30 Ekim 2021 Cumartesi

CANLI OLMAK



 

Malumunuz karşılaştırmalı dinler tarihi en sevdiğim konulardan biridir. Mevzuya merakım tam olarak babam öldükten üç yıl sonra başlamıştı. Hatta annemle aramızda geçen sahneyi de gayet net hatırlıyorum. Yeni evimize taşınmıştık. Annem tam banyom bitmek üzereyken kapıyı tıklattı. Bizim evde mahremiyete saygı çok önemli olduğundan, hiç anlam veremedim.

Bana artık büyüdüğümü ve babama dua etmeden evvel abdest almam gerektiğini söyledi. Gösterdi, anlattı, birlikte yaptık. Sonra bir iki kitap verdi, çocuklara uygun din bilgisi anlatan resimli kitaplar. Hepsini sevmiştim. Hele Hazreti İbrahim'in putperestlikten tek tanrılı dine geçişi efsaneydi. O an adamım belledim kendisini. Ama nedense şu abdest işine fena takılmıştım. Zaten yıkanmıp ve temizlendiğime göre onca abidik gubidik hareketi neden yapacaktım? Evirdim çevirdim ve nihayetinde kafam basmayınca, yapmamaya karar verdim. Fakat içime sinmedi, ya bir şey kaçırıyorsam ve dualarım boşa giderse diye huzursuzlandım.

Böylece, iğneyle kuyu kazma serüvenim başlamış oldu. İyi de oldu. İlk tepkim inkardı. Öğrendikçe inkar ettim. Sonra ilginç bir viraja geldik ve inkar ettikçe daha da meraklandım. Ve merak ettikçe de konuya hakimiyetim ve keyiflenme hissim arttı. 

Hala yüzlerce cevaplanmamış sorum olmasına rağmen, elli yaşımın eşiğinde iyi kötü bir yerlere oturttum varoluşla derdimi. Doğru soru sorulmadan doğru cevabın gelmeyeceğini, o soruyu sormanın özgür irademin dışında olduğunu ve kolektifle bağını anladım. Teslimiyet diye bişi vardı ki, idrak üstü yere zıplamanın anahtar oydu!

Bir sebepten bu gezegendeydik ve yine bir noktadan sonra bilemediğimiz bir enerji ağında dahil olduğumuz kısa ve uzun döngüler vardı. Alemler/felekler vardı...

Aslında en ilkel toplumdan*, en son gelen tek kitaplı dine kadar bıkıp usanmadan aynı şey anlatılıyordu elçiler, uyanmışlar. Her toplum kendi döneminde diline, kültürüne uyumlu yeni bir terminoloji yaratıyor ve bir öncekinden gözüne hoş görüneni, kabulü kolaylaştıracak olanı alıp, hikayeyi yeni versiyonuyla anlatıyordu.  (update ediyordu diyebiliriz bence:)) 

Neden mi? İnsanlık kadim bilgiyi unutuyordu... Toplumlar bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış gibi derin bir uykuya kolayca geçiyorlar ve insan bedeninin bir kostümden ibaret olduğunu unutuyorlardı! Her unutuşa bir hatırlatıcı görevlendirildi. Peygamber dediğimiz insanların insani yanlarının, zaaflarının dışında uyanmış haberciler, elçiler olduklarını söylersem sanırım yanlış olmaz. Buda da bir uyanmıştır. Atatürk de bir uyanmıştır.

Uyanıklık hali varlığın bu alemde ve bu bedende ki sınırlı bilginin  ve akıl sınırlarını aşarak sezgisel boyuta yükselip doğrudan kaynaktan inen gerçeğe ve sevgiye açılması demektir bence. Tüm bilginin defter kitap olmaktan, ezberden çıkıp sahiden işe yaradığı, rehber olabildiği an da o andır. Yoksa haftada yedi gün hatim indir, kime ne? Ne fayda?

Velhasıl uyanış uykuda olduğunu fark ederek başlar. Bu farkındalıkla gelen huzursuzluk insanı meraka sürükler ve eğlence başlar! Ancak uyanık kaldığımız süreleri arttırarak tekamül yolculuğunda ilerleme kaydedebiliriz.

