Dün öğleden sonra biraz gücümü toplayınca yürüyüşe çıktım. Doğruca eczaneye gittim. Eczacım aynı zamanda arkadaşım olduğundan kendisine doktorlara güvendiğimden daha fazla güvenirim. O da beni iyi tanır, ilaç sevmediğimi bilir, genellikle üç beş vitamin, bir iki uçucu yağ verip yollar. Şanlıyım.
Güzel bir kış çayı ikram etti. Sahiden lezzetliydi. Ülkemde de güzel çaylar olabiliyor demek ki, artık her yurt dışına gidip gelene Pukka diye yalvarmasam da olur. Güzel. An be an fakirleşen ülkemde rooibos bile satılıyor, ne diyeyim, hayat zengine güzel!
Çayımı içtim, markete uğradım. Dönüşte aldığım Afrika menekşelerini ( anneme aldım, ne zamandır menekşeleri öldü diye üzülüyordu ) Rabia'ya göstermek istedim. Rabia eczacım.
İçeri girdiğimde dükkanda bir kadın vardı. Telaşlı telaşlı anlatıyordu. Sandalyeye oturdum ve konuşmasının bitmesini beklemeye karar verdim. Bitmedi!
İsmail'di konu. İsmail onu terk etmişti! Pis İsmail. Hiç haddim olmayarak hikayeyi sonuna kadar dinledim. Ne hikaye ama!
İsmail on yedi yıllık karısını bir günde boşamış, ardında beş yaşından bu yana psikolojik rahatsızlıkları olan bir oğul bırakarak hayatına devam etmişti. Bizim hatun da bir sebepten boşanmıştı ve yolu İsmail'le kesişmişti.
Hayat işte, bir yıldır mutlu mesut yaşıyorlarmış. İsmail C.tesi akşamı ona gitmiş yine, yemişler, içmişler, dans edip sevişmişler. Pazar günü de sırra kadem basmış!
Telefonla, maille ulaşılamıyormuş abiye. Her yerden engellemiş hatunu! Bir gecede, acaba ne olmuş???
Hatun kişi üzüntüden telef olmuş. Adama bir yıl "kadınlık" yapmış, nedense en çok bu kelimeye takıldım; ne demek kadınlık yapmak????, midesi hassas diye üç öğün yemek pişirmiş, ütüsünü yapmış, sevişmiş.... Bak bak, demek biz kadın olamamışız şu hayatta, kimsenin ütüsünü falan yapmadım zira:))) Allah'a şükür hep de mutfak seven adamlarla karşılaştım, kim müsaitse o pişirildi yemeği, oldu bitti.
Neyse, konuya dönelim. Hatun gidip kendine güzel bir elbise almış, saç baş manikür pedikür vesaire yaptırıp, pat diye İsmail'in karşısına çıkmış. Neden terk edildiğini sormuş. Hesap ver demiş. Bir gece önce şaraplar içilip, mis gibi sevişilip ertesi gün ne olmuşmuş? İsmail'de kalıbına yakışır yani "erkeklik" yaparak demiş ki, "on yedi yıllık karımı bir günde terk ettiysem, seni neden bir gecede terk etmeyeyim? Hesap mesap vermem!" Hatun adamın yüzüne tükürmüş! "Adam mısın sen, bulamazsın benim gibisini" falan demiş. İsmail orada öyle bok gibi kalmış, hatun da bir hafta yüzü felçli gibi sızlanarak sinirini yatıştırmaya çalışmış. Anlatırken hala hesaplaşıyordu İsmail'le, an be an ter içinde kalışını izledim.
Hikaye bittiğinde ayağa kalkıp kadına yaklaştım, "helal olsun bacım" dedim. "Pandemi olmasa seni öper, üstüne şarap ısmarlardım ya, alacağın olsun" diye de ekledim.
Sahiden helal olsun ya. Yani evet, bana göre baştan hatalıymış seçim ama eşşek herifin s.trip giderken bir şey söylemeye tenezzül etmeyişi yanına kar kalmamalıydı sahiden. Biri suratına tükürüp, ne mal olduğunu söylediğine göre belki bir sonraki ilişkisinde bir tık insanca davranır? Gerçi sanmıyorum, adam belli ki toplumun böcekleri tarafından çoktan ele geçirilmiş, karakteri sıkıntılı bir tip. Burada asıl olan kadının bunu yüreğine yük etmemeyi ve gidip hissini haykırmayı seçmesi. Bir ömür "ya ne oldu da böyle oldu?" demek yerine, adamın maskesini indirip, iki hafta kriz geçirip yola devam etmek en güzeli. Benim helal olsun demem tam olarak bu bölümeydi. Çünkü ben yapamadım....
Ben hasta oldum. Söyleyemediklerim beni hasta etti. Egom o kadar yüksekti ki, kibrimden hesap sormak yerine medeniyet şovu yapıp, iletişimde olmak istedim. Her terbiyesizlikten sonra elimi uzattım. Bir hayvana insan olmak öğretilemeyeceği gibi, merhametsiz ve empati yoksunu birine de empati ve iletişim öğretilemiyormuş... Ben bunu bir türlü kabullenemedim. Taa ki geçtiğimiz Noel'e kadar.
Şimdi şu eczanedeki hatunu duyduktan sonra düşünüyorum da başa sarabilsem bir sesli mesaj yerine şöyle yaşardım geçen Noel akşamını ve işte böyle anlatırdım:
Noel gecesi güzel bir yemekten, çok tatlı bir sarhoşlukla kalkınca taksiye atlayıp evine gittim. Her zamanki maço kılığıyla ve televizyondan gelen maç sesi eşliğinde kapıyı açtı. İçeri girdim. Evin eşsiz manzarasıyla tam bir tezat yaratan sıradanlık kokusunu derin derin içime çektim. Bunu hep hatırlamalıydım; olmamıştı bu arkadaş.
Televizyonun sesini kısmaya tenezzül etmedi. Bir pantolon giymek için izin de istemedi. Onun eviydi. Habersiz gelmiştim. Kapıyı açtığına şükretmeliydim.
Uzun uzun penceren dışarı baktım. Bu pencerenin önünde sohbet edebilir, "ya anlatsana neler oldu, iyi misin sahiden?" diyebilirdik birbirimize diye ümitsizce iç geçirdim. Sonra dönüp yüzüne baktım. Şaşkın değildi, zafer kazanmış edası da yoktu. Kalbi donmuş, bakışları şeytani biri işte.
Tamamen yabancı; hem bana, hem de kendine...
Şiddet eğilimli olduğunu bildiğimden yüzüne tüküremedim. Ama tükürmekten beter edecek sözlerimi bu evde bırakıp çıkabilirim diye düşündüm. İşte tam olarak öyle yaptım. Uğradığım haksızlığı, sonu gelmez terbiyesizliklerini bir bir söyledim. Beni görmezden gelmişti. Bir yola çıkmak üzere davette bulunup yüz üstü bırakmıştı. beni değil konfor alanını seçmişti.
Zangır zangır titriyordum. Sıtma nöbeti geçirir gibi sarsılıyordum konuşurken. Üşümeye başlamıştım. Bir tür şeytan çıkarma ayini gibiydi. Bedenim her kelimemle sarsılıyordu. Her bir hücremin canı acıya acıya, neredeyse kireçlenmiş kırgınlıklarım tek tek çözülmeye başlamıştı. Öfkem, incinmişliğim sesimle can buluyor, pencereden dışarı taşıyordu. Konuşuyordum ama korkuyordum bir yandan. Normal biri değildi. Beni camdan atsa hiç şaşırmazdım. Genlerinde vardı.
Ne kadar konuştum bilmiyorum. Sabaha karşı çıktım o evden. Ezan okunuyordu. Kutsal topraklardaydık nihayetinde.
Sokağa indiğimde başımı kaldırıp yukarı baktım. Zile basıp kaçan çocuklar gibi yapacaktım. Bana bakıyordu. "Allah belanı versin senin!" diye haykırdım. Sonra koşmaya başladım.
Artık beni yakalayamazdı. Bana zarar veremezdi. Denize kadar koştum, koştum!
O gece böyle yaşanmalıydı.. Ama olmadı. Eczanedeki kadının yaptığını yapamamıştım. Cesaretim yetmemişti. Kibirli, egosuna yenik, öğretmen bir tavırla buz gibi bir mesaj bırakmış, adamın emeğine yağ sürmüştüm. Tüm kötülükleri yanına kar kalmıştı. "Sonsuza kadar ruhun acı içinde kıvransın" demeden bitirmiştim. "Oh be!" dedirtmiştim şeytani olana. Paçayı sıyırmıştı yine.
Söylenmemiş sözlerim kucağımda evime döndüm. İşte beni hasta eden o sözler oldu...
Bu yüzden o tesadüfen dinlediğim kadının "kadınlığını" değil, fakat cesaretini kıskandım. Kaf dağından inip, eline sopayı alıp, eşşek herifi dövmesine, yüzüne tükürmesine ve sonra bir hafta uyuşup, yoluna devam etmesine imrendim.
Velhasıl bu kıssanın da önüme laf olsun diye çıkmadığı kesindi. Mesajı aldım, hesap kesmek lazımdı.
Ola ki gelip blog okur umuduyla yazıyorum. Şu anlattığım olmuş olmasını dileğim senaryo var ya, lütfen olmuş, sahiden yaşanmış sayar mısın? Özellikle de aşağı inip, zile basıp kaçtığın an, o muhakkak olsun. Hani kafamı kaldırıp, yukarı haykırdığım!
:)))