1 Kasım 2014 Cumartesi

ELVEDA MEYHANECİ

Düşük enerji ZAMAN ZAMAN ETEĞİME YAPIŞAN ve fakat aslında bünyemin pek tanımadığı bişi... Üstelik iki türlüsü mevcut:
1-benim hayatla ve olaylarla başa çıkamadığım anlarda oluşanı
2-kendi hastalıklarını benim üzerimden tedavi etmeye kalkan manyakların hayatıma getirdikleri can sıkıntıları.
 
Velhasıl bir bloğun daha sonuna geldik. Kısmet buraya kadarmış. Eda Lisa'nın dokuzuncu yaşına kadar yaşayan bloğum, iyi ki vardın. Onu okuma zahmetine katlananlar, iyi ki vardınız.
Artık eski sevgililer, hayatımda yer istemeye cesaret edemeyenler, gerçek hayatta hal hatır sormayıp gizli gizli dikizleyenler başka mecraya...
Allah blogumun ömrünü Eda Lisa'ya versin.
Amin

29 Ekim 2014 Çarşamba

VAZGEÇMEMENİN GÜZELLİĞİ..

 
 
 
Hayat bilmediğim, anlayamadığım onlarca fikir, duygu, obje, iklim ve daha nicesiyle dolu. Bazen anlamanın çok gerekli olmadığını düşünüyorum. Dahası farkına varıyorum.
Aile anlaman veya üzerinde düşünmen gereken şey değil. Aile Cahide Teyzemin dediği gibi "bulduğun gibi kullanacağın", olduğu gibi kabulleneceğin bir şey.
 
Benim şansıma babam ve annem tam da istediğim gibi çıkmadılar.. Biri aceleci davranıp toz oldu, diğeri inadından taş kesti! Geride benimle birlikte ovanın ortasında kah rüzgara eğilen, kah fırtınada dalı kırılan bir ağaç, kardeşim kaldı...
Ona da kızdım zaman zaman, gölgesi azdı, meyvesi azdı, kollarımı doladığımda kabuğu sertti.. Hüzünlediğinde mevsimi ya kısa ya da çok uzundu... Oysa  öfkemi ne zaman soğutsam, yüzümü Kuzey rüzgarında yıkasam ve durup gözlerimin içine baksam onu hemen anladım. O vakitler kendime kızdım, kardeşimi önüme katıp, daha minicik bir fidanken mutlu olacağımız bir toprağa sürükleyemediğim için...
 
İnsan sevdiğini bırakmaz. İnsan sevdiğini hırpalamaz. Acıtmaz. Üzerine titrer. Ben bunları kendimi ve ağacı hırpalamamaya çalışarak, çokça da yorularak öğrendim. Toz olan bir baba ve taş kesen bir anne olmaksızın ovanın ortasında savrulurken, yalnızca onun dallarına zarar vermekten kaçtım. Tek bir yaprağı dökülmesin istedim. Kimbilir belki mevsine karıştım. Ama isteyerek olmadı..
 
Bugün gölgesi olan kocaman bir ağaç O, kardeşim. Artık kökleri güçlü, gövdesi, dalları güçlü. Mevsimi ne uzun, ne kısa. Çok yaşasın, mutlu yaşasın istiyorum.
 
Diliyorum...

27 Ekim 2014 Pazartesi

İnsanın sevdiği mutlu olunca kalbinin yarısı mutlu olurmuş... Nasıl da doğru.
Pamuk Prenses sevdiğinin yanında diye bana neşe geliyor durduk yere! Hep ama hep çok mutlu olsun, on hayatlık sevsin ve sevilsin! Amin:))

23 Ekim 2014 Perşembe

PROFESYONEL

Hayatımın hiç ama hiç bir döneminde "oldum ben!" demedim. Diyemedim. Çocuk Yogası Eğitimi alacağım zaman bile hocama gidip "sizce ben bu işi yapabilir miyim, hazır mıyım?" diye sordum. Amma da güvensizmişsin derseniz evet, zaman zaman tevazunun suyunu çıkartmayı, manasını aşan eğilip bükülmeleri yaptım. Ne mutlu ki an an kontrolden çıkıp, şişen egom hiç o boyuta eremedi, bir türlü "oldum!" diyemedim! Hatta oraya erene de pek sokulamadım. Bu tip insanların sevecen, hızlı samimi olan tavırları karşısında bir şey beni hep itti, adımlarımı yavaşlattı.  
Şöyle bir etrafıma baktığımda her daim yaptığı işi seven, hayattaki duruşuyla öyle ya da böyle barışmış, burnu Kaf Dağı'na ya çıkmamış veya bir zamanlar çıkmışsa da şimdilerde inmiş insanlarla dostluk ediyorum. Elbette dengesiz, kendine özel ve uyuz tarafları var arkadaşlarımın. Benim de var. Ancak ve ancak sınırlarımı zorlamayan detaylar bunlar. Uyuz muyuz, yaşayıp gidiyoruz.
 
Ha, beni zorlayanlara gelince işte tam orada iki yüzlülük, kıskançlık, hadsizce böbürlenme, tevazudan uzak tavırlar, açık sözlülükten uzak sohbetler, çıkar yakınlaşmaları, her naneyi bilme gibi birkaç özellik var.
Bu ve buna benzer şeyler sezdiğimde artık ne içimden, ne de dışımdan "vah vah" demiyorum. Nasıl olsa bu gemide seyahat etmek zorunda değilim, "çek abi en yakın limana" diyor ve bazen "eyvallah" dahi demeden iniveriyorum. Kaptan benim gemide olmadığımı muhtemelen aylar sonra, kimbilir seyrinin kaçıncı limanında fark ediyor! Oy oy oy, iyi ki inmişim...
 
Şimdi, ben bu gemiden indim canım, hatta daha önce de pek çok gemiden indim. İtiraf ediyorum bazılarında "inmem de, inmem" diye ayak diredim, filikada saklandım, bir kaç seyahatte de beni gemiden attılar ama gizlice ambara girip, karanlıkta misket oynadım!
Velhasıl, biz zatınızla nicedir birlikte seyir yapmıyoruz. Sebebine gelince ruh uyuşmazlığı diyelim. Sizin, beni her daim kuşku içinde bırakan dev gülümsemeniz, asla beceremediğim - kim bilir için için kıskançlık ettiğim - esnaf tavrınız, dinlemeden savunmaya geçen bilmiş bilmiş ve fakat eksik bilgiden sürünen zekanız, dostluk kelimesinin hudutlarına yakışmayan imalarınız.. falan falan..
 
Ancak.. İş profesyonelliğe gelince. Biri bana sizi sorsa "işinde on numara" derim. Gerisini de kendime saklarım. Çünkü benim algım sizi böyle tanımladı. Belki bir başkası çok sevecek? Zaten pek çok hayranınız da var şükür. Bir ben eksik olsam çark dönmeyecek değil ya? Amman boşver sen yav:))
 
Hayatımda şimdi olmayan, yani bir sebepten  görüşmediğim, bana iyi gelmediği için gemisini terk ettiğim insanlar arasında emeğine saygı duyduklarımı, onların işleri sorulduğunda överim. Benim nerede yoga öğrendiğim belli, yüz yıl da geçse de biri bana bunu sorduğunda yolculuğumun mimarı olarak Külkedisi ve Ustam anlatılır. İstanbul'un nasıl da köşe bucak biliyorsun diyene Sir ile maceramızı mutlaka söylerim. Bana Türkiye'nin en yaratıcı çiçekçisini sorsan vereceğim isim bellidir. Vesaire vesaire..
 