İlahiyat fakültesi kitaplığından aldığım bir doktora tezinde kapakta yazan şuydu: İnsanlar Uyurlar, Ölünce Uyanırlar. Kesinlikle katılıyorum. Ancak bunun değiştirilemez kader çizgisi olduğuna inanmıyorum. Çünkü çok önemli bir tavsiye vardır ki, kimilerine göre bu bir hadis-i şeriftir ve bence on numara bir öğüttür: Ölmeden Önce Ölünüz!

İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed'e atfedilen söz, kesinlikle uyanış için gereklidir. İnsan ölmeden önce ölmez ise; nefsine, insan olma kostümüne yenilirse, dünya hayatının nimetlerine tamah ederse öldüğünde uyanır ancak. Hatta o zaman bile farkında olmayabilir. Kelime-i şahadet bu noktada kesinlikle çok kıymetlidir. Çünkü bedeni bırakma anındaki farkındalık tekamülde büyük değer taşır.

Bütün ibadetler nefis terbiyesi oluşturulsun diye önerilen bir seri egzersizdir. Kavrayıcı ve tanımlanamaz olan büyük gücün, Allah, Tanrı, Evrensel Sevgi her ne olarak adlandırıyorsanın O'nun, insanların düzenli uyguladığı ritüellere ihtiyacı olduğunu düşünmüyorsunuz herhalde? Öyleyse üzülürüm vallahi, zira 21. yüzyılda hazin bir bakış açısı. Bütün tavsiyeler, farz ve sünnetler insanın kendini bilme hali, uyanışı içindir. Çünkü kendini bilen, Rabbini bilir. Rabbini bilen de nihayet uyanmıştır! 

Buda Nirvana diyor, tasavvuf Vahdet-i Vücut. Artık hangisi hoşuna giderse.

Peki bunları neden anlatıyorum? Hepimizin farkında olarak veya olmayarak, inanç sistemini sorgularken ve/veya varoluş derdimizi felsefi açıdan kavramaya çalışırken zorlandığı, durmadan duvara toslarcasına tekrara düştüğü, zaman zaman arabeske bağlayıp "kader uleyn bu ben ne yapiim" dediği haller var. Yok mu? Acaba sahiden kader midir yaşadıklarımız? Bizim hiç hükmümüz yok mudur olan biten üzerinde? Mesela ben, kendi adıma en çok bunu merak ediyorum. Düzeltiyorum, ediyordum.

Artık etmiyorum. Çünkü oyun kurucusu olmadığım bir oyunda hem Allah ( yani ondan gelip, ona dönecek olan bir parça ) , hem de hiç olduğumun teslimiyetindeyim. Tek dileğim teslim olma halimin sınanmamasıdır.

Teslim olmak, olanı olduğu haliyle, yaratım nasıl sunduysa o durumuyla, sadece ve sadece "eyvallah" diyerek kabul edip, uyanık kalma halimizi sürdürmektir. Bu durumda sahiden mi teslim olduk, yoksa işimize geldiği sürece mi teslimiz hayat bizi sık sık sınavlara sokar. Samimiyetimizi, içtenliğimizi, uyanıklığımızı sınar. 

Mesela varlıkla, bollukla sınar..... Sınavların en meşakkatlilerindendir Allah'ın bolluk sunması. Bolca verdim sana der, bakalım sen ne yapacaksın? Sevdiklerimizle sınar.... İsyan etmemek için lal olmayı dilememiz gereken yer orasıdır bana göre. Yoksunluk, yoksulluk, ihanet, iftira.... Sınar da sınar. Pek çoktur sınavların çeşidi. En ufacık olandan, en kocamanına ve her an!

Benim sınavım cüzzi ve külli irade arasında nerede duracağımı anlayamamakla ilgiliydi. Yardım etmek, anlayış göstermek nereye kadar merhamet, nereden sonra ego/Tanrıcılık oynamak idi ayıramıyor, durmam, benden yüce olana teslim ve kabulle eğilmem gereken sınırı bulamıyordum. Kafam karışıyordu. Fakat kısa bir süre önce bu konuya açıklık getirmek için yakarırken, öyle bir sınava girdim ki, benden daha yüce bir sistem karşısındaki hiç olma halimi, kulluğumu derinden hissettim. O dakika benim eğildiğim an oldu. Bildiklerimin, insan olma deneyimimin beni kurtaramayacağı, sadece ve sadece evrensel ve kadim olana sığınabileceğim, ona açılıp, onunla konuşabileceğimi ve ne derse "eyvallah" cevabından gayrı konuşmamam gerektiğini anladım...

Yaşadıklarımız elbette kader değildir, uykuda geçirdiğimiz her an, diğer uyurgezer ruhlarla ilmek ilmek dokuyoruz geleceğimizi. Ama bir yüce güç var ki her an izliyor her birimizi, tıpkı bir annenin çocuğunu izlemesine benzetiyor bence bu hal. Evlatlarını/kullarını izliyor, iyi ve kötüyü deneyimlemelerini engellemeden, yaşadıklarından ders çıkarmalarını dileyerek, şefkatle seyrediyor. Günün sonunda aynı sofrada hepimizi doyuruyor elbette ama sadece uyanmak için didinenler yediklerinin şükründe, hazzında olabiliyor. O zaten her zaman, her birimizi biliyor ( sana şah damarından daha yakınım ) tanıyor, izleyeceğimiz yolu da biliyor. Üstelik bir hareket, seçim özgürlüğü de sağlayarak. Tam bir anne bilgeliği ve şefkati değilse ne idi ki bütün bunlar?

Bugün, burada yazdığım her şey benim kişisel yorumum ve eminim öğrenmeye devam ettikçe, sınandıkça söylediklerim değişecek ve dilerim derinleşecek. Şimdilerde buz dağının zirvesiyle karşılaşmış kaşifin neşesi var içimde, uyanma umudumun itici gücü. Sırf bu sebeple canlı hissediyorum. Uyuyarak geçirilecek bir hayat değil, tam farkındalıkla ve canlı/uyanık olarak yaşamak istiyorum. Eğer bunu başarabilirsem biliyorum ki ölümüm huzur dolu olacak. Tıpkı bir yılanın işini görmeyen derisini bırakıp döngüye saygılı davranması gibi sakince, kabulle.. 

Çok düşünürüm ben ölüm hakkında, travmam ölümdür. Ölü doğmak üzere bir bebekmişim, son dakikada tutunmuşum hayata. Babam ben dokuz yaşındayken öldü. Sonra Victor... Ama öyle bir şey oldu ki, sıra ansızın kardeşime geliverdi. İşte o zaman ölüm hakkında değil, yaşam hakkında düşünmem gerektiğini idrak ettim. Bizi ölümün kıyısına getiren şey, o derin anlamsızlık gaflet uykusundan gayrı bir şey değildi. Evet, ölebilirdi. Bunu asla değiştiremezdim ama o hayattayken sahiden canlı olmak ikimizin de elinde. Gerçekten doya doya yaşayabiliriz. Bize bizden başka engel yok ki. Hayat her dakika biz uyanalım diye bin bir güzellik seriyor önümüze. Başını okşadığımız kedi, hal hatır sorduğumuz komşu, karnını doyurduğumuz can, su verip öptüğümüz çiçek.... Kendimizi düşünmek ve başkalarını düşünmek arasındaki denge o kadar değerli ki, sanırım ben orada çuvallamışım. Kahraman kostümüm egomu davul gibi yapmış. Kasmaktan yaşayamamışım. Alkışa karşılık neşemi satmışım!

Velhasıl kelam cüzzi irademle yaşamayı ve canlı olmayı seçerken, külli olana eğilmenin ve teslimiyetle gelecek deneyimlerin önünde eğiliyorum. Kul olmak ne güzelmiş. 

Unutmayın herkes kendi hapishanesini yaratır ve oradan kaçmanın tek yolunu da kendisi bulabilir. Dilerim ki her birimiz için uykuda/hapiste değil, cennette, şenlikli bir dünya deneyimi olsun.

Çok amin:)



*Bakınız Freud Totem ve Tabu


*

Hiç yorum yok: