluğu sağlamış olarak biraraya geldi. Benan ve Nurten Hanım bize katılamadılar ama bu keyifli yemeği tekrarlamaya karar verdiğimiz için fazla üzerinde durmadık.

Şakalar ve kahkahalar eşliğinde güzel bir iftar yemeği yedikten sonra, Bozcaada’ya birlikte gittiğimiz ama bu kez bize katılamayacak arkadaşlarla vedalaştık ve ertesi gün yola çıkacak olanlarla sabah, 9.00’da buluşmak üzere ayrıldık kulüpten.
Sizin de tahmin edeceğiniz gibi yeni bir geziye çıkıyoruz. Bozcaada ekibinden sadece dört kişiyiz Trilye yolcularına katılan; Erol Hoca, Dilek, Sadettin Bey ve ben. Yeni arkadaşlarımız hem yelkende hem de seyir yapmakta bize göre daha deneyimsizler. Fakat Erol Hoca yanımızda olacağına göre bunun için endişelenmemiz gayet anlamsız.

Akşamı toparlanarak geçiriyorum. Kek, kurabiye ve poğaçalar tamam. Çantamı da kolayca hazırlayıp erkenden yatıyorum. Ve tabii o kadar erken yatınca sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyorum. Bol bol zamanım var. Duş, gazete ve kahve keyfinin tadını çıkartarak başlıyorum güne. Bütün sabah ritüellerimi tamamladıktan sonra, her zamanki göçebe görüntümle; tulumlar, çantam vs. çıkıyorum evden saat 8.30 olmadan. Hala farkında değilim Trilye’ye gittiğimizin!

Kulübün merdivenlerinde hocamızı ve diğer arkadaşları beklerken Erol Hoca’nın kızı Hande arıyor ve Marina’ya gel diyor bana. Erol Hoca unutmuş beni kulübün önünde!
Marinanın girişinde yeni yelken arkadaşlarımız Volkan Bey ve Derya & Serkan çiftiyle tanışıyorum. Herkes gayet neşeli, keyifli bu sabah. Sekiz kişiden oluşan Trilye yolcuları olarak, yarışa hazırlanan ekiplerin arasından onları selamlayıp geçiyoruz.


Second Life’dayız!

Second Life’da bu kez daha bir tanıdık herşey. Kolayca yerleşiyoruz ve Esra’nın kulaklarını çınlatarak mutfak işini gönülsüzce devralıyoruz .
Ekipten kısaca bahsedersek, Derya ve Serkan bizim gezilerimizden Mavi Yelken’in web sayfası aracılığıyla haberdar olmuşlar. Volkan Bey ise zaten denize aşina, uzun zamandır motor yat kullanıyor.. Dilek’i Bozcaada’dan tanıyorsunuz. Sadettin Bey malum; Second Life’ın sahibi, Hande ise hocamızın kızı ve benim sevgili arkadaşım. Bu onun da ilk uzun seyri. Anlayacağınız herkes heyecanlı ve istekli bu gezi için.

Kahvaltı ve Migros alışverişi biter bitmez yaklaşık 10.30 sularında çıkıyoruz Kalamış Marina’dan. Biz yavaş yavaş açılırken, yarış için hazırlanan yelkenliler de koyda süzülmeye başlıyorlar. Hafif hafif esen rüzgar ve bu keyifli tablo bizi umutlandırıyor. Sanki bu kez rüzgar bizden yana olacakmış gibi hissediyoruz.

Marinadan uzaklaşırken kendisine bir süredir derin duygular beslediğim dragonu* seyrediyorum. Hatta Erol Hoca sahibini tanıdığını söyleyince, acaba birgün ben de bu zarif şeyle denizlerde gezebilir miyim diye umutlanıyorum. Second Life’ı incitmek istemem ama dragon öyle farklı ve öyle başına buyruk ki, büyüsüne kapılmamak imkansız. Zaten amacım ihanet değil, küçük bir kaçamak sadece!!!

Ve yelkenler açılıyor...