Diyeceğim o ki, zatınızı tavsiye ettiysem, bu tavsiyede profesyonelliğiniz vardı. Şahsiyetiniz değil. Zaten davranış bir barış dalı uzatmak da değildi. Takdir edilen işi, o işi arayana haber vermekti. Durduk yere elimi tırmalamış kediyi bir daha kucağıma almam ben. Evet, sokakta bin bir travması olabilir. Beni bağlamaz. İtişmem de kediyle. Yemeğini, suyunu veririm. Aklıma eserse hayrına dua bile ederim. Fakat kediden bir şey beklemem. Aslında hepsi bu.
 
Hiç bir konuda profesyonel olamayan ben, baktım neşem, sağlığım gidiyor, kendimi korumakta artık profesyonelim zannımca.
 
Ne dersin olmuş muyum?

17 Ekim 2014 Cuma

RUHUNU KAFESTEN KURTARAN PADİŞAH: III. SELİM

 
Osmanlı tarihi bilmem. Yani bilirim de, işin astık, kestik bölümünü bilirim. 1444 Varna, Preveze Deniz Savaşı, damdan dama atlayan Lale Devri biçareleri, yanıp kül olan canımın içi köşkler ve Patrona Halil İsyanı gibi gibi..
 
Ama müzik denilince bir duruyor insan. Sonra da soruyor tabii, bunca şiir, bunca beste arasında sen ne vakit savaştın be adam? Ne vakit sevdiğinin canına, kardeşinin nefesine azmettirdin diyesim geliyor.
Osmanlı, beni düşündüren, estetiği önünde eğildiğim ancak kalbime kalbinde yer bulamadığım bir külliyat. Oysa Bizans, hele ki Selçuklu her odasında soluk alabildiğim dev bir kütüphane! Anne kucağı  mübarek!
 
Şimdilerde, ne vakit bilgisayarımda yer edindiğini bilmediğim besteler, III. Selim'in besteleri dinliyorum. Onun içli hali, sedire çöküp, notalar arasında alem değiştiren ruhu sahi yok mu oldu? Hadi canım, burada işte. Bu yazıya geldi, parmaklarımın efendisi oldu. Hikayesini anımsamamı, anımsatmamı istedi.
 
Amcasının bağışladığı hayatını kalem işiyle süslü odalarda müzik ve edebiyatla avutan can, Fransız İhtilali'nin Avrupa'yı salladığı bir anda tahta çıkan bu genç sultan, Napolyon'a karşı direnmiş, orduda yenilikler yapmış ama yine de kafese dönmekten kurtulamamıştır... Oysa bana sorsanız onun ruhu hiç kafese girmemiştir. Zira bu besteleri dinlediğimde eli kılıç tutan bir adam değil, zamana ve mekana yenilmeyen, tevazu sahibi bir ruh görüyorum. Gözlerini geleceğe dikmiş, kaftanından notalar süzülen bir sultan..
 
Ne zaman Divan Yolu'nda yürüsem, hayalimde onun ölmemek için nasıl çırpındığına dair sahneler belirir. İçim cız eder. Ellerimi açar ve kafesten mezara yapılan bu hazin yolculuktaki insana  Fatiha okurum. Ben inanmasam da, belki O inanıyordur diyerek amin derim.
 
Bunca cinayete sahne olmuş şehir, bazen seni sevdiğimden şüphe ederim!
 
 
 

ÖLDÜREMEMEK

 
 
 
 
 
 
 
 
"Azıcık cesaretim ya da sağduyum olsa, deyip duruyordum kendime, zavallı mahlukun üzerine basıp onu acılarından kurtarırdım. Bir böceğin ne şekilde acı çektiğini bilemeyiz ama zavallı tam manasıyla ölümle pençeleşiyordu ve bu durum iki gece, iki gündür devam ediyordu. Kösele tabanlı ayakkabılarımı giydim ama son anda üzerine basamadım. Ayakkabımın altında ezilecek, çıtırdayacak, suları akacaktı. Süpürgenin sapıyla vurabilir miyim? Hayır, vuramazdım. Bir keresinde lösemi olan kedimi uyutturmuştum, bir keresinde de can çekişen bir kedinin başında beklemiştim; aç olsam, bir sebebim olsa karnımı doyurmak için bir canlıyı öldürebileceğimi, ninelerimin yaptığı gibi bir tavuğun boynunu kırabileceğimi ve tıpkı onlar gibi suçluluk ya da yakınlık hissetmeyeceğimi biliyordum. Bu hayvanı öldüremememin ahlak ya da merhametle alakası yoktu. Sadece mızmızlıktı. İçimdeki çürük bir yerdi bu, bir meyvenin üzerindeki yumuşak, kahverengi noktalar gibi; saygıdan değil, tiksintiden gelen bir merhamet. Harekete geçemeyen bir sorumluluk. Suçluluğun ta kendisi."

                                          Zihnimdeki Mahlukat, Ursula K. Le Guin


İnsanın kendi gücünün sınırlarına küsmesi çok tuhaf bir durum. Yukarındaki paragraf dün okuduğum kitabın içindeki öyküde vardı. Bir kaç defa okudum. Beni düşündürdü.  Sanki uzun zamandır yazmak için kıvrandığım şey, bir başkası tarafından yapılmıştı. Zira ne böcek aslında bir böcekti, ne de...
 
J.W., "aşkı başlatmak mümkün ama bitirmek değil..." gibilerden bir cümle sarf edip, zamanında, bir kaşık suda bulanmaya yer arayan zihnimi Haliç'ten beter hale getirmişti. Oysa aşka can veren, aşkın canını da alır, alabilir.. O bahsi geçen, tanımsız suçluluk duygusu olmasa...
 
Fizik dünyada bitirdiğimiz hikayeleri, ruh dünyamızda inatla ve şevkle allayıp pullamamız tamamen "mızmızlıktan!" İnsan bir durum ya da kişiden uzaklaşmayı seçmişse eğer mutlaka içinin kaldırmadığı, başa çıkamadığı bir hal vardır. İyi de tam da o hal devam ederken, bedenin kaçıp kurtulduğu yerde ruh ne aramaktadır?
 
Ruh, mızmızlık etmektedir... Boşluktan korkmaktadır. Asıl aradığının peşine düşmekten, arayıp bulamamaktan tir tir titremektedir. Oysa her aşk, insanın içeriye, kendi içine yaptığı yolculuk değil midir? O zaman Leyla'yı ardında bıraktığında ve gün gelip onu tanıyamadığında üzülmemeli, suçlu hissetmemeli..
 
Velhasıl kelam, bu cümleleri arda arda yazabilen zihin, ne yapıp edip bunu ruha söyleyebilmeli: "Ey ruh, çekil artık penceremin önünden!"
 
 
 
 
 

13 Ekim 2014 Pazartesi

MEVSİM..


Her yer, her şey Bodrum kokuyor.. Gözümün önünde şıkır şıkır kış güneşi.. Kafamı zeytin ağaçlarına yaslamak, doya doya mandalin yemek ve bergamot koklamak istiyorum. Fener'de balık rakıya oturmak, Yalıkavak ıssızlığında ayak seslerimi dinlemek için sabırsızlanıyorum.
Pazara gideceğim! Yazmalar alacağım. Suat, Derya ve Filiz var görülecek... Victor var.. Anneannem var..
Oy oy, durduk yere bi biletle nasıl mutlu oldum ki! Şimdi yapmam gereken tek şey ara tatili beklemek..

