18 Aralık 2007 Salı

Prenses Eda Liza ve Cebinde Boncuk olan Kemancı.

Son bir yılı Prenses Eda Liza’nın büyümesini izleyerek geçirdim. Arada filmler seyrettim, kitaplar okudum, seyahatlere gittim ama hiçbiri onunla göz göze geldiğimizde yakaladığım duygu kadar önemli olamadı. Onun, koşarak gelip dizlerime sarılması kadar ruhumu titreten hiçbir şeye sahip değilim. Eğer prenses ve gözlerinin içinden bana gülümseyen ejderha olmasaydı bu kadar uzun süre dayanamazdım etrafımdaki anlamsızlığa. Prensesin annesi Leydi Agi ve babası Piri Altuğ Reis’e minnettarım; beni bu harika deneyimlerine ortak ettikleri için.

Aşağıdaki masal (bence gerçek) prensesin ikinci yaşgünü için yazılmıştır; O genç bir kadın olduğunda ve ben çoktaaan yaşlandığımda okuması için..
Majesteleri çok yaşa!!!


Gün çoktan battı, onu bekliyorum. Geçen yıl epeyce geç bir saatte gelmişti ama, bir ejderhanın hayatınızda ne zaman ya da nerede belireceğini asla bilemezsiniz...

I. Propontis..
Bu yıl tam Prenses Eda Liza’nın doğumgününe bir ay kala iki görkemli kadırgayla Khalkedon’un (Körler Ülkesi) kıyısından Propontis’e (Marmara denizi) açıldık. Adından anlaşılacağı gibi bu iç deniz (“propontis” adıyla İstanbul’dan ya da Karadeniz’den önceki deniz demek istemişler) bizi bir başka denize hazırlıyor olmalıydı, ama hangisine? Karadeniz’e mi, yoksa içimizdeki karanlık sulara mı? Ben bu pek sakin görünen denizin bir zamanlar balina bile barındırdığını söyleyen Bizanslı tarihçilerin yalancısıyım ama o gün hem içimdeki sularda hem de kadırgamızı yüzdürdüğümüz Propontis sularında ne gördüğümü çok iyi biliyorum...

II. Yeniden göz göze gelmek..
Yaşadığımız topraklarda onlarca yıl önce kazanılmış bir savaşın anısına yelken açmıştık. Ayrıca ne tesadüftür ki, bizim kulede yaşayan Selçuklu Prensi’nin de doğumgünüydü. Kibritçi Kız’ın fermanına göre biraz kıyılarda dolaşacak, ardından kulenin üçüncü katında (ben de orada yaşıyorum) prens için verilen şölene katılacaktık.
Soğuk ve mavi bir gündü. Prensesi sıkıca giydirdik ve daha önce söylediğim gibi, Trio adını verdiğimiz eşsiz kadırga ile limandan ayrıldık. Hava sakindi ama yelken açmaya yetecek kadar rüzgar vardı. Ya da bizi seven periler üflüyordu yelkenlerimize?
Piri Altuğ Reis her zaman olduğu gibi kendini denizin kokusuna bırakmıştı. Ben, Prensesle sakin sakin rüzgarın sesini dinliyor ve mavi suların sakladığı masalları duymaya çalışıyordum. Ama o soluk mavi gün, bize bir masaldan çok daha fazlasını verecekmiş meğer, nereden bilebilirdik ki?

Kısa bir süre yol aldıktan sonra, tam adaların önünden geçerken birden bire nereden geldiğini anlayamadığımız kocaman bir dalganın üzerinde yükseldik. Dalga altımızdan çekildiğinde ise en beklenmedik şeyle karşılaştık; geri dönmüştü! Hiç ummadığımız bir anda ve daha “bu yıl geç mi kaldı acaba” diye düşünürken birlikteydik yine! Üstelik bu kez sadece uçmuyor aynı zamanda yüzüyordu. Daha önce hiç yüzebilen bir ejderha görmemiştim. Ayrıca yüzen bir ejderhanın sırtında kahkahalarla gülen bir prenses de görmemiştim!
Tam olarak anlatamayacağım ne olduğunu fakat birkaç saniye sonra Eda Liza ve ben yine ejderhanın sırtındaydık. Bu kez kuyruğuna yapışmam gerekmemişti, kanadını yavaşca teknenin havuzluğuna indirdi ve nazik bir şekilde yerleştirdi bizi sırtına. Sanırım geçen yıl, birbirimizi hatırladığımız an beni kabullenmişti kendince. Aslında o ayrılık sabahından sonra ben sadece onu düşünmüştüm; yeniden ne zaman göz göze geleceğimizi..