İşte tüm ekibin tadı tuzu yerine geldi şimdi. Yelkenlerimizi açtık ve mazot almak üzere Ataköy Marina’ya çevirdik rotamızı. Bugün günlerden C.tesi . Saat 11.00, aylardan Eylül.
“Bugün günlerden ayrılık, yıllardan hüzün hiç güneş gün olmuyor uzaksa yüzün....” nedense aklıma Zuhal Olcay’ın bu anlamlı şarkısı takılıyor..

Ataköy Marina’ya yaklaşırken gördüğümüz şeye inanamıyorum. Bu benim Jasmin’den (Duru Turizm’e ait olağanüstü bir yelkenlidir Jasmin, 1994 yılında Tepecik Camii’ye yakın bağlanırdı ve ben her sabah kaleye giderken onu seyrederdim. Kimbilir nerelerdedir şimdi?) sonra gördüğüm en zarif şey! Adı Black Swan. 1899 tarihli İtalyan bayraklı bir asilzade.
Daha sonra internetten öğrendiğime göre kendisi İngiliz yapımıymış. Hakkında uzun uzun yazmak isterdim ama maalesef teknik olarak son derece zayıfım bu konuda. Hani antik dönemlerden birşey olsa iyi kötü anlatırdım şurasında şu, burasında bu var diye ama Black Swan tanımadığım bir döneme ait. Ne Osmanlı kadırgalarına benziyor, ne Fenike yapımı yelkenlilere, ne de bizim sularımızdan tanıdığım başka bir yelkenliye. Aksona Mehmet’in yelkenlisi gibi diyebileceğim sadece ve tabii Jasmin gibi; tek kelimeyle gözalıcı. Soylu bir yaşanmışlık var her detayında. Ben Avrupalı aristokrat bir dilbere benzetiyorum onu kendimce. Belki sonra hakkında uzun uzun yazabilirim.

Ataköy’de rıhtımdan bordalanmış yelkenlimizi avara ederken, teknemizin kıçını açmak için baştan koltuk alıyoruz. Yani nam-ı diğer pürmeçe! Hava önce üzüyor bizi ama az sonra pupa yelken gitmeye başlıyoruz. Herkes gayet memnun halinden. Vardiyalarımızı belirliyoruz ve başlıyoruz dümen tutmaya. Benim vardiya arkadaşım olan Derya’nın bu ilk dümen tutuşu. Fakat gayet başarılı. Ona göre daha deneyimli olan bendenizin kontrolsüz kavançasını saymazsak gayet iyi bir ekibiz ikimiz!

Rüyamdaki Trilye...

Yavaş yavaş Trilye sahilini göründü. Aslında ben Trilye’ye hayatımda ilk kez gidiyorum. Ama benim için bu yıl, hem de hiç planlamamış olmama rağmen burada bulunmak gerçekten çok tuhaf. Çünkü geçtiğimiz Şubat ayında oldukça ilginç bir rüya görmüştüm. Sizinle paylaşmayı isterdim ama anneme anlattığımda bu çok güzel bir rüya, sadece suya anlatmalısın demişti. Ben de hem batıl bulduğum için gülerek, diğer taraftan bu çok etkilendiğim rüyayı yok sayamayarak gidip suya anlatmıştım. Üzerinden çok değil bir kaç hafta geçmişti ki bir sabah Hürriyet Gazetesi seyahat ekine bakarken o fotoğrafı gördüm. Ömrümde ilk kez başıma geliyordu; fotoğrafta gördüğüm yer benim rüyamdaki kiliseydi! İnanamadım.
Yazıyı okuyunca anladım ki bu kilise Trilye adı verilen kasabadaydı. Bütün bahar ayları boyunca her arkadaşımı oraya gitmek için kandırmaya çalıştım ama başaramadım. Tamamen aklımdan çıkmıştı ki, bu Trilye gezisi gündeme geldi. Fakat nedendir bilinmez ben kilisenin Trilye’ye çok yakın bir köy olan Dereköy’de olduğunu anımsıyordum. Çünkü aylar geçmişti üzerinden ve aklımda kalan tek bir kare vardı: mavi filtre ile çekilmiş fotoğrafta, sarmaşıklar arasında yıkılmak üzere olan bir Rum Ortodoks kilisesi!

Gerçek Hayattaki Trilye...

Trilye Limanı oldukça basit görünümlü ve bir limanın gerektirdiği hemen hemen hiçbir şeye sahip değil. Bağlanabileceğimiz bir yer ararken, kendini liman görevlisi zanneden tuhaf bir zat-ı muhterem, bizi balıkçı teknelerinin yanına itelemeye çalıştıysa da Erol Hoca çok daha emniyetli bir noktada kalmamızı sağladı. Aslında ben bu duruma hem sevindim hem de üzüldüm. Çünkü daha önce balıkçılara hiç bu kadar yakın olmamıştım ve onları gözlemlemek, o keskin kokuyu hissetmek için uykusuz kalmaya katlanabilirdim.
Kıyıya bağlandığımızda saat neredeyse iftar vaktiydi. Zaten üzerimizi toparlayıp rıhtıma çıktığımızda iftar topu ile sıçrayınca zamandan iyice emin olduk!
Yıllardır iftar topu duymamıştım. Kaleden atılırdı top ben küçükken ve bir anda kargalar bağırışırdı gökyüzünde. Geçmişten kalan en güzel görüntülerden biridir bu benim için; kargalar, günbatımı ve güzel kalem!

İlk Yürüyüşte Aşk...

Hep beraber kıyı boyunca Trilye’nin merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Limandan İskele Caddesi’ne kadar olan kıyı şeridinde çay bahçeleri ve balık lokantaları sıralanmış. Hepsi gayet sevimli görünüyorlar. Mevsim nedeniyle ve muhtemelen Ramazan ayının da etkisiyle her yer sakin. Az sayıda insan var etrafta.
Sahilden İskele Caddesi’ne kıvrılıp ilerlemeye başlayınca, hepimizin yüzü aydınlanıyor; İlk yürüyüşte aşk bizimkisi! Hepimiz daha o dakika beğeniyoruz bu kasabayı. Yol boyunca birbirinden güzel evlerin ve dükkanların önünden geçiyoruz. Caddenin tam ortasında altmış küsur senelik bir çınar ağacı selamlıyor bizi. Bütün o canım evlerin ve dükkanların arasında yükselen çınar ağacına, ardındaki sokak çeşmesi de eklenince kendimi 18. yüzyılda Osmanlı’nın hüküm sürdüğü zamanlara ışınlanmış gibi hissediyorum. Yağ yeşili renginde bir maşlah* giymişim ve bu caddede salınıyorum. Trilye, benim Cumalıkızık’tan sonra, gördüğüm en güzel Osmanlı izlerine sahip. Diğer sokaklara da bir an evvel bakmak için sabırsızlanıyorum.

Çınar ağacının sağında, solunda ve çaprazında kahvehaneler var. İçeride fazla kalabalık yok. Bazı ihtiyarlar sandalyelerini kahvenin cephesine yan yana dizmişler, yüzleri caddeye dönük olacak şekilde sıralanmış öylece yola bakıyorlar. Önlerinden geçerken biraz mahçup, izleniyor olmanın tedirginliğiyle selamlıyoruz onları.
Kahvehanelerin arasında bir lokantaya takılıyor gözümüz. Erbaa Pidecisi: Pide ve Cantık Salonu. Cantık ne demek bilmiyoruz ama pidelere epeyce meyilliyiz. Volkan Bey balık yemekten yana, fakat mide bulantısından korkan ekip bu fikre maalesef sıcak bakamıyor. Rakı içmeyeceğimize göre neden balık yiyelim ki diye düşünüyorum ben de.

Merakımızı bastırmak için caddede bir kaç adım daha atıyoruz atmasına ama doğaya yeniliyor ve önce yemek yemek gerektiğine karar veriyoruz .

Pide salonunun yanındaki kahvehanenin adı Orta Kahve. Sadettin Bey de, ben de bu kahveyi çok beğeniyoruz. Burada mutlaka birşey içelim diyoruz ama nedense sonra unutuluyor. Aslında ben unutmuyorum ama sesimi çıkartmıyorum. Adı ve görünüşü hoşuma giden kahveyi özür dileyerek bilinmeyen bir zamana erteliyorum. Nasıl olsa buraya geri döneceğim hissi var bende!