12 Ekim 2014 Pazar

ENDİŞELENME MİDEM, YUVAYA DÖNECEĞİZ:)

 
 
Eskiden cildime iyi gelmezdi. Şimdilerde midem için bir felaket! Sadece haşlanmış patates ile huzur bulan gazoz hissi dilerim kalıcı değildir. Eğer bu bir uyarı ise, aldım. Yalnız şu kahve işini çözelim sevgili midem, zira mide ağrısı ile zihin huzursuzluğu arasında sıkışıp kalmak takdir edersin ki pek feci.
 
Hayatta hep istediğim şey huzur
En büyük korkum serseri kurşun
En unutulmaz acım zamansız ölüm
Çok istediğim seyahat Kuzey Işıkları
Paha biçilmez sevincim çocuklar
 
Hayalim mi? O biraz uzun ya, özetlersek: Ölümün sınırlarına bile yaklaşmadığı, ebedi ve ezeli huzurla dolu bir köy. Ya da kasaba. İçinde sevdiklerim; anladıklarım, anlamaya gayret ettiklerim var.
Klasik bir hayal işte. Bol çocuklu, bol çiçekli, ağaç ve rüzgar sesi duyulan, kandil ışığında sohbet edilen, tandır ekmekleri pişen bir yuva. İçinde keçi boynuzu, zeytinyağı, kül kokusu var.
 
Özeti de özetlersek eğer "hayalim yuvaya dönmek."

7 Ekim 2014 Salı

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN!*

 
Büyüklerden sık sık duyardık eskiden "namaz kılacağım ama şeytan bırakmıyor!" der gülüşürlerdi. Ben de şeytanı insanı seccadeden uzak tutmak için kolundan çekiştiren, kuyruklu, kırmızı boynuzlu ve pis pis sırıtan bişi olarak resmederdim hayal dünyamda.
 
Uzun ama upuzun yıllar sonra şeytanı aynada gördüm! Gözlerimin içinden bana bakıyordu. Evet evet, benim gözlerimin içinden doğruca bana bakıyordu. Yine anlamadım. Işıktandır dedim. Benim iflah olmaz hayal gücümdür dedim, yürüdüm geçtim. Ama o geceden sonra bir daha hava karardıktan sonra aynaya bakamadım. Düşün, ben ki bu ülkenin okumuş kesimine dahilim!
 
Azıcık daha zaman geçti. Hayatıma yoga denilen "şey" geldi. Üstelik yogaya başlamamın sebebini ve şeklini defalarca anlatmıştım ama kısaca özetlersek ne aşk acısından, ne de boşluktandı. Tamamen akademik sebepler! Ve o akademik sebepler ki, şimdilerde ülkenin bütününe musallat olan cehaletin, egonun ve daha bir çok açmazın anasıdır...
 
Sonra, Türkiye'nin ve bence gezegenin bu yüzyılda yaşayan en iyi hocalarından birini bulduk. Tabii bana göre en iyisi. O dönemde başka bir hoca ile karşılaşsam, kim bilir belki de yoga benim için pilates gibi bir bedensel egzersiz olarak kalacaktı. Sonuç olarak, yoga ile birlikte ben zaman zaman şeytanı ve şu kolumdan çekiştirme meselesini sık sık değilse de, dönem dönem düşünmeye başladım. (Zira yoga dersinin önü arkası sohbetlidir - bence olmalıdır da- Çünkü sohbetler zihni açar ve  beden işte o zaman farkındalığını arttırır...)
 
Şeytan içimdeydi yahu!
 
Konya seyahati ile iyice anladım ki, beni secdeden, yoga matından, Tibet egzersizlerinden, birini sevmekten ve daha hayatta bana iyi gelen her ne varsa ondan geri tutan şeytan, aha tam şuramdaydı! ( kalbimi işaret ediyorum:)
 
"İnsan insanın kurdudur" diyene ithafen derim ki "insan kendi kurdudur." Bunu bizzat yaşayarak deneyimlediğim için gönül rahatlığıyla söylüyorum.
Bu sebeple herkesin kısmetinde yoktur her şey. Nefisle mücadele, bilgisayar oyunlarına benzemez. Süper Loto hiç değildir. Üç aylık eğitmen eğitimiyle de elde edilmez... Daha çok ömür boyu keçe dövmeye benzer. Bu yüzden dedem, keçeyi öyle güzel anlatır ki, insanın içindeki tüm şeytanlar kaçacak delik ararlar.
 
 
Meditasyon, namaz, Tibet ayini ve niceleri arınmadır. İç temizliğidir. Abdestle, yogayla önünü ardını tamamlamak da kişisel seçimdir. Güzel şeyler yemek, içtiğin suya teşekkür etmek, hamdolsun demek, sofra duası ve daha nice ritüel insanın özü içindir. Bir ihtiyarı karşıdan karşıya geçirmek, aç birini doyurmak, birine sımsıkı sarılmak  kadar güzel ibadet var mı ki?
 
Bugün hemen hemen hepimiz deriiiin ve anlamını bulamadığımız bir boşluktan, doymayan kalbimizden şüphe ediyor ve onu anlık tatminlerle beslemeye çalışıyorsak  işte o hal, şeytan yüzündendir. Ne mutsuz bir hayata yapılan bebek, ne de çılgın bir harcama çürümeyi önlemez, sadece şeytanı semirtir.
 
Bana "yoga ne işe yarıyor, meditasyon pek mi gerekli" diye soranlara fazla bir sözüm olmuyor... Olamıyor.
O kadar kişisel bir deneyim ki.. Sadece derslere davet edebiliyorum. Gelsin, içi ne kadar izin veriyorsa o kadar dolsun istiyorum. Hocamdan öğrendiklerimin onda birini iletebilsem, şanslı hissediyorum. Öğretirken, daha doğrusu aktarırken asıl ben şifalanıyorum! Şeytanım kuytulara saklanıyor, özüm güçleniyor. Hani bir kaldıraç olsa evreni sallarım gibi geliyor!
 
Meditasyon ya da bir başka ritüelde yaradanın önünde durmak demek, insanın iç sesine kulak vermesi demektir zannımca. İşte o anda duyduğumuz ses - tabii kısmette varsa- yaradanın içimizdeki yankısıdır. Ya da bizim yaradandaki yankımız? Ne önemi var? Adam "en el hak" dememiş mi zamanında?
 
İç sesimizi bulmak için ihtiyacımız olan şey, yüksek konsantrasyon sağlayan egzersizler ( yoga, namaz, zikir, Tibet Ayinleri vs vs ) ve ardından niyet etmektir. Onun verdiği nefesi, her şeyden geçerek onun yoluna sunmaktır. Meditasyondur.
 
Sonrası mı? Sonrası Leyla'dan geçip, Mevla'ya varmaktır...**
Huu..
 
 
* En sevdiğim kitaplardan biridir.
** Bu sabah yeni evimden her gün meditasyon yapmadığım için kendime içerledim. Bu yazı da onun özetidir.
 
 

6 Ekim 2014 Pazartesi

ANAHTAR

 
Rüzgarlarıyla ünlü kasabada kaleye çıkan yolda yürürken, kulağında sadece deniz uğultusunda çırpınan mandar sesi var. Belki bu yüzden fark etmedi. Oysa orada düştü anahtar; taşların arasına takıldı. Sıkıştı. Baharla birlikte antik kentin yağmurlarında kralın  mezarına kadar sürüklendi.
 
Zangoç onu buldu, anahtarlığına taktı. Tam üç yıl yanından ayırmadı. Sonra sıkılıp fırlattı.
 
Hokkabazın önüne düşen anahtarı, kalbi buz tutmuş kuyumcu on pula kaptı. Eli kolu mücevherlerle dolunca, gondolun kenarından kanala bıraktı.
 
Anahtar kanalın karanlığını boyladı!  Venedikli kumarbazlar o gece hep kazandı.
 
Dehlizde yaşayan yaşlı bir kadın* kart açtı: "bulana da, kaybedene de faydasızdır gelecek günler...."
 
 
*J.W., Tutku
 
 
 
 

5 Ekim 2014 Pazar

YENİ EV VOL. I

 
 
Heyecan verici ve korkutucu!
Her yeni karar ve her ileri doğru atılan adım gibi zaman zaman insanı düşündürüyor.
Bazen - aslında çoğu zaman - hoşuma gidiyor. Bana ait eşyaları artık bir odaya değil, pek çok odaya yayabilmek, toplamak ya da toplamamak için kendi seçtiğim anları tercih edebilmek, buzdolabına sadece benim sevdiğim şeyleri koymak... Hepsi güzel. Gayet bencil! Tam özlediğim gibi:)
 
Eski bir mutfağa sahip olmanın faturasını böceklerle savaşarak, sevdiğim perdeyi almak için bekleyişimi uyku maskesi takarak savuşturuyorum. Anneme "her gün pencereden bir şey silkelemekle ve gün aşırı yerleri süpürmekle nereye varacaksın acaba?" diye eleştirirken, ben onun yolundan emekliyorum!
 
Bu sürece ihtiyacım vardı nicedir. Biraz yalnız kalmalı ve kalan ömrümle ilgili sağlıklı kararlar verebilmeliydim. Burası benim geçiş evim;  çok kişilik dünyadan, tek kişilik aleme arafım!
 
Bu akşam misafirlerim var. Gelecekler diye seviniyorum. Bol bol gelenim gidenim olsun. İsteyen kalsın yayılsın, kimi girip kahve yapsın istiyorum. Evimin ışığı gibi, sesi de olsun diye sabırsızlanıyorum. Bazen durup evi dinliyorum. Elime tütsümü alıp odalarını geziyorum. Gözüme takılan bir leke falan olursa, ayini bırakıp arap sabununa yapışıyorum:)
Annemin sevmediği eşyaları kullanmanın tadını çıkartıyor, duvara anneannemin eski saatini asıp, çinko kaplar topluyorum.
 
Nur Hanım bana "yalnızsın Elvan!" demişti ya, dolaysıya yalnızlığımın tadını çıkartıyorum.
 
Çok acayip yazamıyorum:))

3 Ekim 2014 Cuma

MUTLU OLAMIYORSAN MUTLU ET VOL.II

Aslında bunu söylerken ne düşündüğümle şimdi yazacağım arasında pek bir bağlantı yok. Yine de insanın neye sarılacağını bilemediği zamanlarda kine, öfkeye tutunmak yerine, etrafına bakınıp iyilik peşinde koşmasının çok daha anlamlı olacağını söylemek istedim.
En basit şekilde örneklersek, evde kahve yok ve kahve içmek için deliriyorum. Ama arkadaşım aynı fikirde değil, bitki çayı da olsa tamamdır diyor. Bu durumda ona bir bitki çayı demleyip, kendime de soda açabilirim. Tamam, hala kahve içmedim ama hiç değilse birimiz içtiği şeyle mutlu! Bu da % 100 olmasa da % 50 başarı demek değil mi?
Ben boşanırken de böyle düşünmüştüm; şu an %100 mutsuzuz. Eğer ayrılırsak belki en azından birimiz mutlu olabilir? Gerçekten de öyle oldu! Hala %100 değil durum ama % 75 ile idare ediyoruz. Kim bana bunun 0 dan iyi olmadığını söyleyecek ki?
 
Bizim okulda bakımevinden gelen çocuklar olur zaman zaman. Bu çocuklar zordur.. Hassastır.. Bazen ne yapsam ne etsem memnun olmaz bir de benim sınırlarımı öğrenmek için yapmadık şey bırakmazlar. Böyle zamanlarda  içim kan ağlayarak ilgimi onların üzerinden çeker ve dersi heyecanla beklemiş çocuklara yönelirim. Oyun başlar ve birlikte eğlenmenin büyüsü memnuniyetsiz çocuğu da sarar! Bir kaç dakika içinde bize katılır! Tabii bu bir kural değil, üzüntüsü benim dokunamayacağım kadar derinleşmişse bazen oyunu bozmak ister, hatta sınıftan çığlıklar atarak çeker gider... Olsun, %50 için çalışmak bana umut veriyor:)
 
Sadece bu kafayı, etrafı mutlu etme kafasını fazla zorlamamak lazım. Bu iş aile içinde dengelere oturmazsa sıkıntı olur. Varlık sebebimizi bu konuya başlık yapmamak en iyisi. Yoksa ananı, kocanı, kardeşini mutlu et derken, teyze, konu komşu... diye liste alır başını gider! Onların beklentileri arttıkça karşılayamayan sen, sonunda mutlu edeyim derken, bir de bakmışsın ki mutsuzluklarına sebep olarak seni işaret ediyorlar!
 
Elbette onları, sevdiklerimizi mutlu etmek, yüzlerindeki neşeyi görmek bizi de aydınlatır ancak biline ki her koyun kendi mutluluğundan asılır!

 
 Koyun demişken, ey inanmak için islamı seçenler, aranızda burada olan varsa ve koyun kesecekse dilerim hem kendisine, hem de etrafına faydalı olsun. Bana göre bir pagan inanıştır bu, tercih etmem ama kesseydim en çok ihtiyacı olanları bulmaya çalışırdım. Bir canın gidişinden, başka bir can nasıl mutlu olur bilmem ama anlamaya çalışıyorum..
 
Bayram mutlu olmak ve etmek için fırsattır. Sevdiklerinizi, bir gün hayatta olmayacaklarını, olmayacağımızı düşünerek arayın derim.. Çocuklara küçük hediyeler vermenin, büyüklere kahve ve lokum ikram etmenin tam zamanı! Biz birinci gün annemdeyiz, bol bol kahvemiz de var. Bizi görmek isteyen tüm dostları bekleriz:)
 
Herkese güzel bir tatil dilerim.

26 Eylül 2014 Cuma

ZEKİ MÜREN TOPRAĞIN BOL OLSUN!

 
Güne Zeki Müren şarkılarıyla başlayınca içim fena oldu. Dahası oturup ağladım! Birkaç gün evvel Bingül, "sen içince çok eğlenceli oluyorsun, bazısı içer ağlar, dertlenir" demişti. Güzel tabii, etrafı kasmadan adam gibi eğlenmeyi öğrenmişiz demek ki. Zaten içmek içindeki bastırdığın tarafı serbest bırakmak değil mi? Bende ondan iki tane var: neşeli ve gamlı! Neyse ki içki ile ortaya dökülen neşeli.
Gamlı'yı harekete geçiren şey müzik. Bu sebepledir ki, herkesle birlikte Türk Müziği dinlemeyi sevmem. Zira ne zaman bir Ege türküsüyle, ne vakit Huysuz ve Tatlı Kadın'la kopacağım hiiiç belli olmaz!
Ben, Zeki Müren'i çok severim. Kendisiyle, o yıllarda Bodrum'da yaşayan pek çok insan gibi ilginç anılarım ve bir de fotoğrafım var. İnsanın kendi seçimlerine sahip çıkarak nasıl sevilebileceğinin, kendini kabul ettirebileceğinin en acayip, en başarılı örneği.
 
Bir erkek düşünün ki, manikürlü eller, kolyeler, küpelerle sokaklarda gezinmekte. Daha da ilginci erkekliğinden de ödün vermeden hali, tavrı, sesi ile tastamam kendisi!
 
Açıkçası çocukken bu durum çok kafamı karıştırır ve uzun uzun düşünmeme neden olurdu? Annemin elleri manikürlüydü ve babam elbise giymiyordu. Oysa Zeki Bey ve annem aynı butikten* giyiniyorlardı!
 
Oradan bakınca nasıl görünüyor bilmem ama beş yaşındayken bu sorular önümde Göktepe( bizim oraların en yüksek tepesi:)) gibi yığılı dururdu. Taaa ki bir akşam No:7 Orhan Amca'da yemek yerken Zeki Bey'in tam karşımızdaki masaya geldiği ana kadar... Bundan sonrasını annem anlatıyor, ben anımsamak için debeleniyorum....
Zeki Bey bize selam verip, masasına geçmiş. Adamcağız sakin sakin yemeğini yerken, ben olay çıkartmaya kararlıymışım. Gerçi o zamanlar alkol yok ama babaannem "sarı damarı tuttu" derdi, muhtemelen o anlardan biri yaşanmakta ( bu arada hiç bir kızıl kendisine sarı denilmesinden hoşlanmaz ama babaannem de kızıldı!)
Elimdeki bıçakla durmadan tabağıma vuruyor ve soruyormuşum: "kadın mı, erkek mi?" Babam da "elbette erkek Elvan'cım" diye açıklamaya çalışıyormuş. Ama ben ısrarla soruları derinleştirip "iyi, o zaman neden tırnaklarını uzatıyor? Neden elbise giyiyor? Hadi git sor!" diye ısrarla bıçağımı tabağa vurup tantanaya devam ediyormuşum. Sonunda babam kızmaya başlamış. Korkmuş muyum? Yooo. Kalkıp sorunu kökünden halletmişim! Zeki Bey'in yanına gidip "sen kadın mısın, erkek misin?" diye ilk soruyu yapıştırmışım. Zeki Bey'de beni kucağına alıp " erkeğim " demiş. Tabii benim için konu kapanmamış: "tamam, o zaman neden elbise giyiyorsun? Benim babam hiç giymez!" demişim" O da "bazı erkekler elbise giymeyi ve takı kullanmayı severler de ondan" demiş! Bu iş manikür ve pediküre kadar uzanmış ve sonunda o gecenin anısına bir fotoğraf çektirmek noktasına gelmiş. Hatırlatırım yaş beş!
 
O yıllarda restaurantların arasında fotoğrafçılar dolaşır, herkesi tanıdıkları için de akşam çektiklerini sabah basıp, sahiplerine bırakırlardı. Zeki Bey'le fotoğrafımızda -kendisi bu sohbetten kaynaklı olsa gerek samimiyetimize güvenerek- elini omuzuma atınca, ben ne demişim biliyor musunuz? "lütfen balıklı elinizi omuzuma sürmeyin!"
 
Açıkçası her ne kadar ters çıkışlarda bulunsamda, Zeki Müren'le başlayan "farklılık" sevdam Ali Poyrazoğlu, Dr. Bilal ve daha niceleriyle, şahsen tanımamakla birlikte Ferzan Özpetek, Ali Konyalı, şimdilerde Gabbana Aillesi ile devam etti! Etmekte.
 
İçindekini dışarı yansıtmaktan korkmayan insanlara bayılıyorum. Kapı arkasında, kendine yakıştıramadığı şeyden payını almaya çalışan iki yüzlülerdense, dolu dizgin yaşayabilenlere hayranlık duyuyorum. Bu noktada Zeki Müren'i henüz beş yaşımdayken gözümü açtığı için saygıyla anıyorum. Ne zaman sesini duysam aileden biriymişçesine duygulanıyorum.
 
İçince değil ama onun müziğini duyunca içimden herkese ve her şeye meydan okumak geliyor!
 
 
 
* 70'li yılların en önemli isimlerinden ve benim hala favorim olan modacı Ayla Eryüksel. Dilerim hayattadır...
 

25 Eylül 2014 Perşembe

BAZEN

 
 
Hep düşünürüm, ticaret benim kanımda olan bişi galiba diye. Ama ticaretin içindeki hilebazlık ve döneklik anlayabileceğim şeyler değil. Herkesin nefes almaya ve bu en temel ihtiyacından sonra karnını doyurmaya ve barınmaya ihtiyacı olan gezegende, ne kadar acıkırsam acıkayım ( hiç aç kalmadım aslında... ) bir diğerinin önünden lokmasını almam diye düşünüyorum.
 
Bugün kendimi kocaman bir gülle gibi ağır, hımbıl ve düşmüş hissediyorum. Oysa iki gün önce pamuk şeker gibiydim; hafif, umutlu, neşeli...
 
Şükürler olsun ki hayatın ne kendisi, ne de içindeki anlar, kalıcı değil!

ÇÖL SEFERİ: AKILDA KALANLAR

Geri dönüp yazı yazmayı sevmiyorum. Hele ki arkamda bıraktığım anları çok sevmişsem hiç istemiyorum. Ama çöl hakkında az da olsa yazmam gerekiyor. Hiç olmazsa kendim için, özlediğimde okuyup "tabii ya, işte böyle olmuştu!" diyebilmek için...
 
Abu Dabi&Dubai seyahati aslında tarafımdan delice arzulanmış ve planlanmış değildi. Sevgili Stella'dan gelen bu güzel teklifi kabul edişimin en önemli sebebi sevdiğim insanlarla gündelik işlerden kopuk, İstanbul'u tüm karmaşasıyla ardımda bırakarak zaman geçirmekti.
 Uçakta inanılmaz yoruldum. Yanıma otuzlu yaşlarının ortasında, muhtemelen takıntılı ve aynı zamanda uçak korkusu olan bir kadın oturdu. Defalarca kalktı, defalarca oturdu! Yemeğini, kahvesini başta kendi ayakkabısı olmak üzere döktü, saçtı. Bir battaniye yetmedi, ikincisine sarıldı. Durmadı yani. Duramadı garibim. Bu heyecanlı yol arkadaşıma rağmen nasıl oldu bilinmez, uçuş sona erdi.
 
Havaalanında tanıştığım sevimli bir kadın bana nereye gideceğimi sordu. Adresi söyleyince de eşinin onları almaya geleceğini ve aynı yere gittiklerini söyledi. Böylece Stella'ya çok çabuk kavuştum!
Koskocaman bir boşluğun ortasındaki evden içeri girince, kendimi birazcık tuhaf hissettim. Dışarıdaki hamam duygusu veren sıcaklıktan sonra evin ısısı çok düşük geldi. Açıkçası kaldığım süre zarfında ne ısıya, ne de o dev boşluğa alışamadım. Sadece bu konu hakkında düşünmeyi bıraktım. ya sıcaktan pişecektim ya da klimalarla barışacaktım.
 
İlk gece yatağıma uzandığımda biraz tedirgindim. Kendimi güvende hissetmedim. Ev fazla büyüktü, etraftaki alan da öyle...Tek tesellim Stella'nın titiz bir kadın olmasıydı. Endişelenecek bir şey olsa O benden evvel davranırdı. Demek ki ben abartıyordum..
Sonraki günler Monty ile farklı aktiviteler yaparak geçti. Kuşları besledik, resimler yaptık, hatta anne için özel bir çadır hazırlayıp, onlarca gül arasından en özelini seçtik! Stella işe gidince çıkıp dolaşabileceğimiz caddeler olmadığı için zamanın çoğu evde geçti. İyi de oldu. Bol bol okudum, yüzdüm. Theo ile tanıştım. Lego sanatında ilerleme kaydettim. Rozalin'den Filipinler hakkında ilginç şeyler öğrendim. Daha da güzeli evin babası ile sohbet etme fırsatı buldum. Martin'i evde ailesi ile ilgilenirken gördüm. Theo'ya ilgisi, Monty ile oluşturdukları ortak dil ( arabalar, legoland, sosis ve pastırma üzerine:)) gerçekten eğlenceliydi.
Abu Dabi günlerim hemen hemen birbirinin aynısıydı. Bir iki market  ve Saadiyat Beach dışında bir şey görmedim. Çünkü görmek için evden çıkmak gerekiyordu ve ben bunu gerçekten istemedim! Hele ki plaj çıkışı entarili bir abinin tacizine uğrayınca sokaklarda dolaşma isteğimden eser kalmadı!
Değer'e ulaşmam da maceralı oldu. Zira Abu Dabi'den Dubai'ye giden her otobüste sadece on iki kadın için yer var. Ammaaa kocan varsa sıranın önüne geçebiliyorsun. Yani on ikinci kadın bekarsa ve o sırada bir evli kadın gelmişse ne oluyor biliyor musunuz bekar kadın? Kırk beş dakika bekliyorsun! Eski Ankara otogarından beter olan bu tanımsız, 1960'lardan kalmış yerde vallahi de billahide kocam olsun istedim! Hiç olmazsa otobüse binene kadar.
Dubai'ye ulaşıp Değer'i bulunca çölde serap görmek cümlesi kafamda bir yere oturdu! Allahım yarabbim sanki ailemden birini gördüm! (Gerçi Değer her durumda bizim ailedendir ya, sevincimi tarif edemiyorum işte) Zaten o andan sonrası gayet güzel geçti.
Değer'in bulutlara komşu dairesine ulaştığımızda bu kadar yüksek bir binada nasıl uyurum diye için için mızıldandım ama sonra çöl ortasında bir çadır seçeneğini düşünüp, klimaya gülümsedim!
Zaten evde beni gülümseten başka şeyleri  de fark edince içimdeki mızıltı duyulmaz oldu. Değer'in iki kedisi var ki, hakikaten görmeye değer. Öncelikle aralarındaki sınıf farkına rağmen bir yol tutturmuş olmaları çok matrak. Biri gösterişli ve soylu soplu ama mıncırılmak için hevessiz, diğeri tam bir zargana ve fakat hem oynamak istiyor, hem de tırmık yemeyeceğinizin garantisini vermiyor! Tam kedi yani.
Değer, benimki gibi bir yoldan gelene ne ikram edileceğini gayet iyi biliyor. Zira bir kadeh viski en son ne zaman bu kadar makbule geçmişti hatırlayamadım. Bir dakika hatırladım; Prusya Kralı ikram etmişti! Hem de en değerli viskisini!
Evde kısa bir dinlenmeden sonra kendimizi gayet lezzetli bir Arap sofrasında bulduk. Yediğim en güzel humusun tadı damağımda kaldı. Ve bitiremediğim salatalar vs de aklımda tabii:)) gece eve dönünce Değer'le uzun uzun sohbet ettik ve ertesi sabah Dubai'deki hemen hemen herkesin yaptığı şeyi yaptık: Dubai Mall!!
Zaten o gün başka bişi de yapmadık. Sabah kahvaltısından başlayarak, akşam yemeğine kadar ve hatta yemek sonrası içkilerimiz bile Dubai Mall sınırları içindeydi. Böyle bir cümle ile anlatıyorum ama ben ki alışveriş merkezi sevmem, orada  sıkılmadım. Zaten hepsi bir yana sadece dolce&gabbana  ve kitapçı* bana yetti! Bi de çay dükkanında istediğim çaya saplanıp kalmasaydım, kimbilir daha neler vardı orada!
 
Ertesi gün Değer işe gidince kendimi kitapçıya attım. Abartmıyorum, kesinlikle tam gün geçirilebilecek bir yer. Fakat Değer sayesinde ( gerçi bana iyilik mi etti, kötülük mü bilemedim ama... ) hayatımda ilk defa dolce&gabanna mağazasına girdim ve neden bu kadar geç kalmışım diye canım sıkıldı. Yemin ederim bankadan kredi çekip hepsini almak istedim! Kazandıkları para bence helaldir. Şimdilerde Değer'in mağazadan alıp, bana verdiği kataloğa bakıyorum da, Monty legolar, Theo Rozalin, Prusya Kralı viski hakkında ne hissediyorsa aynısını hissediyorum!
Dubai güzel mi derseniz açıkça şunu söyleyebilirim ki farklı. Görmeye değer olduğunu düşünüyorum. Gerçi çölde safariye katılmadım ve Basra Körfezi'nde tekne turu da yapmadım. Hatta hava durumu izin vermediği için yerel pazarları göremedim. Yine de belki sevdiğim insanlar orada olduğundan, belki de bu saydıklarım yarım kaldığından tekrar gidebilirim diye düşünüyorum.
 
 
 
 

21 Eylül 2014 Pazar

BENİMSEMEK

 
Aslında çok zor değil. Altı üstü hayattaki yüzlerce değişiklikten biri taşınmak. Yine de insanın ilkel zamanlarından kalma korkularını bir süre için tetiklediğini düşünüyorum. Gerçi ben de öyle bişi de kalmamış ya neyse.
Evin kendine ait bir sesi, ışığı ve elbette kokusu oluyor. Beni en çok ilgilendiren ses. E peki o kadar hassastın da neden gidip LunaPark'ın dibinde buldun evi derseniz, ben evi değil, ev beni buldu derim. Üstelik aramaktan yorulmuş ve çaresiz hissetmeye başlamıştım. Baktım temiz bir mahalle, ev sahibem de kibar mı kibar, uysal mı uysal bir hanım. Tamam dedim. Neyi uzatıyorum ki!
Açıkçası pişman da değilim. Zira hareketli mevsim geçince parktan gelen çığlıklar sona erdi. Şimdilerde araba seslerinde bir yoğunluk varsa da, pencerelerim çift cam. Kim korkar ki bu uğultudan? Burhan Bey gelsin, müzik sistemimizi kuralım, işte o zaman bu sorun da hallolur.
Gelelim kötü kullanılmış kiralık dairenin tesisat sorununa.. Var tabii. Eski ve bakımsız borularımız var. Rutubet kokan dolaplarımız ve hatta banyoyu örümcek ağı gibi sarmış borular!
Evet, bütün bunların tercih ettiğim şeyler olmadığı kesin. Ancak yaşamamı engellemiyor. Evi benimsememi de engellemiyor.
Uyuyorum, uyanıyorum. Bulaşık ve çamaşır yıkıyor, yerleri temizliyorum. İnce işlere yani kitap yerleştirmelere girmedim daha. Evin de beni benimsemesini bekliyorum..

15 Eylül 2014 Pazartesi

YAZARAK YAŞAMAK MUMKUN MUDUR ACEBA?

 
 
 
Zor. Bence zor. Zira, yaşarken en fazla duygularımı, deneyimlediklerimi not defterime çiziktirebiliyorum. Bu sayede unutmak istemediğim anları daha sonra anımsamak için hafızamın cebime dolduruyorum. Tıka basa şeker yerken, bir kaç tanesini de yapış yapış elleriyle kıyafetinin orasına burasına yedekleyen obur bir çocuk gibiyim böyle anlarda! Oysa yazmak yaşamaktan çalmak zannımca. Yazmaya soyunan parmaklar başka telaşlara meyledince ilham perileri kaçıyor. Yazmak ocaktaki yemeğin altını kısıp, sonra devam edebileceğim bir şey değil. Geldiğinde ardı sıra saatlerce sürükleneceğim bir şey benim için. Aşk gibi ama aşk değil.
Ne o zaman?
.......
 
Bazen uykumdan uyanıp yazıyorum. Sonra günlerce yazmayı özleyip zamansızlıktan iki lafı harflere ikna edemiyorum. Geniş vakitlerde ise ilham perilerim çoktan sırra kadem basmış oluyorlar!
 
Yazmak benim için kontrolsüz bir akış. Engellenemez bir ihtiyaç. Geride bir iz bırakma arzusundan  daha fazlası. Geridekiler ve hatta ileridekiler için anlaşılır olma dileği daha çok.
 
Monty, Arap Diyarı ve Dubai hakkında yazacağım:)
 
 

26 Ağustos 2014 Salı

MODERN SANAT



Son aylarda gördüğüm, duvarıma asmak için çırpındığım ama sanatçıyı ikna edemediğim için alamadığım şahane bir eseri paylaşıyorum. Bu tablo Leyla Nora Kirişoğlu'nun doğaçlama çalışmalarından biri olup, bana sorarsanız kendisi gelecekte çok daha güzellerini yapacaktır.

Eser sanatçının ruhsal çalkantılarına kurban gittiği için fotoğraf elimizde kalan son örnek. Tıpkı İskenderiye Kitaplığı ya da Rodos Feneri gibi di mi? Artık olmaları gereken yerde değiller ama bu bir zamanlar tüm Akdeniz'i büyüledikleri gerçeğini değiştirmez:) Kısacası Leyla Nora Kirişoğlu diyorum. Bu ismi unutmamanızı öneririm.

İSTANBUL: HAKKINDA YETERİ KADAR YAZILMAMIŞ ŞEHİR...


Geçtiğimiz Pazar sabahı vapurla Beşiktaş'a geçmek ve hemen aynı vapurla da dönmek zorunda kaldım. Önce mızıldandım. Sonra sustum! Sustum çünkü elimde kahvem, pencerede şehrin nazlı nazlı süzülen hali tam seyirlikti! Günde yüz kere küfürler savurduğum şehir hayatında en masumun yine şehrin ta kendisi olduğuna ayınca, geriye sadece ben, sabah ve İstanbul kaldık.


İstanbul'u sabah, daha kimsenin ayakları altında ezilip hırpalanmamışken seyretmek, eski bir sevgiliyi rüyada görüp sabahına tazelenmiş ve aynı zamanda fazlasıyla buruk uyanmak gibi. Zira bu sadece bir rüya. Tabii bir kaç saat sonra tamamen değişeceğini bildiğim bir manzaraya bakmak da rüya gibi bir tür yanılsama. Olsun, an için paha biçilmez.


Vapurda oturup dışarı bakmak uzun zamandır dur durak bilmeyen telaşımı silip süpürdü sanki. Kendimi olup olabileceğim en güvenli kollarda kaslarım gevşemiş ve sakinleşmiş olarak buldum. Beni geren, şehir karmaşası nereye saklanmıştı? Aslında o hiç yoktu. Gerginlik insanlardan kaynaklanıyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Azaltmak için de hiç istekli değiliz.
Neyse, hakkında yeteri kadar yazılmamış şehir, Pazar sabahı bana hissettirdiklerin için teşekkür ederim.


23 Ağustos 2014 Cumartesi

UNUTMADAN SEVGİLİ H.S..





Nasıl da saçma farkındayım ama bu şarkıyı dinlerken aklıma sen geldin. Sen, sen kendini bilirsin... 
Adada, Moda'da içilmemiş onlarca şişe rakılarımız varken... Üstelik daha bir kez bile birlikte yelken açmamışken bilinmez bir sebeple benden vazgeçtin ya, helal olsun sevgili H.S. 
Hala içime sindiremesem de, rüzgarın bol olsun bacım. Öperim yanaklarından!

http://www.youtube.com/watch?v=3Vj2tTBmHT8

DAHA ÇOK "GAYE SU AKYOL" İSTİYORUM!


http://www.youtube.com/watch?v=Gyl3M723QVw

Ne o? Ev taşıyoruz diye sanattan koptuk mu sandınız? Yooo, bakınız Ekin Hanım sayesinde kimi buldum?
Gaye Su Akyol! 
Tanışın tanışın. Bence son zamanların en orjinal işlerinden biri olmaya aday. Allah biliyor ya ne müzik dinleyecek, ne de gülecek halim kalmamış idi. Gel gör ki kımıldamaya itiraz eden kaslarım bu enteresans yorumla gevşedi:

http://www.youtube.com/watch?v=qel07RLzC7Q

Klibin hastası oldum. Çiçek dürbünü, sirk, kumpanya!! Oy oy oy sabahlar olmasın! Gaye kardeşimiz her ne yiyor, içiyor ve kokluyorsa helal olsun!Kendisine ilham veren her nane helaldir zannımca. Öperim alnından! Bu kadınların sayısı artsın isterim, Allah ailesine bağışlasın derken, sözlerimi favori şarkımla bitiriyor ve IKSV Salon bilir kişilerine sesleniyorum: bu kızı sahnenizde dinlemek isteriz.

http://www.youtube.com/watch?v=3Vj2tTBmHT8

Biliyorum
Koşarak geldim, kaçarak gidiyorum
Köşkünde yer yok bana yeni yeni anlıyorum
Bitmiş bütün cümleleri yosun ruhu akıyorum
Konuşma hiç luzum yok her şeyi duyuyorum
Rakıyı sensiz içeyim diye
Köprüyü yalnız geçeyim diye
Küllenip biteyim diye
Sevdirdin kendini biliyorum
Rakıyı sensiz içeyim diye
Köprüyü yalnız geçeyim diye
Küllenip biteyim diye
Sevdirdin kendini biliyorum



20 Ağustos 2014 Çarşamba

SEVİNÇLE UYAN...


http://www.youtube.com/watch?v=cn88N8xcRZM


Haftaya yüreğim pır pır, sinirlerim ayakta başladım. Pazar gecesi gözüme uyku girmedi, eski yatağımda uyuyamadım. Sanki onu terk ettiğimi bilmiş, bana küsmüş gibiydi... Umursamadım, zira artık tek arzum var "yeter ki ben bana küsmeyeyim!" Gerisi yalan, fasa fiso.

Hayat yıllar içinde insanı defalarca doğurur ya, sanırım bu da benim doğum anlarımdan biri... Ve tabii ilk defa olduğu gibi yine erken ve ters bir doğum yaşıyorum.. Hayat, doğum travmalarımla barışmama izin verir mi bilmem, sadece deneyebilirim hepsi bu. Neyse ki yalnız değilim. gerçi Nur Hanım durmadan "yalnızsız sen!" diyerek kulaklarımı çekiyor ama.. Olsun, iki kişilik yalnızlığı asla kabul etmedim, etmeyeceğim. Etseydim, edebilseydim eğer, bir zamanlar dünyanın en naif adamıyla evliydim, evli kalırdım.


Yeni evimde henüz uyuyamadım. Yatağım yarın geliyor. Sanırım ilk uykum olsa olsa P.tesi mümkün. Dün Prusya Kralı, Nur Hanım ve  İşletme/Kontrol müdiremiz Deniz Hanım ( bakınız buzdolabını nasıl da tikkatli inceliyor:)) yanımdaydılar. Sağolsunlar hem sağa sola göz kulak oldular, hem de tam buğday unu ile yapılmış İsveç keki ile karnımızı doyurdular.


Galiba sonunda mutluyum. Galiba diyorum, çünkü o kadar uzun zamandır kronik mutsuzlukla savaşıyorum ki, silahlarımı bırakmayı unutmuşum! Dürtülmeden yaşamayı unutmuşum! Dün evimin bomboş salonunda canım Feridun'dan kalan çalışma masama uzun uzun bakıp, artık gönlümce yazı yazabileceğimi bilmenin huzuruyla doldum. Tabii maskaralığımız bol idi. Bakınız ilk yoga öğrencim geldi bile:


Şekilde görüldüğü gibi hayatında bir tek yoga dersi dahi görmeyen Prusya Kralı doğuştan yetenekli. Neden derseniz, biz çocukken çıldırtıcı bir ekip olarak çalışırdık. Mesela annem "Elvan tırnaklarını yeme kızım, ellerin çirkin olur" derdi, ben de ayak tırnaklarımı yerdim! Kısacası yaşımız büyüdü büyümesine de kafa aynı kafa:))



Anlayacağınız yalnızlığımla ve seçimlerimle barıştım. Mutlu olmaya hazırım. Başıma gelen bir seri talihsizliğe rağmen kalan zamanımı iyi yaşayacağım. Yeni evimde bütün dostlarıma* yer var. Telefon açmadan gelebilirsiniz. Zira zaten bir ev telefonum yok:)

* Süper Prenses özellikle sana yine bir oda ayırdım, bilesin. Ama bu evde ayrı bir misafir banyosu yok. Oraya çamaşır makinasını koyduk:))

16 Ağustos 2014 Cumartesi

TAŞINMA VOL I


Bugün itibariyle taşınma eylemine start verildi. Annem nevresimler, havlular, bardaklar vs ne varsa bir bir çıkarttı. Sandıklar açıldı, dolaplar silkelendi. Ben de kullanmaya kıyamadıklarımı kutularından çıkarttım. ( fotoğraftaki tuz&karabiberlik rahmetli Mediha anneannenin hediyesiydi, sofrada şimdi kısmet olacak inşallah:)) Şu an inanmazsınız kazan doğurdu gibi oldu ve bizim ev bir evcik doğurdu!
İlk partide E.A. Hanım sayesinde en kıymetli eşyalarımdan birkaç parça (  içki şişelerimiz, katı meyva  suyu sıkacağımız ve kurabiye kavanozumuz gibi gibi ) şimdiden eve gitti bile!
Üstelik Prusya Kralı'ndan ev hediyesi olarak bakınız ne sözü aldım:
Yarın kısmetse kıyafetleri toparlarız ve P.tesi'ye sadece bavullara yerleşmek ve Ayedaş macerası kalır. Galiba bu süratle Çarşamba gecesi evde, evimde uyuyabileceğim! Ay çok heyecanlı!

NE HEYECAN, NE TELAŞ BÜTÜN İŞLER YAVAŞ YAVAŞ...

Söylerken kolay ama kombi bakımı yaptırırken, zemin taşlarını temizleyecek abileri beklemek ve hepsi gidince Ayedas'a yetişmek pek değil! Şikayet etmek istemedim, sadece yurdum insanı cep telefonu yüzünden kolundaki saati de çıkartınca randevulu işler daha da aksadı manasında mızıldandım. İnsan gavurda en çok bunu seviyor: düzenli hayat! Ha, onun da kendi içinde bir sıkıntısı var ki, pek süprizsiz. Olsun canım, bir kaç hafta için bünyeye çok iyi geliyor.

Neyse, geldik pek çok şeyin bittiği ve başladığı yere. Bu hafta sonu aklım fikrim yeni evimin eşiğinde cirit atacak. Eşyalar kafamda odadan odaya dolaşacak. Renkler kolkola girip bana nanik yapacaklar... Olsun be, bugüne kadar hep benden başka birilerini de ilgilendiren evler için didindim. Bu kez ilk defa kendi evimle ilgileniyorum. Her zaman karşımdakinin sevdiği şeyleri anlamaya çalışmaktan, şimdi ben severim sorusunda çuvallıyorum! Açıkcası garip bir yalnızlık hissediyorum. Çünkü henüz bu hayatın denenmişliği ve evin bir yaşanmışlığı yok. Orada hiç sevinmedim ve hiç üzülmedim... Galiba her yeni başlangıç gibi biraz zamana ihtiyacım var. Yeniliklerden korkan ve kabuğuna saklanan bir yengecim ben nihayetinde. Ha, korku beni durdurur mu? Yooo, tek kıskacım kalsa da yapacağımdan geri durmam, duramam ki!

Bugün derin bir nefes alıp eşyalarımı toplayacağım. Yatağımı seçeceğim. Bunlar olmazsa olmaz işler ama aklımda ne var bir bilseniz... Sazende!


Bu fotoğrafta kendisini koltuğun arkasına sıkıştırmışlar ama perde halini bir görseniz... Persan bununla kalsa iyi, ya o kayıklara, yalılara ne demeli.. İçimdeki Osmanlı ve Akdenizli fena bir kavga halindeler. Bakalım hangisi kazanacak?

14 Ağustos 2014 Perşembe

YÜKSELEN TÜRKİYE DİKKAT ET BAŞIN GÖKTAŞINA ÇARPMASIN!



Ülkede işler pek değişmiş azizim.  İnanmazsın, bu sabah yeni evimin abonelik işleri için 08.30 da yola çıktım ve daha öğle tatiline yarım saat vardı ki neredeyse hepsini tamamlamıştım! İnanabiliyor musun? Üstelik bir güzel mekanlar, bir ilgili memurlar vardı ki, anlatamam.
Vallahi şaka değil, IĞDAS binasına girmem ve çıkmam toplamda beş dakika, ISKI binasındaki işlemlerim ise en fazla onbeş dakika sürdü! Ki içinde kardeşime devrettiğim abonelik de vardı. AYEDAS da çuvalaldım çünkü tesisat numaramı almayı unutmuşum. Üstelik önceki kiracının adını yazdığım kağıdı da kaybetmişim. Neyse günün nazar boncuğu olsun! zaten üçünü de halletseydim, bünye alışık değil, yığılır kalırdım!

Diyeceğim o ki, dekoltesiz, kahkahasız, hamileyken sokağa çıkmasız ve dayak yediğimizde susmalı, çıkan kısmeti kör topal demeyip alarak beş çocuk doğurmalı bir hayatın bedeli buysa insanın kafası karışıyor! Yani özetle büyüklerimiz bize " toplu yaşamanın yarattığı sinir hastalıklarından alışılagelmişleri engelledik, yerine bunları alın mı diyor?" 

Aklım fena halde bulandı! Sıcak bir yandan, metronun konforu öteden, hey yavrum hey!

BİLEN BİLİR BEN POLTİKADAN FALAN ANLAMAM. Dolayısıyla ne sözlerimin, ne de davranışlarımın içinde siyasetten kırıntı bulamazsınız. Yine de siyaset yapıp kafatasının içinde akıldan, kalbinde vicdandan kırıntı bulunmayanlara göre kendimi şanslı hissediyorum!
Bu sabah gerçekten işlerim tıkır tıkır yürüdü yürümesine de yine mutlu olmadım! Bireysel tatmin öylesine anlık ki. Az sonra otobüste yine halka karışıp amcalardan birinin terli koltuk altını kokladım, sonra bebekli kadının sıcakta zar zor ayakta duruşunu ve şoförün bizleri bir kasa elma gibi sağdan sola savurmasını izledim..

Bütün ömrümü Sultanahmet For Season Hotel'de geçiremeyeceğime göre, ben yakında çeker giderim. Ha, piyangodan para kazanırsam da ömrümün kalanını otelde geçiririm hani mekandan dışarı çıkmadan yaşayan Tokyolu gençler varya, onlar gibi:)) Hoş olur tabii.