31 Ekim 2021 Pazar

PAZAR PAZAR, ELVAN NE YAZAR

 

Dün ciddi ciddi şeyler yazmıştım ya, hani bi de uzun oldu, bugün öyle yapmayacağım. Şöyle ninem gibi örttüm dizlerimi, aldım kahvemi, bakalım size ne çıkar bugün benden.

Bir zamanlar, epeyce gençken sadakat denilen şeye haddinden fazla  inanırdım. Hayatta her şey kabul edilebilirdi de sadakatsizlik ve samimiyetsizliğin katiyen oluru yoktu.

Neyse, buradan bağlayacağım yer eski kocaman, ki o zaman sevgilimdi, sadık kalayım derken kendime nasıl ihanet ettiğime dair ufak ufak hikayeler anlatmak.

LONDRA, KILBURN'DE BİR CAZ KULÜP. 

Bir tane Türk arkadaşım olmuştu Kilburn'de, Demet. Son aylarımda ev ve iş bulmamda Leyla ile ikisi bana çok yardım etmişlerdi. E tek Türk dedin, kim o zaman Leyla dediğinizi duyar gibiyim. Leyla Kürt'tü.

Neyse, bu iki dünya güzeli kadın sayesinde yeri geldi karnım doydu, yeri geldi coştum eğlendim. İkisi de guy sever cinsten olduğun bana ömrü hayatımda henüz tekrarı olmamış güzellikte geceler yaşattılar:))) Ama nedense Arda Türkiye'de bekliyor diye hep ipimi kısa tutarlardı. Nihayet Londra günlerimin sonuna geldiğimde Kilburn'deki en sevdiğimiz kulübe gittik. Şehre veda turlarımın sonuncusu için giyindik, süslendik ve hınca hınç dolu mekana girdik.

Biliyorum bu hikayeyi anlatmıştım. Olsun, yine dinleyin.

Müzik inanılmazdı. Sahnedeki trio ortalığı yıkıyordu. Kocaman mekanda müziğin yarattığı büyüyle salınan insanlar dışında gerisi görünmez olmuştu.  Neyse, işte o gece hayatımda gördüğüm en çekici birkaç adamdan ilkiyle karşılaştım. İlk göz göze gelişimizde güzel içtim, müzik de nefis, kesin fantezi yapıyorum dedim. İkincisinde ay ne güzel gülüyor bu ama oldu. Sonra adam kayboldu! Birkaç dakika geçti geçmedi barda yanımdaydı! O akıllara zarar gülümsemesi kırk santim ötemdeydi. Kaçacak yerim kalmamıştı, aman ne üzücü! Kasmaktan aşırı yorulmuş benden de nihayet dev bir gülümseme çıktı! Bişiler konuştuk galiba ama vallahi hatırlamıyorum. Sis bulutunun içinde gibiydim. Müzik falan da gitti o arada. İnsanlar etrafta mıydı? Kimbilir? Bir süre sonra gidelim dedi galiba. Nereye demedim. Gayet mantıklı geldi. Sahiden gidelim ya dedim içimden. Vallahi sıkıldım bu namuslu hayattan tadındaydım. Hem adamın güzelliği öyle anlatılır cinsten değildi. Müzik, mekan ve içki eminim çok etkilemiştir de, yine de gördüğüm ilk yakışıklı adam değildi. Üstelik zenci fantezim olmadığı gibi hafiften de itici bulurdum siyahi ırkı. Fakat nedense bu adam gülünce çok güzelleşiyordu. Aladdin'in cini gibiydi vesselam.

Gidecektim yani. Kararımı verdim. Ceketimi aldım ve benden yaklaşık otuz santim uzun aşırı çekici adamla taburelerimizden kalktık. Daha adım atamadan Demet dibimizde bitti. Yapıştı koluma. Tanımadığım adamla nereye gidiyordum. Zaten ertesi gün uçağım vardı. Sapık mı,  katil mi ne olduğu belli mi ki? Eşşek gibi içmiştim ( ki ayıktım ). Derkennnn, ben o güzelim adama so sorry demek zorunda kaldım. Cevap da aşırı cool idi it's ok.

Londra'da işler böyle yürüyordu, sahiden it's ok idi abiye.

Ama bunca yıl sonra anlattığıma göre it is not ok idi bana. Sevgili Tuna'nın dediği gibi ayağına gelen topa vurmalı insan, sonra o top içine dert oluyor:)))

Alacağın olsun Demet!

BODRUM, SANAYİİ

Henüz rahmetli kocamla sevgiliyiz. Birkaç ay içinde nişanımız olacak. Bodrum civarındaki antik kentleri gezmeye ikimiz de bayılıyoruz. O gün de rotamız Labranda ama arabaya bişi olmuş, tam yola çıkacakken motordan sesler gelmiş ve seyahati iptal edip soluğu sanayiide almışız. 

Normalde Arda kendisi halleder bu işleri fakat o gün bende katılmışım. Arabayı bırakıp, Çakır Ali'de köfte yeriz demişiz.

Neyse, adamlar arabaya baktılar, evirdiler çevirdiler ancak net bir şey diyemediler. Sonra bi de bişi abi baksın denildi. Arda ve ben taburede oturmuş çay içiyoruz. Vaktimiz var mıydı? Vardı tabii, Bodrum'da zamandan bol ne vardı ki? Hele de ikibinlerin başında!

Hah bişi abi geliyor dedi çıraklardan biri. Başımı sağa çevirdiğimde gördüğüm şey inanılmazdı! İnsan mıydı o bize doğru yürüyen? Bak sahiden uydurmuyorum. En az 1.80 boyunda, kıçında soluk mavi yağlı lekeli bir jean, ayağında sandaletler, üzerinde yeşil bir t-shirt ile saçları neredeyse bir numara yemyeşil gözleri bize doğru gelen ilah, pardon tamirci!

Yemin ediyorum filmlerdeki gibi oldu, elimdeki çayı neredeyse döküyordum:))) Arda da baka kalmıştı. Abiyi al, Hollywod'a koy, Kevin Costner falan hikaye.

Neyse, ustalar muhtereme durumu anlattılar, dinledi ama konuşmadı. Ben de bayağı gözlerimi diktim bakıyorum buarada. Arda hadi Elvan biz kaçalım diyor fakat bende iştah falan kalmamış. Tamamen önümdeki efsaneye fokuslanmış duruyorum. Arda da eşşek değil tabii anladı adamı seyrettiğimi. Neyse ki hazımlı ve sakin bir tip olduğundan, zaten evlenme sebebim de bu lord tavırları olmuştur, beni oradan nazikçe çıkartmayı başardı.

Çakır Ali'ye gittik ama ben artık köfte değil, o az evvel gördüğümüz tamirciyi istiyordum!!! Gel gör ki Arda'ya da söyledim. Dedim ya o zamanlar  bunu bile sadakatsizlik sayıyordum. Arda ne dedi? Haklısın canım, adama ben de baka kaldım, neydi sahi o!

İşte ömrü hayatımda bi de tamirci fantezim olmuştu kenara yazılacak. Olgun ve asil ruhlu sevgilim olaya centilmence el koyunca köftemi yiyip paşa paşa evimize döndük elbette. Ya Arda olmasaydı sorusu da kaldı cebimde.

Ulen Arda, kulakların çınlasın Pazar Pazar:)))


Devamı haftaya Pazar  belki:)))

30 Ekim 2021 Cumartesi

CANLI OLMAK



 

Malumunuz karşılaştırmalı dinler tarihi en sevdiğim konulardan biridir. Mevzuya merakım tam olarak babam öldükten üç yıl sonra başlamıştı. Hatta annemle aramızda geçen sahneyi de gayet net hatırlıyorum. Yeni evimize taşınmıştık. Annem tam banyom bitmek üzereyken kapıyı tıklattı. Bizim evde mahremiyete saygı çok önemli olduğundan, hiç anlam veremedim.

Bana artık büyüdüğümü ve babama dua etmeden evvel abdest almam gerektiğini söyledi. Gösterdi, anlattı, birlikte yaptık. Sonra bir iki kitap verdi, çocuklara uygun din bilgisi anlatan resimli kitaplar. Hepsini sevmiştim. Hele Hazreti İbrahim'in putperestlikten tek tanrılı dine geçişi efsaneydi. O an adamım belledim kendisini. Ama nedense şu abdest işine fena takılmıştım. Zaten yıkanmıp ve temizlendiğime göre onca abidik gubidik hareketi neden yapacaktım? Evirdim çevirdim ve nihayetinde kafam basmayınca, yapmamaya karar verdim. Fakat içime sinmedi, ya bir şey kaçırıyorsam ve dualarım boşa giderse diye huzursuzlandım.

Böylece, iğneyle kuyu kazma serüvenim başlamış oldu. İyi de oldu. İlk tepkim inkardı. Öğrendikçe inkar ettim. Sonra ilginç bir viraja geldik ve inkar ettikçe daha da meraklandım. Ve merak ettikçe de konuya hakimiyetim ve keyiflenme hissim arttı. 

Hala yüzlerce cevaplanmamış sorum olmasına rağmen, elli yaşımın eşiğinde iyi kötü bir yerlere oturttum varoluşla derdimi. Doğru soru sorulmadan doğru cevabın gelmeyeceğini, o soruyu sormanın özgür irademin dışında olduğunu ve kolektifle bağını anladım. Teslimiyet diye bişi vardı ki, idrak üstü yere zıplamanın anahtar oydu!

Bir sebepten bu gezegendeydik ve yine bir noktadan sonra bilemediğimiz bir enerji ağında dahil olduğumuz kısa ve uzun döngüler vardı. Alemler/felekler vardı...

Aslında en ilkel toplumdan*, en son gelen tek kitaplı dine kadar bıkıp usanmadan aynı şey anlatılıyordu elçiler, uyanmışlar. Her toplum kendi döneminde diline, kültürüne uyumlu yeni bir terminoloji yaratıyor ve bir öncekinden gözüne hoş görüneni, kabulü kolaylaştıracak olanı alıp, hikayeyi yeni versiyonuyla anlatıyordu.  (update ediyordu diyebiliriz bence:)) 

Neden mi? İnsanlık kadim bilgiyi unutuyordu... Toplumlar bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış gibi derin bir uykuya kolayca geçiyorlar ve insan bedeninin bir kostümden ibaret olduğunu unutuyorlardı! Her unutuşa bir hatırlatıcı görevlendirildi. Peygamber dediğimiz insanların insani yanlarının, zaaflarının dışında uyanmış haberciler, elçiler olduklarını söylersem sanırım yanlış olmaz. Buda da bir uyanmıştır. Atatürk de bir uyanmıştır.

Uyanıklık hali varlığın bu alemde ve bu bedende ki sınırlı bilginin  ve akıl sınırlarını aşarak sezgisel boyuta yükselip doğrudan kaynaktan inen gerçeğe ve sevgiye açılması demektir bence. Tüm bilginin defter kitap olmaktan, ezberden çıkıp sahiden işe yaradığı, rehber olabildiği an da o andır. Yoksa haftada yedi gün hatim indir, kime ne? Ne fayda?

Velhasıl uyanış uykuda olduğunu fark ederek başlar. Bu farkındalıkla gelen huzursuzluk insanı meraka sürükler ve eğlence başlar! Ancak uyanık kaldığımız süreleri arttırarak tekamül yolculuğunda ilerleme kaydedebiliriz.

İlahiyat fakültesi kitaplığından aldığım bir doktora tezinde kapakta yazan şuydu: İnsanlar Uyurlar, Ölünce Uyanırlar. Kesinlikle katılıyorum. Ancak bunun değiştirilemez kader çizgisi olduğuna inanmıyorum. Çünkü çok önemli bir tavsiye vardır ki, kimilerine göre bu bir hadis-i şeriftir ve bence on numara bir öğüttür: Ölmeden Önce Ölünüz!

İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed'e atfedilen söz, kesinlikle uyanış için gereklidir. İnsan ölmeden önce ölmez ise; nefsine, insan olma kostümüne yenilirse, dünya hayatının nimetlerine tamah ederse öldüğünde uyanır ancak. Hatta o zaman bile farkında olmayabilir. Kelime-i şahadet bu noktada kesinlikle çok kıymetlidir. Çünkü bedeni bırakma anındaki farkındalık tekamülde büyük değer taşır.

Bütün ibadetler nefis terbiyesi oluşturulsun diye önerilen bir seri egzersizdir. Kavrayıcı ve tanımlanamaz olan büyük gücün, Allah, Tanrı, Evrensel Sevgi her ne olarak adlandırıyorsanın O'nun, insanların düzenli uyguladığı ritüellere ihtiyacı olduğunu düşünmüyorsunuz herhalde? Öyleyse üzülürüm vallahi, zira 21. yüzyılda hazin bir bakış açısı. Bütün tavsiyeler, farz ve sünnetler insanın kendini bilme hali, uyanışı içindir. Çünkü kendini bilen, Rabbini bilir. Rabbini bilen de nihayet uyanmıştır! 

Buda Nirvana diyor, tasavvuf Vahdet-i Vücut. Artık hangisi hoşuna giderse.

Peki bunları neden anlatıyorum? Hepimizin farkında olarak veya olmayarak, inanç sistemini sorgularken ve/veya varoluş derdimizi felsefi açıdan kavramaya çalışırken zorlandığı, durmadan duvara toslarcasına tekrara düştüğü, zaman zaman arabeske bağlayıp "kader uleyn bu ben ne yapiim" dediği haller var. Yok mu? Acaba sahiden kader midir yaşadıklarımız? Bizim hiç hükmümüz yok mudur olan biten üzerinde? Mesela ben, kendi adıma en çok bunu merak ediyorum. Düzeltiyorum, ediyordum.

Artık etmiyorum. Çünkü oyun kurucusu olmadığım bir oyunda hem Allah ( yani ondan gelip, ona dönecek olan bir parça ) , hem de hiç olduğumun teslimiyetindeyim. Tek dileğim teslim olma halimin sınanmamasıdır.

Teslim olmak, olanı olduğu haliyle, yaratım nasıl sunduysa o durumuyla, sadece ve sadece "eyvallah" diyerek kabul edip, uyanık kalma halimizi sürdürmektir. Bu durumda sahiden mi teslim olduk, yoksa işimize geldiği sürece mi teslimiz hayat bizi sık sık sınavlara sokar. Samimiyetimizi, içtenliğimizi, uyanıklığımızı sınar. 

Mesela varlıkla, bollukla sınar..... Sınavların en meşakkatlilerindendir Allah'ın bolluk sunması. Bolca verdim sana der, bakalım sen ne yapacaksın? Sevdiklerimizle sınar.... İsyan etmemek için lal olmayı dilememiz gereken yer orasıdır bana göre. Yoksunluk, yoksulluk, ihanet, iftira.... Sınar da sınar. Pek çoktur sınavların çeşidi. En ufacık olandan, en kocamanına ve her an!

Benim sınavım cüzzi ve külli irade arasında nerede duracağımı anlayamamakla ilgiliydi. Yardım etmek, anlayış göstermek nereye kadar merhamet, nereden sonra ego/Tanrıcılık oynamak idi ayıramıyor, durmam, benden yüce olana teslim ve kabulle eğilmem gereken sınırı bulamıyordum. Kafam karışıyordu. Fakat kısa bir süre önce bu konuya açıklık getirmek için yakarırken, öyle bir sınava girdim ki, benden daha yüce bir sistem karşısındaki hiç olma halimi, kulluğumu derinden hissettim. O dakika benim eğildiğim an oldu. Bildiklerimin, insan olma deneyimimin beni kurtaramayacağı, sadece ve sadece evrensel ve kadim olana sığınabileceğim, ona açılıp, onunla konuşabileceğimi ve ne derse "eyvallah" cevabından gayrı konuşmamam gerektiğini anladım...

Yaşadıklarımız elbette kader değildir, uykuda geçirdiğimiz her an, diğer uyurgezer ruhlarla ilmek ilmek dokuyoruz geleceğimizi. Ama bir yüce güç var ki her an izliyor her birimizi, tıpkı bir annenin çocuğunu izlemesine benzetiyor bence bu hal. Evlatlarını/kullarını izliyor, iyi ve kötüyü deneyimlemelerini engellemeden, yaşadıklarından ders çıkarmalarını dileyerek, şefkatle seyrediyor. Günün sonunda aynı sofrada hepimizi doyuruyor elbette ama sadece uyanmak için didinenler yediklerinin şükründe, hazzında olabiliyor. O zaten her zaman, her birimizi biliyor ( sana şah damarından daha yakınım ) tanıyor, izleyeceğimiz yolu da biliyor. Üstelik bir hareket, seçim özgürlüğü de sağlayarak. Tam bir anne bilgeliği ve şefkati değilse ne idi ki bütün bunlar?

Bugün, burada yazdığım her şey benim kişisel yorumum ve eminim öğrenmeye devam ettikçe, sınandıkça söylediklerim değişecek ve dilerim derinleşecek. Şimdilerde buz dağının zirvesiyle karşılaşmış kaşifin neşesi var içimde, uyanma umudumun itici gücü. Sırf bu sebeple canlı hissediyorum. Uyuyarak geçirilecek bir hayat değil, tam farkındalıkla ve canlı/uyanık olarak yaşamak istiyorum. Eğer bunu başarabilirsem biliyorum ki ölümüm huzur dolu olacak. Tıpkı bir yılanın işini görmeyen derisini bırakıp döngüye saygılı davranması gibi sakince, kabulle.. 

Çok düşünürüm ben ölüm hakkında, travmam ölümdür. Ölü doğmak üzere bir bebekmişim, son dakikada tutunmuşum hayata. Babam ben dokuz yaşındayken öldü. Sonra Victor... Ama öyle bir şey oldu ki, sıra ansızın kardeşime geliverdi. İşte o zaman ölüm hakkında değil, yaşam hakkında düşünmem gerektiğini idrak ettim. Bizi ölümün kıyısına getiren şey, o derin anlamsızlık gaflet uykusundan gayrı bir şey değildi. Evet, ölebilirdi. Bunu asla değiştiremezdim ama o hayattayken sahiden canlı olmak ikimizin de elinde. Gerçekten doya doya yaşayabiliriz. Bize bizden başka engel yok ki. Hayat her dakika biz uyanalım diye bin bir güzellik seriyor önümüze. Başını okşadığımız kedi, hal hatır sorduğumuz komşu, karnını doyurduğumuz can, su verip öptüğümüz çiçek.... Kendimizi düşünmek ve başkalarını düşünmek arasındaki denge o kadar değerli ki, sanırım ben orada çuvallamışım. Kahraman kostümüm egomu davul gibi yapmış. Kasmaktan yaşayamamışım. Alkışa karşılık neşemi satmışım!

Velhasıl kelam cüzzi irademle yaşamayı ve canlı olmayı seçerken, külli olana eğilmenin ve teslimiyetle gelecek deneyimlerin önünde eğiliyorum. Kul olmak ne güzelmiş. 

Unutmayın herkes kendi hapishanesini yaratır ve oradan kaçmanın tek yolunu da kendisi bulabilir. Dilerim ki her birimiz için uykuda/hapiste değil, cennette, şenlikli bir dünya deneyimi olsun.

Çok amin:)



*Bakınız Freud Totem ve Tabu


*

27 Ekim 2021 Çarşamba

KABUS; gidecek yerimiz yok diyebilirsin.....

 



Bütün gün iki zıt duygu arasında çırpındım. Kelimenin tam anlamıyla çırpındım. Gece neredeyse hiç uyumadım ve kısacık uyuduğumda da derinden sarsan bir rüya gördüm. Gördüklerim korkunç değildi ama hissettiklerimin etkisi gün boyu devam etti.

Her şey dün oldu. Ama hala sahneler gözümün önüne geldikçe zorlanıyorum. Dün sabah yataktan kalktığımdan beri aynı şeyi düşünüyorum; ben doğru karar verdim. Peki o zaman neden bilinçaltım durup durup aynı filmi gösteriyor?

Karanlık, kalın bir palto var omuzlarımda. Tahtaları sökülmüş iskelede tek başıma oturuyorum. Bir evin rıhtımı gibi iskele. Arkamda durmuş, birkaç metre öteden beni seyrediyor. İki gün için o evdeyim sanki. Ama O uzun süre kalacağımı düşünüyor. Huzursuzum. Bunca zaman sonra artık tam vazgeçtiğimde ve içime sinmeyen yüzlerce cevaplanmamış soru varken burada ne işim var?Arkamı dönüp göz göze gelmek istemiyorum. Yine de orada olması güzel.

Sonra evin içindeyiz. Biri daha var. Orada olmamdan hiç memnun olmayan biri. Bana gerçeği anlatacağını söylüyor. Aslında biliyorum, anlatacakları hiç hoşuma gitmeyecek. Yine de onunla birlikte evden çıkıyorum. İskeleye doğru yürüyoruz. Çok karanlık. O duysun istemiyor, iyice evden uzaklaştırıyor beni.. Tam birşeyler söyleyecekken O geliyor. Susuyoruz.

Uyanıyorum. Darmadağın hissediyorum. Bin yıl da geçse hep bir umut var zihnimde. Neden? Çok yanlış, çok gereksiz bir umut! Bir kabus, hayatımın akışını zorlayan bir şey. Biri. 

Kalın bir palto varlığın; omuzlarımdan inmeyen, yaz ve kış...

https://www.youtube.com/watch?v=_CQzEC_0i48 

24 Ekim 2021 Pazar

HAFTANIN OLAYI!





Jordi Savall Türkiye'de! Hem de burada, İstanbul'da.

19 Ekim 2021 Salı

CANLI OLMAK VOL. II

 


İkinci durağımıza doğru giderken böyle sevimli şehirlerden geçtik. Dört kişi tatlı yiyip, üzerine çay içip on yedi lira hesap ödediğimiz an bir zaman tünelinde gibiydi! Kısacık kaldık oralarda ama sevdik. İnsanlarının sakinliği ve yıllar evvel nefis bir yeni yıl geçirdiğimiz şehirle benzerliği bize sevimli geldi.

Kulübemize varınca karnımız tok olduğundan dışarı çıkmamaya karar verdik. Tertemiz çarşaflar, sıcacık soba ve duş şansımız varken ne diye dökülecektik sokaklara? İki kişi seçtik aramızdan, onları en yakın tekele yolladık:)) 
İçmeyecektik de ne yapacaktık be yaa!

Aslında etrafı izlemekten ve maceradan maceraya sürüklenmekten hafif telef olmuştuk. Bu yüzden hepimize iyi geldi verandaya yayılmak. Ama yine kendimize göre bi tuhaflığın içine düşmüştük; on altı kedi ve iki köpeğimiz olmuştu birkaç dakikada.


Açıkçası hepimiz gayet memnunduk bu misafirperverlikten. Koyun koyuna oturduk bütün akşam. Yemeğimizi de paylaştık elbette. Gerçi masada pek bişi yoktu ama hayvanların aradığı da yemek değildi zaten.

Ertesi sabah dinlenmiş ve kendimize gelmiş olarak uyandık. Elbette bahçedeki koloni biz verandaya çıkar çıkmaz tam kadro kapıdaydı. Hatta bazıları geceyi belli ki bizimle geçirmişti.


Kahvelerimizi içer içmez keşif için yollara döküldük. Kahvaltı işini yolda çözecektik. Ne yesek bilemedik. Sahildeki bakkala güç bela ulaşınca ne sevindik ne sevindik! Misss gibi deniz manzarasına karşı kaşarlı, sucuklu tost yediniz mi hiç? Vallahi çok iyi geliyor.
 

İşin açıkçası tostu yapan bakkal abi hijyenden epeyce uzaktı ve onun bir ekmeği, bir bıyığını sıvazlamasıyla hasta olmadıysak bize bu kış karada ölüm yok derim. Ama boşver be ya, güneş bu kadar güzelken kim korkar hastalıktan? Göm gitsin yarım ekmeği dalgalara karşı.



Yolda filamingoları gördük! Yerle göğün birleştiği yerde bizi bekliyorlardı. Yani bizi salladıkları yoktu tabii de biz onları görünce durduk. Efsane manzaraya düşmüştük kaşla göz arasında ve tadını çıkartmadan devam etmedik. Oysa keyfin on numarası az ötedeymiş, ne bilelim...

İşte liman! Bu defa ışıklı, şıkır şıkır bir öğleden sonra ve karşımızda o gördüğünüz bulutların altında suyun öte yanındaki komşu var! Ne mi yaptık? İçtik yine:)) Napacaktık mis gibi Ekim güneşinde??? Açtık biraları, ortaya koyduk tuzlu fıstık paketini, aramızda kalbi, damarları hassas kimse yokmuş gibi bıraktık kendimizi hayata. 


Yetti mi? Yoooo bi de kayalıklarda, dalgakıranda yattık yuvarlandık sokak kedileri gibi:)) Nasıl olsa iki günde epeyce figür kapmıştık! Antik kent falan gezmedik. Öyle sıkıcı bi tip olmak istemedik hiçbirimiz. ne o ya hep bir kültür, sanat sepet? Bu defa bi saniye düşünmeden pas dedik.
Bakın yemeğe nereye gittik? Ve bizi kimler bekliyordu?

Elbette inekler! Bi de ölü yıkama arabası. ne mi yaptık. İçtikkkk. Yaşa ve ölüme, Rabbim bizi toz edene dek:))) Yok ya, bi kadehcik. Vallahi.
Kulübemize dönerken bakın bizi nasıl bir kıyı bekliyordu. Hani dünya dışı varlıklar gelse, ahanda o an oraya inerlerdi.


Ama gelen giden olmadı. Yazlıkçıların çekilmiş olmasının ve köylünün evine saklanmasının ekmeğine çöktük. Günün son ışıklara bir tek bize dans etti. Birileri buraya kamp kuracak dediler ya, bakalım kime kısmet?


Her türlü maymunluğu yapmadan ayrıldık mı oradan? Yooo, birikmiş maymunluk hakkımızı tepe tepe kullandık.

Nihayetinde de kulübemize döndük. Son gecemizdi... Acaba meyhaneye mi gitseydik, verandaya mı dönseydik? Oy birliği ile evimize döndük. Elbette önce mahallenin tekeline uğradık:))) kapıda çocuklar bizi bekliyorlardı. Beş on dakikaya pijamalar çekildi, alemlere aktık minicik cennetimizde.
Sıçtığımın hayatı bu kadar kolaydı be ya, kırk metrekare kulübe, bahçe, muhabbet. Gerisini sallamalıydık, ne etcektik başka?





CANLI OLMAK VOL I



Çok uzun zamandır yaşayan ölüler diyarındaydım. Zaman zaman uyanıp gözlerimi açmayı başarsam da, nicedir hayatın insanı tatmin eden şükür hali dolaşmıyordu damarlarımda. Satın aldıklarım, tükettiklerim keyif vermiyordu. Söylediklerim desen, olsa da hoş olmasa da. Dinlediklerim mi? Aslında kimseyi duymuyordum ki.. Yani ne yaşıyordum, ne de ölüydüm biyolojik olarak. Yaptığım yoga bir tür bypass idi bedenime. Fakat kalıcı çözüm olmadığı aşikardı...

Son bir yıl hiç kolay geçmedi. Evsiz, aç, kimsesiz değildim kabul. Yine de zorlandım.... Beş para etmez insanların çirkinliğine, korkaklığına tanıklık etmek, ölümün kıyısından dönen kardeşimi izlemek az buz değildi.

Yine de devran döndü, güzel günler geldi. Bir yerlere gittik biz ve dönüşte boğazıma düğümlenen duyguların çoğunu geride bıraktım. Öyle bir yer ki şu an, yani tam burası, sadece ve sadece yutabildiğim lokmaların teşekküründeyim.

Düğümler mi? Bıraktım.

Kuzeye gittik biz. Kendimize yurt aramaya. 


İlk durağımız bir balıkçı köyüydü. Bulutlu günden midir yoksa insanların istenmediğimizi hissettiren bakışlarından mı hiç anlayamadım ama içimden durmadan sorduğum soruya hiç bir ses gelmedi... Sebebini anladığım bir merhametsizlik vardı o kıyıda. Neşesizdi insanlar. Ekmek derdinden falan değildi mesele, ruhları donmuş, belki de bir cadı tarafından sökülüp alınmıştı kalpleri. Hayvanlar aç, susuz, yara bere içinde ve zayıftı. O kıyı balık ağlarının renklerine, yamacın güzelliğine rağmen çirkindi. Hızlıca uzaklaştık.


Sonrasında salkım söğütlerin altına saklanmış bir masada dikkatimizi derenin ve tarihin güzelliğine vermeyi seçtik. Takılmayacaktık iyi gelmeyene, kötülüğü çoğaltmadan değip geçecektik yaşama. Neyse ki hepimizin içsel kararı bu oldu önümüzdeki birkaç gün boyunca. 

Sigara böreği yiyecek kadar acıkmış köpeklerle yemeğimizi bölüşüp, son yılların en güzel patates kızartmasıyla biralarımızı yudumladık. Ne yazık ki durumu içler acısı olan bir Bizans Kilisesi vardı aynı yerde. İlk kez görmüyordum yeşermiş duvarları ve terk edilmişliği. Yine de ah etti kalbim es geçilmiş hazineye...

Buradan demir aldığımızda bir gece konaklayacağımız yere ulaşmıştık. Ormanın kıyısında ufacık bir kulübe. Eşyalarımızı içeri bırakırken bizi nasıl bir gece beklediğinden habersizdik. Ne muhteşem kumsalda kabuk toplarken, ne de hamsi tavaya acayip yakışan rakılarımızı yudumlarken bize pusu kuran maceranın sesini duymadık!


Bizim için kapatılmış gibiydi kıyıdaki lokanta. En çok isteyeceğimiz üç şey de vardı: rakı, peynir ve kavun. Önce sahilde dolanmanın ve rüzgarın keyfini çıkarttık. Sonra da rakının ve eşsiz manzaramızın. Sahiden evden uzaktaydık. İçimden sormaya devam ediyordum sorumu... Hala ses yoktu. Bir kadeh daha doldurdum.

Rüzgar, rakı ve tatlı bir yorgunluk vardı gecenin sonunda. Hepimiz sakinleşmiş, gevşemiştik. Macera mı? O bekliyordu, ormanın kıyısında! 

Açık havada soluklanalım derken kulübenin anahtarını içeride unuttuk! Anahtarla birlikte yorganlarımız, sobamız, ilaçlarımız ve ne varsa içeride kaldı! Bir saate yakın uğraştık kapıyı açmak için. Issızlığın ortasında olmanın ne anlama geldiğini de doya doya hissettik. Korkmadık fakat endişemiz her dakika arttı. Ufacık bir plastik parçasının yardımıyla kapı açılınca sobanın sıcaklığına fazlasıyla minnettardık. Oh dedik sahiden. Ses? O hala ortalarda yoktu. Soruma cevap gelmedi.

Sabah kahvaltımızın güzelliği acılı menemen ve kulübenin ardındaki tahta köprüyle geçilen orman oldu.

Bakmaya doyamıyorduk yeşilin ışıltısına. İçtiğim en güzel kahveydi elimdeki. Oysa evden getirmiştim, yani dün sabahkinin aynısıydı aslında:) Kahvaltı sonrası o bölgeyi özel kılan milli parka doğru yola koyulduk. Bizi bekleyen kartallardan, kuğulardan ve ağaçkakanlardan hiç haberimiz yokken, cennete davet edilmiştik!

Bu defa rakı yoktu ama nedense dün geceden daha sarhoş, daha keyifliydik ormanın derinliklerine doğru yürürken. Yolumuza çıkan çemberler, tırmandığımız kuş gözlem kuleleri ve eşsiz bir sazlık... Ayak seslerimizi duyunca suya zıplayan kurbağalar. Hepsi kendimizi bir ortaçağ masalında hissetmeye fazlasıyla yeterliydi. Yerlere dökülen yaprakların renkleri.... Daha güzel bir halı olamazdı ki!


Gökyüzüne, sazlıklara, ormana, başımızın üzerinde dolaşan kartala sordum sorumu. Derin bir sessizlik oldu duyduğum, rüzgarın kulaklarıma doldurduğu. Üzülmedim, tanışmış olmak güzeldi. Gördüklerimiz hepimizi büyülemişti. Buraya döner miydik bir başka mevsimde? Evet! Daha çok yürümek istiyorduk bu efsanevi ormanda. Ama artık yola çıkmalıydık. Kuzey doğudan, Kuzey batıya bir rota vardı önümüzde. İki tane yaprak aldım yerden, defterimin arasına koydum. 

Kısa bir ziyaret daha yaptıktan sonra yol üzerinde, sislerin arasında direksiyon sallamaya başladı fedakar ekip! Bu coğrafyadan ayrılırken hiç ummadığımız bir yerden uğurladı hayat bizi; aşırı şanslı olduğumuzu söyleyerek el salladı ardımızdan....

Yolda sislerin ardından çıkan mültecilerin çıplak ayaklarına bakınca birkaç saniye için korku ve çaresizlik ile merhamet arasına sıkışıp kaldık. Nasıl da hükmümüz yoktu kötülük karşısında.... 

Masal gibi bir bahçede yemeğimizi yerken, sislerin içinde parlayan güller vardı masanın etrafında. Her şey yan yanaydı hayatlarımızda; yaşam ve ölüm, sevgi ve nefret, güzellik ve çirkinlik... Her ne varsa hepsi el eleydi. Son bir kez sordum sorumu, cevap yoktu.



12 Ekim 2021 Salı

SALI

 

Dünya'nın düzenini, ülkenin toplumsal kurallarını anlamadan gidecek miyim diye hiç düşünmüyorum. Zira öyle bir düzen, akılla mantıkla kabullenebileceğim bir seri kural yok!

Sadece kaos var. Sadece kişisel çıkarlarını kollamayı vicdanla cilalayan feodal bir canavarlık var.

Bu noktada uzlaşmacı olamadığım için hiç üzgün değilim.

Bu sabah altın ve döviz vaziyetine baktım da acaba kimler elini ovuştura ovuştura sabah kahvesini içiyordur? Ben değil:) Ben ısrarla orta halli olma pozisyonumu koruyan, yakında türü azalmışlar yaftasıyla müzede sergilenecek olanlardanım.

Önümüzdeki süreçte neler var gerçekten bilmiyorum. Bilen birileri olduğuna da hiç ikna değilim. Sadece bazı insanların ezoterik bilgiyi iyi okuduğunu ve başarılı tahminler yaptıklarını düşünüyorum. Onları takip etmem de sırf züppeliğimden, kendimi beğenmişliğimden. 

Diyeceğim fazla da bişi yok bu sabah aslında. Belki ufak tavsiyelerim olabilir. 

Alışveriş listesi:

Piknik tüpü

Portatif güneş paneli

Powerbank

Mum

Kibrit

Çakmak

Un ( Cam kavanoza koyun, güneş görmesin )

Şeker

Tuz

Konserve Ton balığı

Nohut, fasulye, bulgur vs vs

Derin dondurucuyu fazla doldurmayın. Elektrik kesintileri artabilir diyorlar. Evde birden fazla damacana su tutun. Sık sık dönüşümlü kullanın.

Sahiden gerekli değilse harcamalarınızı kısın. Paranızı kaliteli yiyeceğe harcayın.

Biliyorum, sabah sabah pek iç açıcı bişiler yazamadım ama ben bütün bunları yaptım, yapıyorum. En kötü ihtimalle stoklu gitmekten zarar gelmez diye düşünüyorum.

Salı sallanır derler.... Sıkı tutunalım bari.

11 Ekim 2021 Pazartesi

ŞİMDİ BENİM SIRAM




İçine doğduğu hayata eyvallah demeyen, diyemeyen inatçı, savaşçı, gerçeklikten uzak bir kadın ve bir erkek, şehirlerin en kutsalında, azizelerin en büyüğünün eteğinde karşılaşırlarsa ve birbirlerine verecek birer kalpleri bile yokken ben doğmuşsam kimse benden fazla bir şey beklememeli. İki örselenmiş ruhun çağrısıyla geldim Dünya'ya. Geldim işte, daha ne? Ne?

Bir ömrü arayarak geçirdim. Kimseyi değil, kendimi.

Aşırı, çok aşırı şanslıydım her zaman. Nefis adamlar, eşsiz kadınlar çıktı yoluma. Kimine kal diyemedim, kimiyle ben duramadım. Ne halt ettiysem kötülüğe dair, bir bir ödedim. Beş insana nasip olamayacak zenginlikte geçti hayatım. Sevdim, sevildim. Tahtlara kuruldum, gün oldu yerden yere vuruldum.
 
İçimde uluyan kurtları susturamadım...
 
Gelmiş geçmiş herkese ve her şeye kocaman bir eyvallah bu akşam. Benden, Elvan'dan kocaman bir eyvallah fani Dünya'ya:)

https://www.youtube.com/watch?v=-rPOS4GQD50


8 Ekim 2021 Cuma

SERBEST ÇAĞRIŞIMLAR


Ihlamur ağacımı tanıyor olmalısınız. Utanarak hatırlatıyorum, ben de kendisiyle pandemi sürecinde tanıştım. Ondan önce arka bahçemde böyle bir güzellik olduğunun farkında bile değildim. İnsan öylesine kör ki baktığına...

Apartmanın arka dairesinden ön köşeye taşındığımda, biliyorsunuz aynı ıhlamurla farklı bir açıdan devam etti dostluğumuz. Bu defa yoga odasının penceresinden yapraklarını, dallarını seyretmeye başladım. İyi de geldi bana, çünkü tek başıma matta olmayı bazen hiç sevmiyorum. Buraya kadar iyi hoş, hatta sıradan ama asıl tatlılık geçen hafta oldu. Balkonum yarı kapalı bir balkon olmasına rağmen, sevgili ıhlamur ağacım bana bir çiçeğini yollamış!

Ona Ihlamur Perisi dedim. Çünkü kollarını havaya kaldırmış ve bir şeyler anlatan incecik bedeni bana bir orman perisini anımsattı. Ne orman perisi yaw, sanki peri görmüş gibi anlatıp komik olma mı dedi aranızdan birisi. Haklıdır. Haklısınız, hiç orman perisi görmedim , yani henüz ama hayat boyun inandım bir yerlerde olduklarına. Yoksa bunca mucize nasıl gerçekleşiyordu??? Tanrının yeryüzünde bir eli olmalıydı? 

Benim ıhlamur perisi de öylece rüzgarla gelen bir yaprakçık nihayetinde. Fakat beni bambaşka bir hatıraya götürdü, bunu daha önce anlattığımı sanmıyorum.
Bodrum'daki evimizde günleri uzun yaşardık. Her şeye yeten sonsuz dakikalarımızla uyanırdık her gün. Yazsa yüzmeye gider, bolca güneşlenir, öğle saatlerinde uyur, sonra uyanıp limanda gezerdik. Akşam olduğunda da masallar dinleyerek yumuşacık yataklarımıza dönerdik. Kışsa işler daha da masalsı bir havaya bürünürdü. Dev bir ekrana benzeyen balkon penceresinden mandalina bahçesini seyrederek resimler çizer, müzik dinler, yine bin bir güzel yiyecek ve hikayeyle uzun, gerçeklikten uzak günler, geceler yaşardık.

Kiraz Kız ile annem tanıştırdı beni. Kim bilir kaçıncı doğumgünümün sonrasında mucizevi bir bebek yaratmıştık annemle: Kiraz Kız.
Bodrum'da o yıllarda sayılı pastane vardı ve pastaları da sanırım çok şehirlilerin bildiği gibi değildi henüz. Bu yüzden babam doğumgünü pastalarımızı İzmir'de yaptırırmış ve Ahmet dayı da gidip getirimiş. Ne güzel di mi? Çünkü o kocaman pastaları bütün mahalle birlikte yerdik. Efsanevi doğum günü fotoğraflarımız vardır kalabalık ev toplantılarından.
İşte o pastalardan birinin altındaki beyaz dantelli kağıtla başladı bizim öykümüz. Ben de Ihlamur Perisi ile o zamanı hatırladım.
Annem kiraz getirmişti yememiz için, kocaman, tatlı sulu kirazlar. İzmir'den geliyordu. Kemal Paşa'dan. Bizimkiler çok acayipmiş sahiden, güçlerinin yettiği en iyi şeyi bize vermek için sahiden telaş ettiklerini hayal meyyal hatırlıyorum. İşte bizim Kiraz Kız aslında önü ardı bir Kemal Paşa kirazı idi. Ta ki annem onlardan birini çekirdeği sapından kopmadan tüm etli kısmını yiyerek kurutana kadar!
Cin Ali kitabındaki karakterler gibi incecik bir beden ve ve kafaya benzeyen bir form elde etmiştik. Üstelik kirazın etli kısmını çekirdeği saptan kopartmadan yemeye çalışmak bir çocuk için nefis bir sabır ve beceri sınavıydı. Fakat işin en eğlenceli kısmı kirazlar hafifçe kuruduğunda geldi. Annem kiraz sapının etrafına pastanın altındaki dantelli kağıttan kestiği parçalarla konik elbiseler yaptı! Sonra keçeli kalemle gözler ve gülen bir ağız çizdik! Aman tanrım, artık yüzlerce oyuncağımdan çok daha ilgi çekici bebeklerim olmuştu! 
Çok mutluydum. Kar Perilerine benzeyen Kiraz bebeklerime bakmalara doyamıyordum. Sanırım annem de benimle beraber yaratmanın hazzını yaşıyordu. Bunun ne denli özel olduğunun hakkını ancak şimdi verebiliyorum. İşte o minicik Ihlamur Perisi beni Kiraz Kız ile tanıştığım yaza götürdü. Hayatın inceliklerini, güzelliklerini önüme seren anne ve babama sahiden müteşekkirim.

Muhteşem bir çocukluk yaşadığımı düşünmüyorum. Ama fırtınaların ortasında birbirine sıkı sıkı tutunmuş dört maceraperesttik ve birbirimizi bulmuş olmamız kesinlikle mucizeviydi. Bunu anılarımızı düşündükçe çok daha iyi görüyorum.
Aydınlık tarafım kesinlikle bu minicik tılsımlı anılardan geliyor. Bu yüzden de çocuklarla çalışmak çok değerli, tılsımı ılık tutup, sonraki kuşağa emanet etmek, hayatı madde ile tanımlamak gafletinden uzak kalmak için....

Mucizelerle dolu bir Cuma olsun :)

7 Ekim 2021 Perşembe

SARMALLARLA SARIP SARMALAYAN GÜZEL HAYAT!



 

Dün okula gittim. Bir buçuk yıldan sonra yeniden matta ve çocuklarla olmak inanılmazdı. Hayatımın işini yaptığımı hissediyorum. Üstelik çok şanlıyım. Çünkü birden fazla keyif aldığım iş var. Arkeolojik çalışmalar da benim için böyledir; büyüleyici. Her defasında neden ödeme yaptıklarını anlayamam. Sanki hayata bağlanmak için yaptığım bir şeydir işim ve benim karşı tarafa ödemem gerekir!

Neyse, dün sabah bambaşka hislerle uyanmıştım. Enerjim o kadar düşüktü ki, okulu arayıp bu hafta gelemiyorum demeyi bile düşündüm. Bazen fiziksel olarak inanılmaz bitik hissediyorum. Bu beni korkutuyor, hiç alışık olmadığım bir durum. Yaşlanmak böyle mi olacak acaba? Yediğin dokunacak, uykun kalitesiz olacak, gün içinde rahatsızlık hisseden kasların, değişik duygu durumlarını idare etmekte zorlanan zihnin... Sahiden sevimsiz. 

Bütün bunları hissetmenin bir anlamda da olumlu olduğunu fark ediyorum. Kalan süreyi işaret ediyor, iyi planlamanın  gerekliliğini. Özellikle ekonomik olarak doğru hamleler yapılmasının ne denli elzem olduğunu. Yavaş yavaş sadeleşmenin kıymetini hissediyorum. 

Deniyorum. Elimden gelenin en iyisini  yapmak için sahiden uğraşıyorum. Yazmak hep arka sıralara düşse de en azından beslenme konusu keyifli bir noktaya geldi. Kendime renkli ve canlı yiyecek almayı sonunda öğrendim. Bu bile müthiş bence. Victor yaşasaydı, benimle gurur duyardı. Hele kendime bir doktor randevusu ayarlayıp bu işi ciddiyetle ele aldığımı duysa eminim gözlerinin içi parlardı...

Çok işim var kış bastırmadan evvel. Öncelikle depodaki eşyalardan kurtulmam gerekiyor. Haftaya Ekin'in bahsettiği ikinci el retro eşya toplayan kızı arayacağım ve tekrar Artam'la görüşeceğim. Çerçeveye gidecek resimler, aynalar ve püskülü yenilenecek halılar... Parlatılacak veya artık sevilmediği için satılacak bakır ve gümüşler. Hepsi beni bekliyoo.. Of! Yazarken korktum:))

Ama arada nefis iki gezi planladık. Bi de Noel geliyor!!!! Kurabiyeler, sofralar olacak! Kartlar, mektuplar... Zorluklar ve güzellikler hep yan yana akacak. Ben mi? Ben bazen akıllı olup, dikkatimi güzele vereceğim, kimi zaman da eski döngülere yenilip Elvan'ın kırılmış, zorlanmış haline tanıklık edeceğim.

Eskiden öfkeme sımsıkı tutunurdum. İçimi kavurmasına, beni ele geçirmesine izin verirdim. Haklı olmak çok önemliydi. Adalet istiyordum. En ufak konudan, en mühim mevzuya adalet savaşçısıydım. Ya şimdi? Sadece huzur istiyorum. Huzurun formülünü de buldum. Sade ve basit bir hayat! Az eşya, az insan, bolca kendi başınalık. Asıl adalet kendine şiddet uygulamayı bırakmakmış. Bu gezegene  sadece üzülmeye gelmiş olamam, mutlaka benim için de iyi günler planlanmış olmalı. Biraz hayatın ikinci yarısına kalmış olsalar da onları mümkün kılmak en büyük isteğim.

Yaşasın haftanın kalan günleri o zaman! Bugün Avrupa yakasında gezegeni kurtaracağım. Yarına Allah kerim:)






3 Ekim 2021 Pazar

SINIF SIKINTISI

 

Ben kırk yıl düşünsem bir tanım bulamazdım ya, Prusya Kralı dediğinde dank etti kafama, "hah" dedim, "işte benim de zorlandığım insan grubu: Sınıf sıkıntısı çekenler!"

Durmadan tırmalayanlar. Kendilerine yabancılaşmak pahasına yirmi dört saat sahnededirler. Babaannemin deyimiyle kan kusup kızılcık şerbeti içtim derler. Hayat boyu ne yapsalar, ne etseler mutlu olmazlar, çünkü onaylanmak ve saygı görmekle ilgili toplumsal kalıplarına esir olmuşlardır.... 

Açalım mı konuyu biraz.

Eski kocamı nasıl tanıdığımı anlatmış mıydım? Tersanede tanıştık. Yüzü gözü yağ içindeydi. İşçi zannetmiştim onu. Nişantaşı çocuğu olduğunu haftalar sonra bir gulete yemeğe davet edilince öğrendim. Sonra da içimden tüh dedim ama zamanla tanıdığım en asil, en görgülü insanlardan biri olduğuna karar verdim. Ben pek haz etmesem de  kendi sınıfına yakışan bir adamdı. Bu yüzden her ne kadar birimiz pazardan, diğeri illa Burlington marka çorap alsa da evlenmekte sakınca görmedim. Sonuçta çorap işte dedim geçtim.

En yakın dostum, Burhan. O da öyledir. Doğuştan insandır, asildir. Ruhu o kadar kusursuzdur ki, içinde öylesine içten bir adalet duygusu vardır ki, sınıf bilincinizi allak bullak eder. Çünkü geldiği yeri bilir, ailevi özelliklerini taşır ve bu yüzden de kompleksiz ve hazımlıdır. Güzele açıktır, kıymetliyi kıymetsizden ayırmayı bilir.

Suat ve Jasmin de öyledirler. Çalışkan, köklerine sahip çıkan ve kendini tanışıklıkları ve maddi olanaklarıyla tanımlamayı ayıp bulan insanlardır. Bunca yıllık arkadaşlığımızda bir kez para pul konuşmuş değiliz.

Oysa bir de perdenin öte tarafında gülünç duruma düşenler var. Şu geldiği kaba sığamayan, ha bire basamakları zorlayanlar. Prusya Kralı anlatınca anladığım ve benim de iletişimde ve takdir etmekte zorlandığım insan modeli. 

En pahalı kıyafetlerin içinde yetersiz beslenme günlerinden yadigar raşitik bir duruşları vardır. Gucci giydirse, ı ıh, olmaz. Anadolu'nun bağrından gelip, İstanbul'da iyi kötü bir koltuk kapmalarına rağmen kendilerine yabancı cümleler, yüzlerine oturmayan gülümsemelerle adeta çırpınırlar kabul görmek uğruna.

Kızıyor muyum? Daha ziyade acıyorum. Nasıl olur da insan bu kadar özüne uzak düşer? Bu insanların içinde kopan fırtınalar dayanılır cinsten midir? Nedir bu hırs? Sahiden ederi var mıdır?

Zaten öyle nafile bir çaba ki.... Zira hayal ettikleri basamağa ulaşmanın yolu uzun, en az birkaç kuşak isteyen sancılı bir yolcuktur. Sadece para sahibi olmak ve davetlerde boy göstermek yetmez. 

Sanat dünyasından örnek verelim. D. E.'e yaklaşabilirsiniz, bir resmini de alabilirsiniz. Zaten Nişantaşı'nda her doktor odasında bi tane var, sizin neden olmasın?? Buraya kadar sorun yok. Hatta kendisini şurda burda yakalayıp bir dergide, en kötü ihtimalle instagramda boy göstermek de mümkündür. Ama aynı şeyi rahmetli Mehmet Eyüpoğlu ile yapamazdınız. Kendisi davet mavet gibi şeylerle ilgilenmezdi ki denk gelin! Bahçesinde, atölyesinde, bir avuç dostuyla, öğrencileriyle işinde gücündeydi Mehmet Amca. Kocaman bir manevi servetin veliahtı olmasına rağmen, neşesi, tevazusu sonsuzdu. Yazma şenliklerinde elleriyle yıkadığı meyveleri ikram ederdi. Uzun uzun, derin derin bakar, kalbi ısınırsa sohbete girerdi.

Arkeoloji dünyasında da işler böyle yürür. Dernek, kulüp seven, basının ilgisini çeken bir hocayla fotoğraf çektirebilirsiniz. Mesela M.İ.Ç. veya rahmetli E.A. Eyvallah, kendi çapında kıymetli isimler bunlar ama gel gör ki ömrünü işine adamış Yaşar Yıldız'ı kim tanır? Oğuz Alpözen gibi iktidarı boyunca durmaksızın şov yapan, gösteriş meraklısı ve bence pek de temiz olmayan müzeciyi neredeyse tüm ülke bilirken, gelmiş geçmiş en büyük restoratör Yaşar Abi ne oldu?

Hayat çok ilginç. Ruhunu şeytana satanlara sadece üzülebiliriz. içiniz rahat olsun, onlar da bize üzülüyorlar:)))

Böyle çok isim sayabilirim. İ. O. , Y. B. mesela. Aynı kefeye koyamazsın. Bilen bilir kim ne kadar değerlidir ve ona göre alır mesafesini. İ. Hocayla sohbete çekinirsiniz. Adam derya! Ama diğeri cebinizde para varsa hemen kankanız olur. Kaç sanatçının ahı vardır servetinde bilen bilir.... Ben en az üçünü biliyorum mesela. En yakın dostlarımdan birini dolandırmaktan beter etmişliği vardır. Ama bu tipler kimin üzerine bastıklarını umursamazlar ki, akılları fikirleri açlıktan kıvranan ruhlarını doyurmaktır. Ah be canım, keşke ruh dediğin statüyle, parayla doysaydı... Bak en yukarıya, canım büyüğüm doydu mu?

Ben neden sabah sabah bunları yazdım, hatırlayayım diye. Uzak kalacaksın bu insanlardan. Kendine yabancılaşmaya değmez. Temiz, aydınlık ve sahici olana yakın duracaksın. Geldiğin yeri bileceksin. Ailenin ve atalarının mirasını güzel taşıyacak, ruhunu maneviyatla yücelteceksin. Ama dilde olmayacak, seçimlerinde, yaşamında tadına vara vara yaşayacaksın. Ben dostlarımı böyle seçiyorum. Sınıflarına yakışmalarına, ortak dil bulmaktaki hünerlerine göre yaklaşıyorum. Elbette bir bedel de ödüyorum piyasa değeri olan yüksek faturalı tiplerden uzak durarak ama bence değer:)

Neyse ki çok genç yaşta anladım neyin sahte, neyin sahici olduğunu. Burhan Amca'nın sergi açılışlarından bu yana bilirim sanat dünyasının  temiz ve kirli isimlerini. İçine doğduğum kasaba, hayatımı geçirdiğim şehir sayesinde bir bir sayarım hem ruhu, hem işi parlayan insanları ve foyası çıkanları.

En büyük şansım da kardeşim sanki.. Bende olmayan bakış açısı onda var. Tanımlayıp, kenara çekilmeyi biliyor. 

Sonuç: Ne mutlu olduğu gibi görünmeye gücü kudreti yeten ruhlara. Aysel Kocaoğlan'a, Alim Ekinci'ye, Güven Arsebük ve nicelerine....


2 Ekim 2021 Cumartesi

BEYAZ GECELER




Beyaz Geceler kısacık ama çarpıcı bir  kitaptır.  Okuduğumda on beş yaşındaydım. O zaman bu zaman Rusya'yı merak ederim. Özellikle de Petersburg ve Ural Altay Dağlarını.

Dün gece eski sevgilimle birer bavul hazırlamış Rusya'ya gidiyorduk. Sebep? Bilmiyorum. 

Bir an yan yana bavullarımızı gördüm, sonra havada süzülüyorduk. Uçuyorduk! Uçak seyahatinden ziyade zaman yolcusu gibiydik. Aşağıdaki arazide aslanlar, kaplanlar, zürafalar geziniyordu. Bizde hafif  bir rüzgar eşliğinde onları seyrediyorduk. Bütün hayvanlar çiftti.  İyi de neden Afrika üzerinden gidiyorduk? Yoksa coğrafya bilmiyor muyduk? Bizim ilişkimizde, daha doğrusu ilişkisizliğimizde de her ayrıntı gayet absürd olduğuna göre neden rüyam makul olsundu ki? Besbelli bir araya gelişimiz rüyada bile akıl karı değildi.

Sonrası karman çorman. Ulaştığımız yer bir araştırma merkezi. Besinle ilgili bir iş yapılıyor. Bir süper marketin ürünleri için sanırım. İkimiz de orada kalıyoruz. Aynı odada ve aynı yatakta. Ama sırt sırta uyuyoruz. Rüya o an birkaç dakikalığına gerçek oluyor ve ben içimden konuşuyorum: "zaten birbirimize yabancıyız, neden yüz yüze uyuyalım ki!" diyorum.

Velhasıl artık nasıl bir ruh durumuyla yatağa girdiysem, hayatta halledip kenara koyamadığım mevzuyu rüyamda anlamlandırmaya gayret edip, izlediğim bilim kurgu filmleri ve gelecek kaygılarımla kolaj yapmışım! Üst komşunun köpeklerinin ağlama sesi ile uyandım. 

İnsan zihni ne garip işliyor. Pek çok sembol vardı rüyamda. Kulağımdaki küpeler, kuzenim elindeki altın balık, annemin eski eşinin elinde bir fileyle güle oynaya gelmesi, annem ve kardeşimin fotoğraflarını çekiyor oluşum...

Hayatın mucizelerini, bilinmezlerini çok ilginç buluyorum. Hayırlara vesile olsun diyelim Afrika üzerinden Rusya seyahatim.


1 Ekim 2021 Cuma

İNCELDİĞİ YERDEN KOPSUN!



 

O hooo, kime ne anlatıyorum ben? Kırılmış, kızgın ve özür bekleyen biri değilim ki. Yani en azından senden böyle bir beklentim yok. Üstelik beni kırmış falan da değilsin. Evet, senelerce oyaladığın, duygusal ve zihinsel olarak yorgunluk hissi yarattığın doğru. Sıkıldım senden ve senin gibi kendi öncelikleriyle, bencilce yaşayanlardan. Fakat bu bezgin halim senin becerin değil, benim kendimi korumaktaki beceriksizliğim. Dolayısıyla açığa çıkan kırgınlığın ve öfkenin hedefi benim, fatura bana, sana değil. Özür dileyecek biri varsa o da benim, ben, kendimi paçavra ettiğim için benden çok özür dilerim. 

Velhasıl boşuna arama, her telefonunu aynı nezaketle geri çevirip, sen ve senin gibi senelerce neşemi çalan herkesi ardımda bırakıyorum. Hem ne var bunda büyütecek? Zaten son on yılda toplasan kaç yemek yedik? Kaç kahve içtik? Güldük mü beraber? Yooo. Geldin, derdini kustun, işler yoluna girince kayboldun! Hem isim de verdin bize dostuz dedin utanmadan.

Nerede kazanılmıştık ki birbirimiz için şimdi kayıp olalım? Hem bak ben bizim bahçedeki ıhlamurla epeyce ilerlettim samimiyeti, anlayacağın o ki bitki ve hayvan sever oldum. Homo sapiens beni bozuyor. 

Başka bişi yoksa, selametle tatlım kıymetlim, selametle..