Pideci salonundaki garson genç bir çocuk, içeridekiler iftardalar. Yine de bizim pidelerin siparişi alınıyor ve neredeyse hiç bekletmeden getiriveriyorlar. Önce Cantıklar ikram ediliyor biz merakımızı giderelim diye. Meğer Cantık küçük boy pide demekmiş, tıpkı fındık lahmacun gibi. Pidelerin ardından kahveden çaylarımız da geliyor ama Orta Kahve’den değil, pidecinin çaprazındakinden. Herkes gayet memnun. Erol Hocam ile ortak kumar oynuyoruz; benim ilk sayısal lotolarım bunlar. Daha kazanmadan dağıtıyorum parayı. Nasıl olsa bana çok azı lazım. Gerisi herkesin isteklerini gerçekleştirmeye yetiyor benim hayali hesap makinama göre!

Pideciyle sohbet etmeye çalışıyorum, beni motoruyla Dereköy’e götürmesi için neredeyse yalvarıyorum ama hiç tınmıyor! Kendimi gayet cazibesiz ve beceriksiz hissediyorum! Fakat yılmıyorum, oraya gitmek konusunda gayet kararlıyım. Burada bulunma amacım, hatta Erol Hoca ile tanışmam bile aslında Trilye’ye gelmem için bir bahane diye düşünüyorum. Fazlasıyla anımsıyorum rüyamı ve tabii fazlasıyla kaptırıyorum kendimi. Adeta şımarık bir çocuk gibiyim kiliseyi görmek konusundaki tutumumla, çünkü ben uzun zamandır böyle tuhaf birşey yaşamadım.

Pidecideki ziyafetten sonra, Trilye’de; benim tanımımla, Osmanlı’nın 1700’lü yıllarına ait resimlerle süslenmiş bir hikaye kitabının içinde, o sayfadan diğerine atlayarak, yani o sokaktan diğerine geçerek devam ediyoruz keşfimize.
Bu arada bir dost ediniyoruz; ürkek ama aslında bizimle oynamak için can atan dişi bir köpek. Her sokak köpeği gibi hüzünlü bakışları var. Onu sevmeye çalışıyorum ama gözleri gözlerimde geri geri kaçıyor bizden. Bu oyunu anımsıyorum ama daha önce bir sokak köpeği ile hiç oynamamıştım..

İskele Caddesi’nin bir aralığında, sokağın sarı ışıkları altında, neoklasik Yunan mimarisi özellikleri gösteren bir binanın cephesine bakakalıyoruz. Erol Hoca önde biz arkada bu ihtişamlı harabeye doğru yürüyoruz. Giriş kapısındaki yazıyı okuyor Erol Hoca. Bir okul olduğunu anladığımız binanın adı Taş Mektep, gerçekten çok güzel. Restore edilmeyişine hepimiz üzülüyoruz.

Devam ediyoruz yürümeye. Denizin kokusu hala bizimle. Nasıl huzurlu sokaklar, nasıl yenilmemiş zamana... İmrenerek, özleyerek ve hayal ederek yürüyoruz.. Bir ara Sadettin Bey’le sokaklardaki koku hakkında konuşuyoruz. Bu kokuda çok şey var diyor ama adını koyamıyor. Ben de yardım ediyorum; gübre, hayvan, çamaşır, zeytinyağı, temiz hava, deniz, çiçek, yemek kokusu... Ve hepsinin toplamında meydana gelen kokunun adı Huzur Kokusu diyorum. Sadettin Bey itiraz etmiyor. Kokuyu derin derin içimize çekerek yürüyoruz. O, ne düşünüyor bilmiyorum ama ben Bodrum’u özlüyorum...

Herkes hayran hayran etrafına bakınarak yürüyor ikili, üçlü gruplar halinde. Çok iyi hissediyoruz kendimizi. İnsanlar ara sokaklarda bizi görünce film çekimi için geldiğimizi düşünüyorlar. Selamlaşıyoruz yüz yüze geldiklerimizle. Evlerin kapıları ardına kadar açık. Pencerelerden günlük konuşmalar ve müzik sesleri yükseliyor; Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu..... Eski şarkılar hepimizi etkiliyor. Yalnız yürümediğim için seviniyorum. Fazla hassaslaştığımı farkedince zırhıma bürünüyorum ve dirençli bir şövalye gibi bu güzel görüntülerin arasından süzülmeye devam ediyorum. Pek çok ev, çamaşırlarını sokaklara asmış. Anlaşılan hırsızlık gibi bir endişeleri yok, ne güzel. Üzülüyorum İstanbul’daki hayatımı düşününce. Evim kilit altında, eşyalarım, hatta duygularım bile kilit altında! Geçici bir özgürlük bile olsa bu avare yürüyüşe odaklanıyorum sadece. Mutluluğun sürekliliğinden umudunu kesmiş, akılcı(!) bir yetişkin gibi anı yaşamaya çalışıyorum; carpe diem!

Sokaklar büyülü ırmaklar gibi akıp gidiyor ayaklarımızın altından, ya da biz yürüyoruz... Gerçekten tam olarak emin değilim hangisi yaşadığım. Kendimi bıraksam hafif bir rüzgarla rıhtıma kadar uçabilecekmişim gibi geliyor. Arada bir sohbete katılıp mantıklı ve makul cümleler kurmaya çalışıyorum ama kelimenin tam anlamıyla dağıldım!

Onlarca güzel evin önünden geçiyoruz. Diyorum ya, eğer yalnız olsam bu yalınlık ve sıcaklık beni ağlatırdı. Herkes gibi ben de özlem duyuyorum bu dahil olamadığım basit hayatlara.
Tabelalar ve tariflerle tepelerdeki bir kahveye kadar ulaşıyoruz ama kahve kapanmış. Önünde kocaman güzel bir park düzenlemesi yapılmış olan bu kartal yuvası gibi mekanın manzarası inanılmaz etkileyici. Kuytudaki aşıkları görmediğimiz için gürültü patırtı yaparak yürüyoruz parkın ortasına doğru ama onları farkedince usulca çekiliyoruz ortalıktan.

Denize paralel yokuş aşağıya inmeye başlamadan son bir ev görüyorum ki, aklımı başımdan alıyor doğrusu. Üçyol ve Tepe sokağın tam köşesindeki bu evin kapısının hemen yanında sarmaşıklar ve sardunya saksıları var. Bir de plastik beyaz bir sandalye. O sandalyede oturan insanı canlandırmaya çalışıyorum gözümde. Tek katlı ve yıkılacakmış gibi duran evin önündeki Üçyol Sokak, bir araba yolu kadar geniş ve derin bir yardan sonra sonsuz güzellikte bir deniz manzarasına bakıyor. Aklıma Aşkın Gücü isimli filmdeki ev geliyor. Bir an benim bir hayal evim olsa böyle olurdu diye düşünüyorum. Sardunyalı, tek katlı, iddasız ve dalga seslerine açık. Aklımı fikrimi zor alıyorum bu viraneden.

Az sonra bir başka şahane aralık çarpıyor gözümüze. Sokak mı yoksa bir evin bahçesi mi karar vermiyorum ama merak tabii, hep beraber o tarafa yürüyor ve bakıyoruz. Burası bir sokak. Evlerden birinin hemen bitişiğinde bir meyva ağacı ve onun altında iki tarafında tahta sıralar olan basit bir masa var. Gerçekten çok naif ve gerçekten çok kendi halinde. İnceliği ve bu denli gösterişten uzak olması, o denize bakan tahta masayı gözümde daha da anlamlı hale getiriyor. Bu masada yapılan kahvaltıyla başlayan günü hayal ediyorum. Sahibine sonsuz keyif diliyorum tüm kalbimle. Herşeye sahip olamayacağımı elbette biliyorum...

Limanda Sabah.

Bütün gece artık sabah olsun diye kıvrandıktan sonra daha fazla dayanamayarak 4.56’da kamaradan fırladım. Zaten yarım saat kadar önce muhtemelen benzer bir ruh hali ile Dilek de çıkmıştı dışarıya. Neyse ki Hande, Derya ve Serkan mışıl mışıl uyuyorlardı. Biraz sonra Erol Hoca da uyanınca, Sadettin Bey, Erol Hoca, Dilek ve ben sabahı beklemeye başladık.
Gecenin usul usul çekilmesini ve doğudan gelen ışığı izledim. O arada balıkçı motorlarından biri dönmüştü. Oraya doğru gitmek istedim ama yerimden kalkmaya cesaret edemedim..

Gün aydınlanınca, Sadettin Bey’in anlattığı Alfred Hithcock filmlerinin etkisiyle, iştahımız kapanmış olarak birşeyler geveledik. Dilek bu güzel ışığı kaçırmamak için fotoğraf makinasını alıp çıktı. Ardından Erol Hoca, Volkan Bey, Sadettin Bey ve ben de ekmek almak üzere tekneden ayrıldık.
Hemen çıkamadık limandan çünkü balıkçı motorlarında başlayan hareket hepimizin dikkatini çekmişti. Bir balıkçı reisinin torunu ve oğlu olarak Erol Hoca inanılmaz güzel detaylarla zenginleştiriyordu gözlerimizin önündeki hummalı çalışmayı. Onun anlattıklarıyla daha bir anlamlanıyordu tüm bu hareketlilik. Üst üste yığılmış akıl almaz güzellikteki ağların bir makara sisteminden geçerek düzenli bir şekilde istiflenişini izlerken, tam ağların ardından pespembe bir güneş doğuyor.

Herşey ama herşey gerçekle hayal arasında gidip gelmeye başladı. Ağların rengi, güneş, balıkçıların bizi umursamadan bütün güçleriyle işlerine verdikleri emek..

Ağlar; koyu bordo, gül kurusu ve mürdüm eriği renklerindeler. Meğer boyanırmış ağlar. Sadece arada bir pastel yeşil tonu göze çarpıyor. Bu daha geniş gözenekli bir ağ. Zaten onu en dibe yatırıyormuş balıkçılar, ağın diğer kısımlarını koruması için. Bu yeşil ağın adı ıskorçula.

Biz kıyıda kıpırtısız bir şekilde onları izlerken bir kez bile dönüp bakmadılar bize. Bir ara fotoğraf çekmek istedim ama anı kaçırma telaşından beceremedim. Dün gece tanıştığım dişi köpek de geldi bu arada. Sanırım bu balıkçılar onun arkadaşları.

Orada durduğumuz on dakika boyunca aslında bütün sözcükler silindi. Ben ne desem, ne kadar anlatmaya çalışsam o tadı vermeyecek zaten. İyisi mi susayım gitsin. Sadece şudur benim o sabah görüntülerinden kendime çıkarttığım pay: Hayat biz ne zaman ondan beklentimizi sıfırlasak, daha bir cömert oluyor. Bunu limanda ve İskele Caddesi’nde yürüken bir kez daha anladım. Aslında anlamakla ilgili bir sorunum yok benim, derdim anladıklarımı aklımda tutamamak!!

Kahve Keyfi.

Volkan Bey, Erol Hoca ve ben kahveye ulaştık. Tabii yine Orta Kahve’ye değil, çınar ağacının tam karşısındakine oturduk. Demek ki ben bu defa orada kahve içemeyeceğim. Tıpkı Dereköy’e gidemediğim gibi... Bunun bir anlamı olmalı?
Sadettin Bey arkada kaldı. Cadde o kadar güzel ki kimbilir nereden alamadı gözlerini?

Kahveci amcaya iki çay bir orta kahve söyleyerek biz de sıralanıyoruz bardak gibi kahvenin önüne. Güzel çınar ağacı tam karşımızda. Üzerindeki yazıyı okuyor Erol Hoca, altmış yıl evvel “Şişko” lakaplı bir muhterem dikmiş bu ağacı. Ne iyi etmiş, sağolsun.
Sabahın serinliğinde, içeriden gelen Klasik Türk Müziği eşliğinde yudumluyorum kahvemi. Zaten çınar ağacı altında kahve içmek benim için önemli bir okul geleneği, ama bunu Trilye’de yapmak daha da hoşuma gidiyor. Burhan da burayı görmeli diye düşünüyorum. (Sevgili dostum Burhan ben buralarda gezerken Orta Anadolu’nun bağrında önemli bir kazının çizimlerini yapıyor).
Sadettin Bey biraz sonra bize katılıyor. Erol Hoca durmadan birşeyler anlatıyor ama canım fena halde susmak istiyor. Sabahın sessizliğinde pür dikkat sokağı dinlemek istiyorum.
Biraz sonra cebimdeki on üç lira ile fırının yolunu tutuyorum. Hande sabah için taze ekmek istemişti. Gidip almalı ve onu sevindirmeliyiz.

Fırına doğru yürüken bir kez daha dikkatlice bakıyorum etrafıma. Hemen hemen her dükkanın, pidecinin, kahvehanelerin ve hatta tuhafiyecinin bile resimli panosu var. Hepsini Helvacı Ali adında bir arkadaş yapmış! Bu resimler sanat eseri olmasalar da şirinliğine şirinlik katmış Trilye’nin. Eline sağlık Helvacı Ali.
Fırından iki tane kocaman ekmek alıp geri dönüş yoluna geçiyorum. Sol tarafta bir lokanta gözüme ilişiyor. Terkedilmiş, virane. Adı Dostlar Sofrası. İçinde ne dost kalmış, ne de sofra ama vitrinde bir sepet plastik meyva bırakmışlar ve tabii tam kapının üzerinde Helvacı Ali’nin resimleri var yine. İnsan duygusallaşıyor ister istemez.

Ekmekleri gören Erol Hocam tereyağ istiyor. Onu da alıyorum bereketli paramla ve hatta yedi liram artıyor! Gülüyoruz hepimiz, Sadettin Bey de parasız. Zaten parası olsaydı bizim için Bakhus’ün * (doğru yazılışı Bacchus olan bu kelime Latince olup, Şarap Tanrısının adıdır. Antik Yunan’da aynı tanrıyı Dionysus olarak görürüz) mahzenini açtıracaktı!!

Cebimde kalan yedi lira, elimde ekmekler ve tereyağ ile tekneye dönüyoruz. Hande uyanmış, ekmekleri görünce hoşuna gidiyor. Ekibin bir kısmı yandaki plaja yüzmeye gidince ben de onlara kahvaltı hazırlıyorum. Ne hikmetse son iki haftadır mutfaktayım, kendimi yavaş yavaş Külkedisi gibi hissetmeye başladım. Sadece küller ve cam ayakkabılarım eksik!

Plaj sefası ve kahvaltı faslı bitince biz teknede kalıyoruz, diğerleri yani sabah turuna katılamayanlar alışveriş için dışarı çıkıyorlar. Ben önce güzel bir duş alıyorum, sonra kağıdı kalemi alıp yayılıyorum salona.

Alışverişler yapılmış, keyifler yerinde dönüyor herkes çarşıdan. Hande bana son yedi liramla iki tane sabun alıyor. Böylece beş parasız çıkıyorum dönüş yoluna! Oh ya, amma hafifledim.

Ertelenmiş Rüyalarla Ayrılıyorum Limandan..

Limandan çıkarken havanın sakinliği yüzünden biraz tadımız kaçıyor ama bu durum uzun sürmüyor neyse ki. Gelirken Rüzgar Duası var mıdır acaba diye saçmalayan ben, bu kez Poseidon’un* Hades’le* yakınlığını anımsayarak sesimi kesiyorum. İçim ürperiyor .

Yavaş yavaş başlıyoruz hızlanmaya. Rüzgar tam istediğimiz gibi değil; orsaladık gidiyoruz. Yine de dertlenmiyoruz. Yelkenle gidebiliyoruz ya, buna da şükür. En fazla 6 şiddetinde rüzgara rastlıyoruz bu defa. Yeniden vardiyalarımız başlıyor. Dümen tutma sırası bana gelince zaman zaman yardım istiyorum Sadettin Bey’den. Çünkü bu iş hem fiziksel güç gerektiriyor, hem mantık, hem his, hem de konsantrasyon. Sanırım bunlardan bende az miktarda var!! Üstelik her defasında küçük hareketler yapmak konusunda zorlanıyorum. İçin için hoşuma gidiyor manyakça savrulmak ama hızımızı kestiğinin farkındayım. Bazen epeyce düzeltir gibi oluyorum dümen tutma işini fakat genel olarak hiç başarılı değilim. Bakıyorum otomatik pilot da tıpkı benim gibi saçmalıyor. Bu durum biraz içimi rahatlatıyor açıkçası.

Derya kendini iyi hissetmiyor. Onun biraz sakinleşmesi için Esenköy’de mola veriyoruz. Sevimsiz bir yer Esenköy. Trilye’den sonra hiç açmıyor beni, zaten Derya’nın durumu olmasa hiç içimden gelmiyor orada durmak. Hazır hızımızı almışken eve dönmek istiyorum.

Kısa bir çay molası ve teknede apar topar atıştırılan birkaç lokmadan sonra Derya ve Serkan deniz otobüsü ile dönmeye karar veriyorlar. Onlarla vedalaşıp yolumuza devam ediyoruz.
Uzun bir süre Erol Hoca dümende kalıyor. Sonra ne hikmetse bir ara yine benim elime geçiyor dümen. Ooo çok eğleniyorum. Volkan Bey dümen tutmayı doğayla savaşmaya benzetiyor. Tabii bir bakıma böyle bir tanım da yapılabilir. Çok öznel bir durum. Ama benim için bu bir savaş değil. Tam tersini düşünüyorum. Zedelenmiş sinirlerime rağmen (!) dümende rüzgarın gücünü hissedebilmek ve onunla uyumlanmak, bana dans etmek gibi geliyor; çok sevdiğiniz, güvendiğiniz ve tekniği sizden daha iyi biriyle uçar gibi dans etmek. Garip bir güçler dengesi. Bu becerimi arttırmak için gayet hevesliyim, rüzgardan bir önceki hamleyi yapmak konusundaki zayıflığıma rağmen..

Bir ara epeyce düzeliyor dümenle ilişkim, çünkü tangolar söylemeye başlıyoruz; Sevdim Bir Genç Kadını... O zaman anlıyorum; demek ki tüm dikkatimi rüzgara verirsem aslında hiç fena değiliz : )

Ruh Bulantısıyla Gece Seyri

Yavaş yavaş gece geliyor. Kararmaya başlayan havaya serpintiler de katılınca gülmeye başlıyoruz; biz bu filmi görmüştük. Yüzümü, serpintiden korunmak için geriye çeviriyorum. Bu bana hiç iyi gelmiyor. Midem bulanmıyor ama ruhum bulanıyor. Bir sürü hüzünlü şarkı geliyor aklıma.... Yalnızlar Rıhtımı’nı söyleyelim istiyorum, Beni Kör Kuyularda Merdivensiz bıraktın diyelim istiyorum.... Şükürler olsun ki bu şarkıları benden başka bilen yok!

Yassıada ile Hayırsız Ada’nın arasından geçiyoruz karanlığın ortasında. Şehrin ışıkları iyice yaklaştı. Ay da neredeyse batıyor. Güzel bir haftasonunun son bir saatindeyiz. Biraz üşüyorum ama aslında bu şekilde bütün geceyi geçirebilirim.

Egemen’i arıyorum. Evde olsa bir çorba yap diyeceğim ama nerede...
Kalamış Marina’ya bağlanıyoruz. Eşyalarımızı ve Second Life’ı toparlıyoruz hemen. Sadettin Bey’e de misafirperverliği ve nezaketi için bir kez daha teşekkür ederek ayrılıyoruz Second Life’dan. Erol Hoca ve Hande beni eve bırakıyorlar. Bir an için şehir çok gürültülü ve uzak geliyor bana. Koşarak kaçmak istiyorum, ama ne mümkün..

Sıcak bir banyodan sonra kendime bir kadeh konyak alıyorum ve hala bu plansız Trilye gezisinin anlamını düşünüyorum. Orada olmamın bir nedeni var mıydı? Kiliseyi göremeyişim anlamı neydi? Şimdilik bu soruların cevabımı bilmiyorum, ama zamanın bir yerinde beni bekliyor olmalılar.








Hiç yorum yok: