31 Mart 2012 Cumartesi


"DÜŞLER TELAFİ EDİCİDİR, ÇOĞU ZAMAN YİTİRİLMİŞ OLANLARI VE HALA DÜZELTME VE DENGELEME İHTİYACINDA OLUNANLARI YANSITAN DERİN BİLİNÇDIŞINA AYNA TUTAR. DÜŞLER ARACILIĞIYLA BİLİNÇDIŞI SÜREKLİ OLARAK ÖĞRETİCİ İMGELER ÜRETİR.BÖYLECE EFSANEVİ KAYIP KITA GİBİ VAHŞİ DÜŞLER ÜLKESİ DE UYUYAN BEDENLERİMİZDEN YÜKSELİR; HEPİMİZİN ÜSTÜNDE KORUYUCU BİR ANAVATAN YARATACAK ŞEKİLDE BUHAR SALARAK VE AKARAK YÜKSELİR. BU BİZİM BİLGELİĞİMİZİN KITASIDIR. BENLİĞİMİZİN ÜLKESİDİR."
SAYFA 505, KURTLARLA KOŞAN KADINLAR.

30 Mart 2012 Cuma

KAPILAR....


Tasavvufta 4 kapı vardır, öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek Hakikate ulaşılır.
1- Şeriat Kapısı
2- Tarikat Kapısı
3- Marifet Kapısı
4- Hakikat Kapısı
Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş; "Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?" "Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım."
Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat akşetmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş. Öğrenci Mevlana'ya dönmüş, olanları anlatmış. Mevlana; "İşte sana istediğin örnekler
Birinci şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.
İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi."Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, oturdu.
Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı. - Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile...

29 Mart 2012 Perşembe

ŞEFKAT HAKKINDA BİRŞEY:)

Kitap bakıyordum c.tesi günü caddedeki İşbankası yayınlarında, çocuklar ve anneler de benimle birlikte bakıyorlardı. Nasıl olduysa dört bir yan anne, özellikle belirtiyorum çocuk değil, "anne" çığlıklarıyla inlemeye başladı: "o kitap sana göre değil, bu kitapta sana uygun hikaye yok*, bırak elindekini vs vs..."
Bu fasıl bitince de iki kadın, sen öde, ben ödeyeyim diye birbirlerine girdiler. O sırada tezgahın üzerinde Allah ne verdiyse yayılmış, satıcı kızın gözleri ağlamaklı olmuştu. şahane anneler ve yavruları çıkarken, yaşlı bir kadın torunuyla içeri girdi. Ben satıcı kıza gülümseyip, "keşke kitap sevgisi aşılarken, insanın sosyal bir canlı olup, toplum içinde yaşadığını da öğretseler" dedim. Yaşlı kadın, sanki sözüm onaymış gibi, "siz anne misiniz? " dedi. "Değilim" dedim. Bana "anne olmadan konuşmayın, şefkatli olamazsınız siz" dedi. Kendisi gözlüğünün üzerinden bana bakarken o kadar şefkatliydi ki, nutkum tutuldu!
Anne değilim ve fikrimi söylemeye hakkım yok. Evli de değilim, ama evlilik denilen "kurumun" ne gibi hesap açıklarıyla yürüdüğünü biliyorum, ama o konuda da konuşamam... Peki. Ben susarsam, içi rahat edecekse birilerinin susarım. Benim susmam, gerçeği değiştirmez ki... Çocukların arsız ve edepsiz tavırları, kibir ve açgözlülük gibi edinilen davranışları nereden aldıkları açık... Ben öğretmedim, anneleri ben değilim.
Ayrıca karımı ya da kocamı kör göze parmağım aldatıp, sonra bilmem kaç yıllık evliliğimi yürütmekle böbürlenen ve sosyal statümü alyansımla sağlayan da ben değilim. Çoktan sattım ben o halkayı. Parasıyla da kredi kartı borcumu ödemiştim zamanında. Bu konuda içim çok rahat, sevmediğim ve benim tarafımdan sevilmeyen gurursuz, iletişimsiz bir adamla yaşayamazdım. Yaşamadım da. Ona iyi gelemezdim. Ama benim beğenmediğime başka kadınlar balıklama atladılar. Demek ki her topal satıcının bir kör alıcısı var. Ben kör olmamayı seçtim.
Hepimiz seçimlerimizi yaşıyoruz. Seçtiğimiz çocukları büyütüyor, seçtiğimiz eşlerle yaşıyoruz. Biz oraya koyduğumuz için hayatımızın ortasındalar.
Ben mi? Belki seçemeyen bir korkağım, belki de seçimim olmayan birine yalnızlık korkusuyla yapışmadığım için gereğinden fazla dürüstüm. Kimbilir.. Hiç olmazsa içim rahat. Bu anne olmayan, şefkatsiz halimle onlarca çocuğa ders veriyorum, haftanın her günü onlarca çocukla yerlerde yuvarlanarak deli gibi eğleniyorum. İki yıl önceki öğrencim gelip belime sarılıyor ve başını karnıma gömüp dakikalarca kendini sevdiriyor. Kedim beni her sabah uğurluyor ve her akşam karşılıyor. Yatana kadar kucağımda, yatınca da odamın kapısında oturuyor. Evet ya, şefkatsizim ben, zira anne değilim. Damgayı yedik bir kere. Bütün anneler de sevgi yumağı! Zaten evlilikler de bayram yeri; haftada yedi gün seks hayatı, birbirlerinin her derdine derman, anlayışlı ve harika hayatlar di mi? Eğlencesi de cabası!!!
Bütün bu kandırmaca ve kaos içinde tatil planları, durmadan değişen arabalar, harika bedenler ve kıyafetler... gırla! O zaman çocuklarınız neden obez? Neden hala yatağa işiyorlar? Neden kabız ya da durmadan kusuyor? Neden karınız çocuğunuzu silah olarak kullandığında bunun davranış bozukluğu olduğunu görmek zorunuza gidiyor? Aile birliği, çocuk terbiyesi bu mu? Sizin mi hayatınız daha iyi? Almayayım, kalsın!
Amma kızdım durup dururken :))
* bütün bunları kitaba bakmadan ezbere söylüyor olmaları da emİn olun onları çocukların gözünde çok güvenilir ve saygıdeğer kılıyordur!!!

27 Mart 2012 Salı

İBLİS


Jale Dural iddia ederim İstanbul'un en iyi pilates hocasıdır. Benim arkadaşım olduğu için değil, gerçekten öyledir. Ha bu kadar şahaneydi de sen neden onca zaman ara verdin derslere derseniz, İblis yüzünden. İçimdeki iblis, kendim için iyi birşey yapmama izin vermiyor. Ne zamandır ne diyet, ne spor, ne de aklı başında bir proje üretmiş değilim. Değildim. Ama başladım. Eğer çimenler, ağaçlar, hayvanlar ve daha neler neler gaza gelmiş ve ya Allah diyerek kıpırdanmaya başlamışsa, e bende yapabilmeliyim!
İblis mi? O hala sağ kulağımın ardında. "Kalkayım ben çalışayım" diyorum, "yok ya erken daha" diyor. "Uykumu aldım ama" diy0rum, "olsun ruhun dinlensin" diyor. Anlayacağınız, her ne yapıyorsam şu hayatta, ona, İblise rağmen yapıyorum!
İç sesimle İblisin sesi karışıyor bazen. O zaman anlıyorum sessizliğe çekilmem gerektiğini. Etrafta çok gürültü varken ikisinin sesini birbirinden ayıramıyorum.
Neyse, ona rağmen pilates derslerine başladım. Sırada Güngör için yazacağım dersler, Suat için yazacağım hikayeler ve vermem gereken kilolar var. Olur olur. Hepsi olur. Allah ömür versin diyelim.
Bu arada güzel birşey oldu. Çok içten gülen bir adamla tanıştım. Tınısı güzel, kocaman bir kahkahası var. Uzun zamandır hiçkimsede göremediğim bir neşesi, samimiyeti ve sıcaklığı var. Yapabildiklerini anlatırken abartısız, eksiklerinden bahsederken komplekssiz, işbirliği yapmak için hevesli ama ısrarsız. Ne yalan söyleyeyim ilgimi çekti. İblis olmaz diyor. Ben ne olur, ne olmaz diyorum:) Ama bu kadar güzel bir gülüş kötü olamaz bunu hissediyorum.
Unutmadan bugün DÜNYA TİYATROLAR GÜNÜ. Allah sevgili büyüğüm, değerli eniştem, yokluğunda neşesiz kaldığımız Feridun Karakaya'nın ve kıymetli Savaş Amcanın yerini cennet etsin.

26 Mart 2012 Pazartesi

KOŞ KOŞ KOŞ


Bütün gün yolunmuş tavuk gibi oradan buraya, buradan şuraya koşmaktan bacaklarım sızlamaya başladı. Nerdeeee eski ben ve eski performansım. Of of of, eski ben, bugünü akşam yemeğinde misafir ağırlayarak bile bitirebilirdi, oysa şimdiki ben muhtemelen duş bile alamadan yığılıp kalacak:))
Yeni hafta hepimize hayırlı olsun!

BEYLERBEYİ VE SONRASI

Sarayda kahvaltı krallara layıktı diyemem. Yumurta soğuk, ekmek biraz kurumuştu. Ama çay ve servisin güleryüzlülüğü, ayrıca kocaman peynir parçaları olumsuz detayları görmezden gelmemize yetti. İstanbul'a sadece 10 TL ödeyerek harika bir boğaz manzarasına karşı, mücevher gibi işlenmiş bir sarayda kahvaltı yapmak mümkün. Denizden gelen rüzgar, bahçedeki huzur paha biçilmez. Biz sarayı gezmedik. Ben ve annem daha önce birkaç kez gezmiştik. Kardeşim pek hevesli olmayınca bir kez daha gezelim diye ısrar etmedik. Ama size tavsiye ederim. Zira içerisi birbirinden kıymetli parçalarla dolu.
Tarihi detaylara girmeyeceğim, çünkü google semalarında ararsanız fazlasıyla bilgi bulursunuz. Ya da bakınız benim bir iki yıl önceki maceram azıcık daha detaylı fikir verebilir:
Erguvanların eli kulağında. Nedendir bilinmez sanki güzel günlerin de eli kulağında. İnsanın içini yaşama sevinci dolduruyor bahar. Yağmur daha temiz, güneş daha dost, bütün kokular fazlasıyla umut verici. Bütün bu anlatmaya çalıştığım şeylerin kavşağı ise İstanbul Boğazı. Efsanesi hiç eskimeyen, içinde her daim aşk olan bir su. Devinimiyle insanı uzaklara sürükleyen bir akıntı.
Boğaz sefamızı Beylerbeyi Camii rıhtımında gezerek, ki burada bir ay sonra, bilemediniz birbuçuk ay sonra nefis mor salkımlar olacak, dolaşarak ve Türk kahvesi içerek noktaladık. Sonrası Caddebostan sahil. Ama bunu anlatmayacağım. Zira metrekareye on kişi düşen bir toprak parçasının hali pek acıklı oluyor...

25 Mart 2012 Pazar

BEYLERBEYİ BEN GELİYORUM!

Güzel bir kımıltı var dışarıda. Pimapen izin vermediği için sesini duyamadığım, sessiz film izler gibi izlediğim bir kımıltı. Biraz sonra dışarı çıkacağım ve kendime sarayda bir kahvaltı ısmarlayacağım. Elbette ailemle. Zira bu zor şehirde görüşebildiğimiz tek gün Pazar...
Cumartesi günleri derse giderken hep gözüm Beylerbeyi Sarayı'nda. Baharda en sevdiğim saray bu. Set set bahçeleri, denize kavuşmak için anbean eğilen rıhtımı, hüzünlü hikayesi ve ihtişamlı manzarasıyla mevsime gerçekten çok yakışıyor. Özelikle gizli geçitleri ve şehrin ortasındaki bambu ormanı başlı başına bir güzellik. Şimdi duş alıp çıkıyorum. Dönüşte biraz tarihinden de bahsederim size.
Güzel bir sabah olsun:)

22 Mart 2012 Perşembe

İŞİMİ SEVİYORUM

Gerçekten güzel bir işim var. Bir adam için çocuk doğurmayı beceremedim ama pek çok kadının - adeta - benim için doğurduğu çocuklara yaklaşmayı, onlarla bir bağ kurmayı başardım. Başardım dediysem, bu konuda oldum anlamına gelmesin. Zira bu afacanların kafaları nasıl çalışıyor hala anlayabilmiş değilim. Bildiğim tek şey burunları inanılmaz koku alıyor; mutlu ve huzurlu olduğumda kedi gibi gelip sokuluyorlar. Bir miyavlamaları eksik:) E tabii tüyleri de yok, kuyrukları da!

21 Mart 2012 Çarşamba

BENİM ADIM GÜZELLİK

Zeynep birkaç hafta önce yanıma geldi. "Biliyor musun benim adım Güzellik" dedi. "A öyle mi, kim verdi sana bu ismi?" dedim. "Ben" dedi en doğal haliyle. "Hımm, benim adım da akıllılık o zaman" dedim, sanki insanın kendine güzel demesi suçmış gibi!
Ben hayatım boyunca bütün erkeklere böyle davrandığımı birkaç hafta sonra fark ettim!A damlar ne yapsalar yaranamadılar. Akıllı dediler, güzel değilim demek! dedim. Güzel dediler, aptal mıyım ki dedim. Of:))) Çok komik geldi bu bana!

YENİ YIL HOŞGELDİN:)

GETİRDİĞİN HERŞEY İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ. SEPETTE SADECE TAZE MEYVALAR DEĞİL, KURTLULAR, AZICIK EZİLMİŞLER DE VAR BİLİYORUZ. AYRICA BİRAZ BAYATLAMIŞ ÇÖREKLERLE, TAPTAZE KEKLER YANYANA BUNU DA ANLIYORUZ... YİNE DE HOŞGELDİN. TAZE KAHVEMİZ VAR, BUYURMAZ MISIN?

20 Mart 2012 Salı

DERS SONRASI SOHBETİMİZ:))


NUH VE ELVAN DİNLENMEDE:)


ZEYNEP VE ELVAN AĞAÇ OLMUŞLAR!


RÜZGAR VE ELVAN BAYGIN BÖCEK DURUŞUNA HAZIRLANIYORLAR:)


EVİM


Sabah sabah çok değerli bir dostumun internetteki fotoğraflarına baktım. Özellikle ev dikkatimi çekti birden. Tam da oturmak istediği evde oturuyordu. Tam da hayal ettiği gibi.
Elbette kolay olmamıştı o eve kavuşmak ve dört duvarı o hale getirmek. Ama olmuştu işte. Ve tam da istediği gibi.
Kendimi düşündüm. Hayatımdaki hiç bir detayı değiştirmek için emek harcamayışımı. Olanı olduğu gibi kullanıp, üzerinde düşünmeyişimi. BUNA BEDENİM DE DAHİL... Eve ve ev eşyasına ne zaman küstüğümü bulmaya çalıştım. Geri gittim, gittim, gittim... Buldum. Bulduğum yere büyük bir işaret koydum. O an ki duygumu hatırlamaya çalıştım. Neşemi, heyecanımı. Sonrasını. İyi ve kötü herşeyiyle orada kalsın istedim deneyimlediğim.
Şimdi yeni bir ev hayal etmek istiyorum. Her eşyasını heyecanla seçtiğim, içinde yaşamaktan keyif aldığım bir ev. Barınmadığım, yaşadığım bir ev.
Sanırım benim tarzım nedir, ya da bir tarzım var mıdır ondan bile emin değilim. Hayal meyal hatırlıyorum bazı detayları. Mesela soluk mavi ve beyaz sevdiğimi ama masa ve sandalyelerin, özellikle de yerin cilalanmamış ve çok koyu olmayan bir ahşap tonunda kalmasını tercih ettiğimi. Bakır kap kacağa bayıldığımı. Her daim bol ışık alan pencereler istediğimi...Dantel ve taze çiçek sevdiğimi... Mutfağın her daim benim için evin kalbi olduğunu..
Biraz evimle ilgilenmeye karar verdim:)

19 Mart 2012 Pazartesi

:)


İnsan bağışlayıp bağışlamadığını nasıl bilir?
Olay karşısında öfke duymak yerine kederlenmek, o kişiye kızmak yerine onun için üzülmek eğiliminde olursunuz. Tüm bunlara ilişkin herhangi bir şey anımsamama eğiliminde olursunuz. İşin başında bu kırgınlığa yol açan ıstırabı anlarsınız. Ortamın dışında kalmayı yeğlersiniz. Bir şey beklemezsiniz. Bir şey istemezsiniz. Bileğinize dolanıp sizi oradan oraya sürükleyen bir kement yoktur. Gitmekte özgürsünüzdür. "Bundan böyle hep mutlu yaşadı" ile sonlanmasa da, bu günden itibaren sizi illaki bekleyen taptaze bir "bir varmış bir yokmuş" duygusuna kapılırsınız.
Kurtlarla Koşan Kadınlar, sayfa 417

18 Mart 2012 Pazar


Mart. Başlangıç ve bitişlerin ayıdır iç takvimimde. Alış verişimin en yoğun olduğu aydır; ciğerimin tam ortasından, kalbimin dört odasından!
Mart gelir, söke söke alır ve gider. Verir gibi yapar, kopartarak, fazlasıyla toparlayarak gider. Yeni bir başlangıç mıdır? Evet. Ama kalan parçalarımı birleştirmek için, bir sonraki Mart için...
Mart ayının hasarı ha dediğinde telafi edilemez... Bazen günlerce, günler yetmeyince geceler boyu sürer. Uykumu alır içimdeki onarımlar, huzurumu alır, yetmezse sağlığımı alır.
Mart, alırken ve verirken sormaz. Hoyrattır. Bu yıl gelmeyeceğim demez. Geldim ama uslu duracağım demez. Söz vermez, kaypaktır.
Berdül'aczin başlangıcı ve sonu arasında neredeyse uyuşur ruhum soğuktan. Çark dönümü fırtınasına kadar ısınmaz yüreğim.
Mart acımasızdır benim iç takvimimde.

17 Mart 2012 Cumartesi

SIKILDIM


Sürekli sitem eden, kendisine zaman ayırmadığım için üzülen arkadaşlardan sıkıldım. Kendi hayallerini bana enjekte edenlerden sıkıldım. Ben bir kez bile aramazken haftada dört beş defa arayarak, beni içinde olmaya can atmadığım projelere sürükleyenlerden sıkıldım. Basbayağı sıkıldım işte. Caddedeki birbirine benzeyen kadınlardan, aptal futbol takımlarının ardına takılan salaklardan, tadı tuzu olmayan yemeklerden, inançsız bir eğitim sisteminden ve daha nelerden nelerden çoooooooooooooooooooooooook sıkıldım.
Her günü yirmidört değil yetmişiki saatmişcesine gözüme soka soka yaşatan Mart, en çok da senden sıkıldım. Bi s.. git lütfen!
Bugünün en anlamlı sahnesi, Nero Cafe'deki yuvarlak, yosunlu bir taşa birbirinden yarım saat arayla iki küçük erkek çocuğunun kollarını kocaman açarak sarılmasıydı. Dizlerimin üzerine çöküp aynı şekilde taşı kucaklamak istedim. Zira oradaki tek sahici şey oydu ve çocuklar bunu gördü!

15 Mart 2012 Perşembe

ÜLKE


Bence iyi yönetilmiyor. Kız çocuklarına- ve tabii oğlanlara- bilmem ne pad ya da tablet alacağımıza öncelikle kullandıkları petleri tuvalete değil, çöp tenekesine atmayı, dahası ve en önemlisi şehir hayatının neleri gerektirdiğini anlatmak lazım. Tablet ne ya? Kitap okunmayan bir ülke zaten burası. Zaten basılan kitapların yüzde yetmişi de basbayağı çöp! Amerika'da çok satan kitaptan bana ne ya? Beni kitabın edebi bir değeri ve evrensel bir mesajı olup olmadığı ilgilendirir. Bakalım hikaye zamanı ve coğrafyayı aşmış mı? Kendi dilinden benim dilime çevrilirken tadı tuzu yerinde kalmış mı?
Of! Çok kızgınım yine. Belim tutulup kalacak diye gevşemeye çalışırken bu konuda yazmak tam bir çelişki. Ama ne yapayım? Çıkmışım okulumdan, almışım evimin ıvır zıvırını tıpış tıpış yürürken.. Kaldırımda bisiklete binen çocuğu "burası yayalar için, insanlar için, araba yolunu kullansan?" diye uyardığımda bana dönüp, "abla ben insan değil miyim? " dedi! İnsansın kardeşim ama tepesi ezile ezile büyümüş, bu yüzden aklı değil, dili uzamış ve bisikletin kaldırımda kullanılmayacağını öğrenmemiş bir insansın! Köyüne ekmek gitmediği için tası tarağı toplayıp, şehrimizin içine etmeye gelen bir anne ve bir babanın evladısın. Sana kızgın değilim, seni buraya sürükleyen ve ikimizi karşı karşıya getiren şahane ülke yönetime kızgınım.
Bu ülkeyi ister Taytay yönetsin, ister Kaplumbağa hiç umurumda değil. Boy Geprge bile yönetse eyvallah derim. Ama yalvarırım biraz merhamet yahu. Azıcık nezaket, bir lokma da medeniyet! Hepsi karaborsa anasını satiiimmm.
Gıcık oluyorum şarkılara; "..Türkiyem Türkiyem cennetim, benim eşsiz milletim..." ya da "bir başkadır benim memleketim..." Hepsi yalan! Eğitimsiz, kalpsiz, nevrotik, basbayağı kompleksli insanlarız. Yerleşik düzene yüzyıllardır kıçını yerleştirememiş, yedi ceddi dağda taşta göçebe yaşamış insana "Türk" denir.
O beğenmediğimiz Almanların sokaklarına ekmek düşse yerden alınıp yenir. Pis adamlar, kıçlarını yıkamıyorlar dediğimiz İngilizlerin sahte nezaketini seveyim ben. Yalvarırım bizim topraklarımızda da, özellikle Bağdat Caddesi gibi nadide semtlerimizde birileri kol çantasıyla mememi çürütüp geçeceğine, sahte sahte gülüp yolun sağına çekilsin o pis dediğimiz İngilizler gibi!
Hiç umudum kalmadı. Hiç!

13 Mart 2012 Salı

EŞYA


Öyle bir düştü ki mal mülk gözümden, anlatılır gibi değil... Yaş almaktan mıdır nedir, yediğim, içtiğim, gezip tozduğum dışında her gün daha da uzaklaşıyorum eşyalarımdan. kKrılan, dökülen içimi yakmıyor artık. "Tüh anısı vardı onun!" diyerek terör estirmiyorum. Ölümü anlama çabam, hayatın özüne yaklaştırıyor adım adım.
Değerli olanla olmayanı ayırabilmeye başlamak geleceğim için umut veriyor.
Güzel bir yüzüğü, değerli bir defteri kullanırken aldığım haz hala var şükür. Ama kaybettiğimdeki öfke yok. Demek ki bizim yolculuğumuz bitmiş, demek ki bir başka ev lazımmış bir zamanlar benim olana diyebiliyorum.
Benim? İşte keşif de bu zaten? Ne benim ki? Bedenim bile bir nefeste elimden alınabilecekken, diğer herşey ne kadar anlamsız... Kitaplarım mı? Belki o konuda hala yolum var ya, orada bile iyileştim sayılır. Kayıp kitaplarımın peşine düşmüyorum artık. Kayıp olan "hiçbirşeyin", "hiçkimsenin" peşine düşmüyorum:)

11 Mart 2012 Pazar

BAHAR, BEL AĞRISI, ETİCAT = ARKADA KALAN HAFTA!


Bademler çiçek açtı demiştim değil mi? Nasıl kalbim ikiye bölünüyor bir Allah bilir. Kelebek kanadı gibi narin, mis gibi badem çiçeğinin kokusu burnumda...
Bir haftadır belimin ağrısından yatıyorum. Tam da kediciğimin eve geldiği gün başladı ağrım. Acaba bir canlının mesuliyetini almaktan, yeniden küçücük bir kalbe bağlanmaktan mı kortum? Kimbilir...
Su sürahisini bile kaldıramadım günlerce. Hatta yataktan inip tuvalete gidemedim! Şimdi iyiyim, yeniden bahar koklamaya başlamışsam bunda Burhan'ın emeği var. Onun dostluğunu haketmek için ne yaptığımı ömrümün sonuna kadar anlayamayacağım...
Dün akşamki yemek sadece karnımı değil, ruhumu da doyurdu. Muse sağolsun bize "tertemiz" evini ve bir o kadar temiz kalbini açtı. Gerçi Süper Prenses'in telefonunu kaçırdım ama hayat işte, aynı anda iki yerde olamam ki:)*
* Bu akşam da evde olmayabilirim:))))

9 Mart 2012 Cuma

EV


... İnsan ne kadar süreyle evine geri dönüp orada kalır? Olabildiğince uzun bir süre ya da tekrar kendine gelene kadar. Bu ne kadar sıklıkla gereklidir? Dış dünyada çok etkinseniz ve "duyarlı"ysanız çok daha sık. Deriniz kalınsa ve pek fazla da "dışarıda" değilseniz, daha az bir sıklıkla. Her kadın ne kadar sıklıkla ve ne kadar süreyle bunu yapması gerektiğini yüreğinde bilir. Bu, insanın gözlerindeki pırıltının, duygusal durumunun, canlılığının, duyularının yaşamsallığının belirmesiyle yakından ilgilidir ...
Kurtlarla Koşan Kadınlar, Clarissa P. Estes
Ne zamandır bu manada eve gitmedim. Bodrum evimdir ya, dedemin ölümünden sonra oradan bile içim soğudu sanki. Çantamı olup yollara düşmenin zamanı geldi. Yeni bir ev aramanın zamanı... Kendimi hatırlamanın, başkalarının gündelik kaygılarında boğulmaya son vermenin zamanı. Kendimi joker veya bir ayakkabı çekeceği gibi hissetmekten sıyrılmanın ve yeniden sadece ve sadece Elvan için nefes almanın zamanı.
Kitap herkesin eve dönüş yolu, eve dönüş sıklığı ve orada kalma süresi farklıdır diyor. Bunun birden çok yolu olduğunu da ekliyor.
Mart ayı beni affetsin onu hiç sevmem. Mart, hep hayatımın karanlık ayı olmuştur. Mart geldiğinde bilirim ki nergisler bitecektir. Bilirim ki anemonlar dağları süslemiştir ama benden uzaktır. Bademler açmış, Poyraz onlara korku salmıştır köyümde. Eski kayıplar hortlamış, bağışıklık sistemim alaşağı olmuştur anıların hücumundan. Yeni yıl yaklaşmış, ağaçlara su yürümüştür. Alttan alta güzel, ışıklı günler ses verse de, hala kıştır. Kar, ölüm, hastalık ve ihanet her an gelebilir. Aşk da gelebilir. Nitekim gelmiştir de geçmişte, can almak için!
Can vermek önemli midir? Verecek bir tek o kalmışsa ve o da zaten bir emanetse? Canı en sevdiğimize vermek pek mi fenadır? Bilmem... Ardımızda bir evlat bırakmışsak, güneş gibi saçlarımız toprağın altına saklanmışsa ve yaşımzı henüz kırk bile olmamışsa can vermek önemlidir bence.
Canı toprağa karışmış ikinci genç insanın haberini aldım bugün. Mart, yine Mart oldu işte. Prusya Kralı nasıl nefret doluysa P.tesi'ye, benim hıncım da Mart'a!
Hiç bir an olmadığı kadar eve dönmeye ihtiyacım varken, beni şehre bağlayan tüm sorumluluklarım altında bükülen belim, hayatı taşıyamayan yüreğim Mart'ın ayakları altında bir kez daha ezilirken, aya karşı uzun uzun uluyan dişi kurtlar geliyor gözümün önüne. En vahşi yanımı çağırıp, en güçlü bacaklarımla eve, evime koşmak istiyorum. Mart gidene kadar da orada kalmak istiyorum!

4 Mart 2012 Pazar

TRAFİK OYUNU


Çocuklara renkli kartonlardan bir kaç oyun yaratmak için ne zamandır düşünüyordum. Malzeme kullanmayı sevmesem de, beş aylık bir ders programı sonunda hayvanlar ve bitkiler aleminin dışında bir başka çıkışa ihtiyaç duymak kaçınılmaz!
Neyse, kartonları kestim, pvc kaplattım, derse gittim. Birden aklıma trafik lambaları geldi ve hazırladığım akışı tamamen değiştirerek çocuklara "trafik oyunu"* oynattım. Her biri otomobil oldular. Sarı kartonda hazırlandık. Kırmızıda durduk. Yeşilde geçtik. Ve mavide geri vitese taktık. Sırtımız dik, kollarımız dirseklerden kırılmadan yol almaya başladık. Bu arada arabalar konuşamadığı için sessiziz. ( bu oyunun amaçlarından biri sabırlı olmayı deneyimlemekti, zira mavi kartı görüp geri gitmek, hele ki bitiş çizgisine yaklaşmışken hiç kolay bir şey değildir :))
Çocuklardan biri tek koluyla araba kullanmaya başlayınca ona "kurallara uymuyorsun, lütfen iki elini kullan ki, bir kaza yaşamayalım" dedim. Bana verdiği cevap şu: "babam hep tek eliyle kullanıyor ama!"
Anlıyor musunuz? Büyüdüğünde bu çocuğa "oğlum içkili araba kullanma, dikkatli ol vs vs... " diyebilmeniz için, hatta demenize gerek kalmaması için yapmanız gereken tek şey ondan ne yapmasını istiyorsanız onu yaşamak?
Ne o? Yemedi mi? Eeee bu iş böyle:)
* bu kesinlikle gerçek hayatta da bir oyun, bakınız İstanbul trafiği:)))

3 Mart 2012 Cumartesi

ZAMAN

Su gibi akıyor. İçindekileri de kendiyle birlikte sürükleyen, bilinmezden alıp, bilinmeze götüren bir su. Sele kapılmış bir yapraktan gayrı neyim ki zamanın içinde? Dur desem, yavaşla desem, geri dönelim desem umurunda mı? Benden aldıklarını ver desem duyar mı? Suyun da , zamanın da kulakları yok. Varsa da bana sağır...
Hayatımın şiirlerde söylenen yarısını geçtim. Kalanıyla ne yapacağım konusuna da bir plan biçtim, ama... Yine de bu kulede yalnızım ve hala zaman konusunda karışığım. Benimkine paralel devam eden hayatlarla ilgili korkularım, yetişemeyeceğimi bildiğim hızla ilgili kaygılarım var.
Yanaklarımın tombulluğu ve pembeliği gibi, ruhumun gücü ve hafifliği de azalıyor geceden geceye... Yavaş yavaş ele geçiriyor şehir beni. Sevmediğim adamlara, beğenmediğim kadınlara benziyorum. Hiç boyamadığım yüzümü boyamaya başlamak çaresizliğimin kanıtı. Parlaklığını kaybeden saçlarıma boca ettiğim kremler son çırpınışlarım sanki.
Asla iyileşmeyecek bir yaraya sürülen merhem çocuk öpücükleri... Kim şifacı, kim dermansız besbelli.
Üzgünüm bugün. Victor'suz geçen bir yılın ardından kalanlara bakarken içim buruk. Onu özlemenin acısı o kadar taze ki... Birlikte tamamlayamadığımız hayat, yanyana akamadığımız zaman canımı yakıyor. Bana, yaşadığı halde yanımda olamayan sevgilileri, sevgili dostları anımsatıyor...
Hayatın sırları ne çok... Artık biliyorum ki korktuğum ne ölüm, ne de çürümek. Korktuğum yaşayamamak. Korktuğum kalbimdeki buzun hiç çözülemeyecek olma ihtimali... Ya da büyük bir faciayla çözülecek olması. Yeniden sevememekten, yeniden savaşamamaktan ve inanamamaktan korkuyorum. Bir kez daha ihanete uğramaktan, zamanın içinde akamamaktan korkuyorum. Ölüp, Victor'un yanına uzandığımda ona "tüh be" demekten korkuyorum.
Kalbim her gün kan kaybediyor. Sevdiklerim hiç bilmediğim yerlere giderken, ben kendi topraklarıma yabancı, bakıyorum sadece. Gelenlere geçici ikamet verip, gidenlerin odalarını boşaltmadan yaşıyorum. Üst üste yığılı anılar arasında oturmuş kalbimdeki soğuk hakkında yazıyorum. Yaşama sevincimi, yaşama inanma hevesimi, kalan ömrüme bir kaşık duygu katacak kahramanı sabırla bekliyorum. Üzüntümden ve neşemden kaçmayacak, ağladığımda ve sustuğumda yalnız hissetmeyecek, bir kedi gibi kalbinin mırıltısını bana dinletecek birini arıyorum. Victor'un yanına gittiğimde ona pek çok güzel hikaye anlatmak istiyorum. Onu hala çok seviyorum...

1 Mart 2012 Perşembe

OTLAR ÇEKİŞTİRİLEREK BÜYÜMEZ*

Bir çocuk, bir ilişki, bir proje de çekiştirilerek büyümez. Her ilişkinin, her canlının ve hatta cansızın bir ritmi, bir seyri vardır. Müdahale sadece ve sadece sıkıntı yaratır. Yapılması gereken tek şey sürecin sağlıklı işlemesine destek olmaktır. Gerçekten iyi niyetimizi göstermek istiyorsak ve tabii bunu hücrelerimizde hissedebiliyorsak yapmamız gereken izlemek ve izlendiğimizin farkında olmaktır. Öğretmenliğimizle, anne ve babalığımızla çocuklara nasıl bir insan olmalarını arzu ettiğimizin mesajını veririz. Cezalandırıcı, disiplinsiz, kontrolsüz, baskıcı, öfkeli... Biz ne isek onlar da o olmak isteyeceklerdir. Bir ilişkideki tavrımız da en az bu kadar belirleyicidir. Zaman zaman öğretmen ve yeri geldiğinde de hiç mızmızlanmadan öğrenci olmak ortaya harika bir birliktelik çıkartabilir. Zira kimse sonsuza kadar izlenmek veya izlemek istemez. Pek çok insanın bastırılmış ve ötelenmiş arzusu kendini yaratabilmektir.
Bu macera daha çocuk yaşta engellenirse, ortaya özgüven sorunu yaşayan, yaratıcılığı örselenmiş, ruhsal olarak hasarlı çocuklar çıkar. Kaldı ki ileri yaşlarda bunu onarmak pek kolay olmayabilir..
Bunları ben söylemiyorum, çocuklarla çalışan uzmanlar söylüyor. Ben sadece waldorf seminerinde duyup, sevdiğim cümleyi ekledim: OTLAR ÇEKİŞTİRİLEREK BÜYÜMEZ!