III. Aya İrini..
Propontis’in soğuk sularında süzülmeye başladık, gerçekten inanılmazdı. Ardımızda kalan kadırgalardan yükselen hayret çığlıklarına tıkamıştık kulaklarımızı ve son sürat kayıyorduk dalgaların üzerinde. O, yani prenses doğuştan denizciydi. Birlikte şarkılar söylemeye başladık, rüzgarda kaybolan sesimizin ardımız sıra bizi takip edişini gülerek izledik.
Ejderha bu yıl ilk olarak nereye götürecek bizi acaba diye düşünürken, o sanki içimden geçenleri okumuşcasına Topkapı Sarayı önünde havalanıverdi. Sakin sakin yol almaya başladık gökyüzünde. Hürrem Sultan’ın Hamamı önündeki meydan üzerinden geçerken, Prenses boncuk satılan tezgahları görerek bağırmaya başladı “bonjuk bonjuk!!” Son iki aydır en büyük zevkiydi boncuklar. İrili ufaklı mavi boncuklarla saatlerce oynuyorduk. O çıkarttıkları sesi dinlerken, ben yüzlerce yıldır insanı heyecanlandıran tılsımına şaşırıyordum cam boncukların. Elbette aşağıya inerek bir torba dolusu “bonjuk” aldık. Ve Eda Liza’nın şen kahkahaları eşliğinde Aya Sofya’nın kubbesi üzerinde daireler çizmeye başladık. Hem gülüyorduk hem de aşağıdakilere boncuklar serpiyorduk gökyüzünden. Ne zaman başımız döndü ve yorulduk işte o dakika ejderha bizi Aya İrini’de başlamak üzere olan bir konsere davet etti. Elbette kabul ettik. Elimizde kalan bir iki tane atmaya kıyamadığımız boncukla sarayın ana kapısına doğru yürümeye başladık.

Ama ön kapıdan giremezdik kiliseye. Malum; iki yaşına basmamış bir kız çocuğu , üzerinde yelken kıyafetleri olan bir kadın ve yemyeşil bir ejderha ile oldukça sıradışıydık. Bu durumda üst koridorlardan birinde açık unutulmuş dev bir pencereden süzüldük içeriye.
Tam zamanında gelmiştik, konser başlamak üzereydi. Bizim izlediğimiz yerden bakınca müzisyenler o kadar ufacıktı ki sahnede, çalmaya başladıkları ana kadar onların birer Hobbit olduğuna yemin edebilirdim! Oysa salonda yükselen müzikle beraber, dakika dakika devleştiler, güzelleştiler hepsi.

Ejderha yapmıştı yapacağını, bu yılın hediyesi fazlasıyla anlamlıydı; hem prenses hem de benim için.

Eda Liza, denizin ve rüzgarın verdiği yorgunluğa müziğin büyüsü de eklenince kollarımın arasında derin bir uykuya bıraktı kendini. Ben başımı yavaşça ejderhanın omzuna koydum ve kalabalık müzisyen topluluğunun tam ortasında duran genç adamı seyretmeye başladım. Ejderha nereye baktığımı sezmiş olmalı ki yan gözle birbirimizi süzdüğümüzde dudağını büktü. Yanlış yere bakıyorsun deseydi bu kadar etkili olmazdı belki ama, o sadece umutsuz bir ifadeyle “bu beklenen kişi değil galiba” dedi bana; “yalnızca onun kostümünü ödünç almış bir müzisyen!”
Çok kızdım bu duruma, daha kaç farklı adam aynı kostümü kiralayacaktı? Neden bu kemancı kendine ait bir kostüm yerine benim beklediğim konuğun kostümünü giymişti? Bilmiyordum, anlamamıştım. Üstelik neden bir maske takma ihtiyacı hissetmişti? Acaba onun geldiği ülkede kemancılar maskesiz çalamıyorlar mıydı?

Müzisyenler ara verdiğinde çivilenmiş gibi kalkamadık yerimizden, hem zaten prenses uyanmasın diye kıpırdamak da istememiştim. Ejderha bana bir kadeh şarap getirdi. Kim söylemişti ki ona benim beyaz şarap sevdiğimi? Gülümsedim. Gülümsedi. Beni teselli etmek istercesine kilisenin tarihi hakkında hiç bilmediğim ilginç öyküler anlattı. Ama biz sohbeti iyice koyulaştırmışken müzik yeniden başladı. Aklımı başımdan alan öykülerden sonra gözümde daha bir canlanan kilisede, nedendir bilinmez tüm notalar anlamlarını ikiye katladılar. Sanki sahnedeki müzisyenler daha içten çalmaya başlamışlardı. Ben hala kemancıyı seyrediyordum. Benim masal kahramanım Aslan Adam’a benziyordu saçları. İçimden “ejderha haklı mı?” diye tekrar tekrar soruyordum. Ben bütün bu karmakarışık duygularla boğuşurken, notalar yıldız yağmuru gibi başımızdan aşağıya dökülüyorlardı. Kusursuz ve soğuk bir güzellikleri vardı. Onlar da birşey arıyorlardı sanki... ama neyi?
Ne yazık ki hiçbiri ejderhanın getirdiği bir kadeh şarabın samimiyeti kadar içimi ısıtamadı.

IV. Kemancı..
Nihayet konser bitti. Prenses alkış seslerinin gürültüsüyle uyandı. Hepimiz yani bütün salon inanılmaz keyif almıştık çalınan eserlerden. Herkes yavaş yavaş çıkış kapısına yöneldiğinde ejderhadan birşey istemek zorunda kaldım. Acaba prensese birkaç dakika göz kulak olabilir miydi? Ben sahne arkasına gidip kemancıyı yakından görmek istiyordum. Ejderha hala dudağında o umutsuz tebessümle gözlerimin içine bakarak “peki” dedi.

Merdivenlerden uçarak indim, çünkü şarap ve müzik ayaklarımı yerden kesmişti! Perdeyi araladığımda kemancıyı yüzündeki maskeyi kutusuna yerleştirmek üzereyken yakaladım. Ağlıyordu! Sanki birkaç dakika önce kendisi için yapılan onca gürültüden hiç haz almamışcasına hüzünlü ve kırılgandı ifadesi. Fakat kesinlikle “beklenen kişi” değildi. Çünkü gözlerinde aşk yoktu. Bir an için beni fark ettiğini düşündüm ve nedendir bilinmez saklanıverdim perdenin arkasına. Sonra onunla konuşmak istedim ama gözyaşlarına elimi sürersem ejderhanın ve prensesin yanına dönememekten çok korktum. Yavaşca maskesini kutudan aldım ve elimde kalan son “bonjuk”lardan birini usulca ceketinin cebine bıraktım. Tek kelime söylemeden ayrıldım oradan. Kısacık bir an baktı sanki bana ama kimseyi göremeyecek kadar kaptırmıştı gönlünü kemanına!

Prenses ve Ejderha beni bekliyorlardı. Bizim için gece bitmemişti. Sabaha kadar gezecektik Kostantinopolis semalarında. Prenses, içinde olduğumuz masalı kahkahaları ile çınlatırken, ben onun dudaklarından dökülen neşe ile huzur bulacaktım. Sımsıkı sarıldık ejderhaya ve Topkapı Sarayı üzerinden doğruca Galata Kulesi’ne yol aldık.
Ejderha bize Cenevizlilerin ayak izlerini gösterdi, sonra Mevlevihane’den yükselen “Eflatun sessizliği” (Suskunlar’ı okuyanlar bilir ne demek istediğimi) dinlememizi söyledi. Duyan kulaklara ve gören gözlere sahip olduğum için içimi kocaman bir sevinç kapladı. Ve ardından derin bir şüphe; gerçekten görüyor muydum? Ama Prenses Eda Liza eminim bu şehrin büyüsünü hissedecek kadar sezgileri güçlü bir kadın olacaktı, çünkü Leydi Agi’nin kızı o; hassas ve güçlü bir annenin kızı. Aslında ben de öyleyim; hassas, güçlü ve duygulu bir annenin kızı!
Deniz üzerinde uçmaya başladığımızda bir boncukla takas ettiğim (aslında düpedüz çaldığım) maskeyi tekrar sahibinin eline geçmesin diye Propontis’in sularına bıraktım. İçimden birşeyler söylemek istedim ama ejderhanın düşüncelerimi okumasından çekinerek sustum.

V. Ve evdeyiz ...
Eve dönüş yolunda aklım, duygularım karmakarışıktı. Geçen yıl Eda Liza için yazdığım masaldaki cümlelerden birini hatırladım; "Mutluluğun binbir maskeyle gelebileceğini biliyorum..” Gerçekten biliyor muydum, yoksa sadece edebiyat adına söylenmiş bir cümle miydi?
Zamanından erken gelmişti bu yıl ejderha, belli ki bu kez yalnızca prenses için değil, benim için de gelmişti. Bu küçücük kız sayesinde onu yeniden bulduğum için çok şanslıydım. Eda Liza, bana gözlerinin içine bakma fırsatı vermişti, ben de ona mutluluğun sırtında korkmadan uçmayı öğretmek istemiştim kendimce.. Hani insan en iyi öğretirken öğrenir ya! Onu korkularımdan uzak, içimdeki en temiz duyguya yakın tutmak bana çok iyi gelmişti.
Bu kez sımsıkı doladım kollarımı ejderhanın boynuna. Önce prenses öptü onu, sonra ben. Ardından el sallarken tüm içtenliğimle avaz avaz sustum “daha sık gel” diye.
Rapunzel

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Masallarınızın esin kaynağını merak etmemek mümkün değil. Sanki her kahraman gercek gibi. Bu kadar gercek ve aynı zamanda bu kadar masalsı yazılar bence gercekten sasırtıcı. Cok begendiğimi söylemek isterim.Masallarınızdan birine esin kaynağı olmak isterdim. Ruhunuza sağlık.