31 Mayıs 2011 Salı

PARİS-HİNDİSTAN ARASI BİR KAYBOLMUŞLUK YETMEZ GİBİ ÜZERİNE İZMİR KOKUSU!

Burası bizim mahalle; adını benimsediğim, kokusuna yeni yeni alışacağım cadı bostanı!
Sabah evden çıkıyorsun, her yanı gül ve yasemin kokuları sarmış. Yeşillenmemiş ot, ağaç ve de sokak kalmamış... Apartman altlarındaki tüm pastaneler dolu sabahın köründe. Sanırsın Paris, bilemedin Alsancak! Ne kadar emeklisi varsa semtin hepsi gazete, kahve keyfinde. İnsan ister istemez düşünüyor; acaba evleri yok mu ne?
Çok değil az sonra köşeyi dönünce duvarın dibinde yığılmış bir kumaş parçası görürsen şaşırma; o bir teyze. Dilenmeden dilenen bir dilenci teyze... İlk defa gördüğüm için para vermeden geçemiyorum. Aldanmak benim göbek adım sanki... Ama hocamı hatırlyorum, "bu ona değil Elvan, bu Allah rızası için" demişti. Ben de içimden Allah rızası için diyerek geçiyorum teyzenin önünden.
Yaseminler, güllere, güller pastane kokularına, pastane kokuları dilenci teyzenin güzel yüzüne karışıyor. Bütün bunlar eskisi kadar kafamı karıştırmıyor. Sokağımızda koşer market varsa ne olmuş. Önümdeki üç teyze ladino konuşurken, çöpçü baka kalmışsa kime ne? Hayat işte. Sadece yeni mahellem:))

30 Mayıs 2011 Pazartesi

MAMUTLARLA TANIŞTIM, ÇOK MUTLUYUM!


Sabah yataktan çok kararlı kalkmadım. Pijamalarımı çıkartırken ve hatta ayakkabılarımı giyerken bile iki kişi arasında çekiştiriliyor gibiydim; biri evde kalmamı, diğeri sokağa çıkmamı istiyordu. Hani, kendimi ortadan ikiye bölebilsem, ikisine de yarışarelvan verip, ben kaçmak istiyordum aslında. Kaçamadım ve sokağa doğru çekiştirenin elinde kaldım. Caddeye kadar hala birileri itekliyordu ardımdan. Ya da çekiştirenle itekleyen aynı kişiydi, bilemeyeceğim!
Işıklardan geçtim, denize doğru yaklaştıkça motivasyonuma artar sandım.. O da olmadı. Adımlarım kısa ve yavaş, yüzüm hala uykulu halde indim sahile. A, aaa ben hariç herkeste bir enerji, bir inanç! Ne çok insan erken kalkıyormuş meğer. Oysa, etrafımdaki kime uyandığım saati söylesem yüzüme tuhaf tuhaf bakıyordu.
Yavaştan yavaştan azıcık hızlanma derecesine doğru adımlarımı zorlarken, bir de baktım, kulaklığımın sesini bastıracak kadar yüksek sesle konuşan bir topluluk geliyor ardımdan. Mamutlar gibi! Evet evet, üç tane abi-amca giymişler cicilerini çıkmışlar sahile. Yüksek volüm halleri, önümüze gelene yüz tekme tempolarıyla o kadar sevimsizler ki. Hani halim olsa da dövsem:)
Önüme geçiyorlar, sevimsiz bir sollamayla. Tam parmak uçlarıma denk gelecek gibi yaşlı olanın topuğu, içimden bi bassam diye geçiyor. Yapmıyorum. Arkalarından bakmaya başlıyorum. Ve bakın neler görüp, utanıyorum....
Yaşlı olan aralarında en sağlamı, duruşu dik, kilosu normal, bacaklarında varis yok. Muhtemelen o "çalıştırıcı". Ortadakinde aksama var. sol bacağını bedeni adeta sürüklüyor. Üstelik bu bacak biraz incelmiş... Sanki hafif bir kalça çıkığı da var. Ya da bilemiyorum. Sadece çocuk felci geçirmiş olabilir... En soldakindeki skolyoz ciddi boyutta. Hem göbeği de yanlara doğru simit yapmış... Sol ve orta takım yürümekte zorlanıyorlar ama bu işi kendileri için en eğlenceli hale getirip, yola dökülmeyi başarmışlar. Mamutlar falan ama evde kıçını büyüten mamutlardan olmadıkları kesin. Hala umutları var.
Bu mamutları onları haberi yokken yargıladım ve yine onların haberi yokken içimi yumuşatıp, hallerinden anladım... Bunu kimbilir hayatta kaçıncı kez yaptım. Yani yargılamayı. Ama yargı bittikten sonra durup bakmak bir ilkti. Üstelik bu kadar ardı ardına.. Bunun bana ne faydası oldu derseniz. Öncelikle onlar yürüyorsa ben de yürürüm diye gaza geldim. Zira benim kilom ve bacaklarımın hali de Anna Kournikova gibi sayılmazdı:) Üstelik uzaklarda bir prenses vardı söz verdiğim. Ona ben de sağlığım için emek harcayacağım demiş ve kolayı bırakmıştım. Şimdi beni kim itip, kim çekerse çeksin çıkacaktım sabahları.. Bu mamutlar ve daha gözüme çarpan niceleri kendilerini yataktan ve evden çıkartmayı başarmışlarsa ben de yapacaktım. Ve işte başardım işte!

27 Mayıs 2011 Cuma

ANAHTAR

DEĞERİM

Adam kadına sorar:



'Nasıl bir erkek arıyorsun?'



Kadın bir süre sessiz kaldıktan sonra adamın gözlerinin içine



bakarak sorar: 'Gerçekten bilmek istiyor musun?'



Adam biraz isteksiz, 'Evet' der.



Ve kadın başlar anlatmaya...



'Bugün ve bu yaşta bir kadın olarak, bir erkeğe onun benim için



benim kendime yapabileceğimden fazla ne yapabileceğini soracak



konumdayım.



Kendi masraflarımı karşılayabiliyorum; bir erkeğin ya da bir başka



kadının yardımına gerek duymadan evimi idare ediyorum.



Böyle olunca, 'Sen masaya ne koyuyorsun?' sorusunu sorma



konumundayım.



Adam kadına bakmış. Paradan söz ettiğini düşünüyormuş.



Kadın hemen bu düşünceyi düzeltmiş: 'Sözünü ettiğim, para değil.



Ondan öte bir şey istiyorum. Hayatın her alanında mükemmelliyeti



arayan bir erkeğe ihtiyacım var.'



Adam arkasına yaslanıp kollarını kavuşturarak kadından biraz



daha açıklama ister. Kadın başlar anlatmaya:



'Kendini zihnen mükemmelleştirmeye çalışan birini istiyorum,



çünkü sohbet ve zihnen uyarılma arıyorum. Basit bir adama ihtiyacımyok.



Ruhen mükemmelleşmeye çalışan birini arıyorum, çünkü dengesiz



bir birleşmeye ihtiyacım yok.



İnananlarla inanmayanların bir araya gelmesi felakete yol açar.



Bir kadın olarak yaşadıklarımı anlayacak kadar duyarlı,



ayağımı sağlam basmamı sağlayacak kadar güçlü bir erkek arıyorum.



Saygı duyabileceğim birini arıyorum.



Ona teslim olabilmem için



onu saymam gerekir. Ben ona ne kadar dürüst ve açıksam,



onunda bana dürüst ve açık olması gerekir.



Kendi işini, hayatını yürütemeyen adama teslim olamam.



Teslim olma konusunda sorunum yok... yeter ki buna değer biri olsun.



Tanrı kadını erkeğe eş ve yardımcı olarak yaratmış.



Kendine yardım edemeyen adama ben yardım edemem.'



Kadın aklından geçenleri böyle döküverdikten sonra adama bakar.



Adam yüzünde şaşkın bir ifadeyle donakalır:



'Çok fazla istiyorsun.' der.



'Değerim çok fazla da ondan' diye yanıtladı kadın...



Kaynak: Yazan bilinmiyor

26 Mayıs 2011 Perşembe

AŞK: CİDDİ BİR HASTALIK


"Ciddi bir hastalık korkunç derecede yalnız geçen bir yolculuk olabilir. Tehlike bir maymun grubu üzerinde dolanarak kaygı uyandırdığında, maymunlar içgüdüsel olarak bir araya gelip hararetle birbirlerini tımar ederler. Bu, tehlikeyi azaltmaz ama yalnızlığı giderir. Somut sonuçlara tapınırcasına bağlı olan Batılı değerlerimiz tehlike ve belirsizlik karşısında başkalarının varlığına duyduğumuz o derin, hayvansı ihtiyaca karşı gözlerimizi kör edebilir. Sevdiklerimizin nazik, sabit, güvenilir varlıkları, bize verebilecekleri en güzel armağandır, ama birçoğu bunu bilmez..."
Anti Kanser, David Servan- Schreiber
Sağlığıma mal olan "aşk acısını" meraklı gözlerden köşe bucak saklarken ve hiç kapanmayacakmış gibi taptaze duran yaralarımı yalaya yalaya iyileştirmeye çalışırken, çok ama çok sevdiğim bir dostumun başına gelenlerle birlikte bakın ne keşfettim: Aşk ve kanser kardeş! Nasıl mı? Şöyle:
Kanser hakkında okumaya ve ardından düşünmeye başladığımdan bu yana en sevdiğim paragraflardan biri yukarıda paylaştığım oldu. Yani bir maymun kadar hayata, sevdiklerimize tutunamadığım/mız gerçeğinin doğadaki örneği! Bu örnekten yola çıkarsak aşk ve kanserden korunmanın metodları birbirine çok benziyor.. İş, aktive olmak için pusuya yatmış hücreleri kudurtmamakta. Aktive olmuş ise de anti kanser beslenmeyle, ilerlemesini ve onu besleyen damarların semirmesini engellemek. Aşk acısını besleyen inadına unutmamak, kanseri besleyen de bu!
Nazmi Hocam "sen neye hazırsan o da sana hazırdır" der. Sanırım büyük bela, küçük belayı yutunca, nicedir niyetlendiğim ama besbelli beceremediğim ana, unutmaya, hazır olduğumu fark ettim. Dostum kanseri yenerken, ben de aşk acısını yeneceğim. Nasıl mı? Çabasız çabayla; unuttum seni diye bağırmadan, unuttum gitti diye yazmadan... Sadece aklıma geldiğinde gülümseyerek, fakat ne cümleleri, ne de görüntüleri uzun uzun beslemeden... Birkaç dakika beni ele geçirmelerine izin verip, sonra gözlerimi yeniden hayata çevirerek. Anılarımı korkutmadan, tehdit etmeden, alışkanlıklarımı değiştirerek kurtulacağım aşktan. Kendimi severek, kendime zaman ayırarak, içimden gelmeyen hiçbir şey için kımıldamayarak, sevdiklerime sokularak... Beni tımar etmelerine izin vererek! Bir kale değil, acı çeken bir insan olduğumu söyleyerek...
Kanserden korunmanın en temel kuralları belli: derin üzüntüden, şimanlıktan, hareketsizlikten, kötü beslenmeden ve sigaradan uzak bir hayat. Aşktan korunmanın kuralı da belli: bunlara sebep olacak adamı sezdiğinde hızla oradan uzaklaşmak!
Kanser sadece glikozla değil, derin acıyla da semiriyor. Bilim adamları hala adam akıllı bir beslenme listesi vermeseler de yeşilçay, zerdeçal, zencefil, yaban mersini, omega 3, yüzde % 70 kakao içeren çikolata gibi kansere savaş açan besinler var. Tıpkı onu kudurtan besinler olduğu gibi: kola, yağ, beyaz un, kırmızı et...
Aşk ve kanseri aktive eden en olmazsa olmaz şey "derin üzüntü".
Bu bilgi beni şu noktaya getirdi: aşk acısı çekmenin fazlası pek iyi bir noktaya götürmez insanı. Ve aşk acısı çektiğini söyleyen birine mutlaka daha iyi davranılmalı. Çünkü bu pek basit ve aşılabilir bir engel gibi görünen duygusal travma, dönüp dolaşıp bedenin kapılarını kanser kardeşine açabiliyor. İçinde yaşadığımız yüzyıl da bu konuda ona destek veriyor. Kimyasal gübrelerle büyütülen besinler, stres altında daracık odalarda semirtilen hayvanların etleri, bol kalorili tatlılarda mutluluk arayışımız... Her şey senaryoyu tamamlamak için hazır!
Kanser kesinlikle ciddi bir hastalık. Onu yenen de var, teslim olan da. Yenilenler genellikle yenebileceğine inanmayanlar. Oysa biraz inanç, azıcık alışkanlıkları değiştirmek ameliyat ve kemoterapiyi inanamayacağınız kadar destekliyor geri dönüşü. Bütün kanser hastalarının sevdikleri tarafından tımar edilmeye ihtiyaçları var. Tıpkı maymunlar gibi. Tıpkı aşk hastaları gibi.. Hastalığın pençesinde kıvranan hiç kimsenin "ben sana sigara içme demiştim ya da ne buldun o ciğeri beş para etmez herifte?" gibi cümlelere ihtiyacı yok. Aksine, sakin sakin anlatmak ve her şey gibi bunun da geçeceğini telkin etmek, hatta bazen sadece orada durmak lazım... Tıpkı Muse ve Burhan'ın benim yanımda durdukları gibi. Hani sanki hiç bir terslik yokmuş da hayat akıyormuş, damarlarımızdaki kan donmamış, gözlerimiz gördüklerine dayanamaz hale gelip kör olmak için sabısızlanmamış gibi...
Beni öldürmek üzere olan "aşk acısının" ne kadar tehlikeli olduğunu, dostumun bedenindeki kanserli hücrenin beklenmedik selamıyla kavrayışımı, hayatımın U DÖNÜŞÜ olarak kutsuyorum..

24 Mayıs 2011 Salı

AŞ, EŞ, İŞ DEĞİŞİR, ALLAH YETER Kİ AKIL FİKİR VERSİN:))


"İnsanın eşini, işini ve aşını bulması zaman alır" demişti bir aile dostumuz nişanlandığım zaman. Çok kızmıştım. İşimi seviyordum, eşimi de. Hem Bodrum'a yerleşince o hep sevdiğim otlardan ve peynir, zeytin olacaktı ya, daha ne?
Gel gör ki, hikaye böyle değilmiş... Çok bilen çok yanılırmış... ( Eski sevgililerimin "eski" olmalarının ortak paydası da budur: çok bilmeleri. O kadar fazla biliyorlardı ki herşeyi, ilişkide sürpriz kalmıyordu! Ve ben onların o çok bilen yanlarını kendimde yakaladığımda azimle, yavaş yavaş törpüledim zamanla. Neyseki hiçbir şey bilmeyenlerden oldum nihayet:)) Sonra sonra bu formülü anlamaya başladım. Hani durup durup dayatılmış hayatlar, öğretilmiş değerler hakkında yazıyorum ya, tüm serzenişim geç ayılışıma aslında..
Aşımı şimdi seçiyor olsaydım, kesinlikle İtalya'ya yerleşirdim; pizza, deniz ürünleri, zeytin, peynir, şarap! E tabii kahvee... Eşimi seçiyor olsaydım şu ana kadar tanıdıklarımın hepsini tereddütsüz pas geçer, aramaya devam ederdim; birlikte kahkahalarla gülebileceğim, öğretilmiş herşeyi umursamadan yaşayabilceğim bir adam isterdim. Ve işimi seçiyor olsaydım kesinlikle bir sirkte ya da müzikalde sahneye çıkıyor olmak isterdim, gezegenin herhangi bir yerinde...
E biraz geciktim:)) Bu yüzden çocuklarla yoga yaparak hiç olmazsa iş bölümüne en yakın noktada duruyorum. Buna da şükür di mi ya?
Bu sene sınıfta çocuklara bol bol kol bacak sallatarak serbest dans zamanı tanıdım. Aslında bunu onlar için değil, kesinlikle kendim için yaptım. Benim aşırı baskı altındaki kolum bacağım belki örnek olma kaygısıyla azıcık rahatlar da biraz sallanıp yuvarlanmayı öğrenir diye umutlandım... Hiç kolay değil. Ama hiç değil... Yıllarca kımıldamamış, özgürce hoplayıp zıplamamış bir bedeni kımıldatmak ciddi bir iş. Şimdilerde işim bu: kendimi ve çocukları eğlendirmek. Önümüzdeki ay orff eğitimine katılacağım. Müziği duyan kulaklarıma artık duymakla yetinmeyip, onu bedenime iletmelerini öğretmeyi deneyeceğim. Öldüğümde zaten kaskatı olacak bu beden, neden ölmeden evvel kasılıp kalsın ki? Onun da hakkı değil mi hoplayıp zıplamak? Düşünce ve duyguları bu kadar ip cambazı olan birinin bedeni benimki kadar utangaç olmamalı.
Şimdiiii; eş aramaya zamanım yok, aş desen doktor kilo ver dedi ama iş için çok keyfim yerinde. Yaşasın yeni okullar, yaşasın yeni çocuklar...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

MUTLU YILLAR VICTOR

Bugün erkenden uyandım, diğer günlerden farklı olmayarak... Son yıllarda uyuyamıyorum. İçimde, süratle daralan zamana karşı mıdır, yoksa güneşle giriştiğim manasız yarıştan mı bilinmez hep bir an evvel, hatta daha herkes uyurken sabaha ulaşmak isteği var...
Çıkıp yürüdüm. Ağaçlara, bir kez daha görme şansı yakaladığım erguvanlara, serin, gri asfalta baktım. Baktım. Bugünü diğerlerinden ayıran tek şey artık seninle aynı gökyüzünün altında farklı hikayeler yazıyor olduğumuzdu... Uzun uzun düşünmedim bu sabah seni, çünkü gittin gideli her gün aklımdasın; görüştüğümüz ve görüşemediğim tüm zamanlarla...
İnternette fotoğraflara bakarken içimden uçan halıma atlayıp yanına gelmek geçti. Hani insan isterse olur diyor ya gurular, inan istiyorum. Sana o hep dalga geçtiğim ve seni kızdırmak için inadına yapıp ettiğim herşeyin ne kadar yanlış olduğunu anladığımı, sadece dostum olduğun için değil, asıl şimdi, sana çok ihtiyacım varken gidişine fena halde bozulduğumu söylemek istiyorum. Çok korkardım ben hayaletlerden ama sen rüyama girince hiç korkmuyorum. Daha sık gel. Ne zaman istersen gel olur mu?
Bak ne diyeceğim, artık kolalı içecekler içmiyorum. Sabahları yine müsli yemeye başladım. Duş jellerini biliyorsun ne zamandır bırakmıştım. Şimdi Cemile'nin sabunlarıyla ( http://cemileninsabunlari.blogspot.com/ ) yıkanıyorum. Hem her sabah yürümeye başladım. Ama hiç bir yürüyüş seninle Göktepe'ye çıkıp sevgililerimize çiçek topladığımız sabahlar kadar güzel değil... Hiç bir an artık o kadar saf ve içten değil...
Evde senden kalanların peşine düştüm geçen haftalarda... Bir tahta kase, birkaç seramik hayvan, çiçek dürbünü, Tao Öğretisi ve Buddha'nın Öğretisi... Bunlar var kalan.. A bir de çok sevdiğim, at kılından bir kitap ayracı ve pembe sepet. Çoğunu Şili'den getirmiştin bana... Harun'un Amerika'dan yolladığı paketle senin bana gelişin aynı gün olmuştu. Onun paketinden çıkan Nike ayakkabı, Nasa gezisinden alınmış t-shirt ve birkaç karttı... İkimiz baka kalmıştık beni tanımaktan uzak hediyelerine... Hiç bir zaman ne senin Görkem'e , ne de benim Harun'a olan aşkımızın açıklaması yoktu. Aşktı işte :) Şimdi görüyorum ki sadece dostluktaki aşk, zamanı ve mekanı aşıyor...
O günlerde "aşk" kelimesini tek bir karşılığı ile kullanırdım. Yıllar, bana dostluğun, ablalığın, öğretmenliğin, öğrenciliğin, yolculuğun.. pek çok şeyin içindeki aşkı da gösterdi... Meğer ne büyük bir aşkla sevmişim seni... Bunu o zamanlar hiç düşünmezdim. Victor vardı işte, benim dostumdu.
Seni seviyor ve çok özlüyorum.. Ölüm yıldönümünü kutlamayacağım. Ama alınma, babamınkini de kutlamıyorum... Benim için sadece doğduğumuz anlar var. Ölüm yok.
Sen benim ölümsüz zeytin ağacımsın.

20 Mayıs 2011 Cuma

CENNET'E GİTTİM


Sabah kalktığımda aklımda cennetten ziyade, gündelik cehennemimin yapılacaklar listesi vardı; "hangisini ertelesem, yok yok ertelemek kaçış değil nasıl bir sıraya soksam" diye kendi kendime mızıldanıyordum. Saat çalmadan uyanmış olmama rağmen fazladan bir saaat kaldım yatakta. Sanki inatlaşıyordum. Ama kiminle? Bir bilsem!
Çıktım evden, doktora gidip kan tahlillerimi aldım. Doktor hasta, ben de doktor olup kendisini bir miktar teselli ettim. İçimden de "yaw bu kadın pek profesyonel diil galiba " diye geçirdim. İnsan elindeki kağıtta azrailin suratını bile görse, azıcık yüzünü, gözünü kontrol eder di mi? Mahalle kenarında tığ işi yapan teyzeler gibi ne o öyle alaturka mimikler? Cık cık cık...
Neyse, biraz Agi ile çeviri yaptık öğleden sonra. Sohbet muhabbet ve ver elini Beşiktaş vapuru... Vapura binerken, aklımda saraya gitmek vardı tabii, ama o sarayın içinde bir cennetle karşılaşacağım bana söylenmemişti...
Saraya girdim. Elimdeki mesajda yazılı olan odayı buldum. Güleryüzlü bir adamla birbirimize "memnun oldum" dedikten sonra aynı şeyi bir kadınla da tekrar ettik. Cennet tam karşımdaydı: Eden!
Eden, iki buçuk yaşında bir Newyork yahudisi. Hem de en güzelinden. Kendisiyle tanışma anımız pek parlak olmadı aslında... Annesine "bu akşam Eden ile zaman geçirebilirim" dediğime de yavaş yavaş pişman olmaya başladım ama söz vermiştim!
Eden dakikalarca ağladı. Halıda, annesinin kucağında ve babasının göğsünde... Sonra nasıl olduysa bahçedeki salıncağa gitmek için ikna oldu. Buna hepimiz çok sevindik. Artık uyku mahmurluğu geçmiş ve biraz sakinleşmiş görünüyordu. Ama bu minik insan daha hızlı sallanmak, hatta daha da hızlı sallanmak istiyordu. Hiç gülmeyen ciddi yüzü, ona uzun uzun anlattıklarıma sadece kaşlarını hareket ettirerek verdiği kısa cevaplar beni ürkütmüştü. Yine de içimden olumlu davranmak ve sakin olmak konusunda büyük bir güç yükseldiğini hissettim.
Herşeyden önce Eden haklıydı. Ömründe ilk defa gördüğü bir kadın onu salıncakta salllıyor ve hiç durmadan sorular sorup, Eden merak eder mi etmez mi düşünmeden anlatıyordu. Ağaçtan dökülen pembe çiçeklerden, denizdeki teknelerden ve rüzgarın sesinden bahsediyordu... O bendim tabii ki:))
Anne ve babası tekneye atlayıp gidince, yaklaşık kırk dakika kadar hiç durmadan ağladı Eden. Ter içindeki yüzünü, yavaş yavaş ağzının içine doğru inişe geçmiş sümüklerini ve gözyaşlarını silmeme izin vermedi. Ona bir metre bile yaklaşamadım! Eden ve ben sarayın koridorlarında odamızı aradık. Bulduk. İçeri girdik ve ağlama hala oradaydı! Ağlama bir yere gidecek gibi görünmüyordu ama asıl olan şuydu ki ben de gidemezdim. Üstelik "ağlama artık" dememem gerektiğini çok iyi biliyordum. Tek güzel şey Eden ben bir şey söylersen birkaç saniye için bile olsa susuyordu. Ben de ona en az yirmi kez aynı cümleyi sadece kelimelerin sırasını değiştirerek tekrar ettim: "Eden, annen ve baban sadece bir kaç saat arkadaşlarıyla zaman geçirecekler, yemek yiyecekler. İstersen biz de aynısını seninle yapabiliriz. Ya da istediğin kadar ağlayabilirsin. Ama boşuna ağlama bence, çünkü onlar seni seviyorlar ve zaten dönecekler..."
Eden beni can kulağıyla dinliyor ve sonra kaldığı yerden yaygaraya devam ediyordu. Gerçekten sakindim. İçimden bir ses "sonsuza kadar ağlayamaz, ateşi yükselip, tehlike yaratmadıkça sorun yok" diyordu. Sonra aklıma bir fikir geldi, ona "istersen anneni arayıp çağıralım" dedim. Bu beklenmedik teklif onu çok şaşırttı. Telefonu elime aldım ve tuşlara bastım. Hayali bir anneye, Eden ne kadar üzgün ve hemen dönmezlerse daha da üzgün olacağını anlattım. Bu hayali diyalog birden bire ağlamayı bitirdi. Sanki bir mucize olmuştu!
Eden ağlamayı bırakmıştı ama ben hala gözyaşlarına ve sümüklü burnuna yaklaşamıyordum. Saraydaki yabancıya ambargo devam ediyordu. Ama yabancı da epey azimliydi hani :)
Biraz zaman geçince kendim için yemek siparişi vereceğimi, eğer açsa ona da yemek isteyebileceğimi söyledim. İstiyordu! Makarna istiyordu hem de. Az sonra yemeklerimiz geldi ama bu defa da Eden yemek istemedi... Bu durum, beni birinci denemede çok işe yarayan hayali konuşmanın ikincisini yapmaya mecbur bıraktı. Fakat nasıl bir mucizedir ki son beş dakikadır yemek yemeyeceğini söyleyen küçük kız, birlikte makarna yemek için olumlu cevap verdi!
Ona piknik yapmak ister mi diye sordum. Ve işte bu soru cennetin kapılarını araladı! İstiyordu. Büyük beyaz peçetemizi halıya serdik ve yemek tabağımızı üzerine yerleştirdik. Çatallarımız da hazırdı. Ve oyun başladı: bir makarna, bir gülücük:) Hayatımda yediğim en lezzetli yemeklerden biriydi bu. Karşımdaki küçük kızın kaşları nihayet artık çatık değildi. Üstelik darma dağınık kızıl buklelerinin altında gözleri ışıl ışıl gülümsüyordu. Bu gülümseme az sonra gelecek kahkahaların habercisiydi aslında...
O anda anne aradı. Her ikimiz de telefonla konuştuk ve anne sesi duymak Eden için daha da rahatlatıcı oldu. Piknik bitince ne mi oldu? Ard arda oyunlar başladı elbette: önce Eden ayakkabıları anlattı bana. Üç günlük tatil için dört çift ayakkabısı vardı. Eden büyüyüp, genç bir kadın olduğunda kaç çift ayakkabısı olur diye düşündüm. İçimden kocaman bir gülümseme geldi. Bu arada Eden, İstanbul'dan aldığı ayakkabılarını bana giydirmişti bile! Parmaklarımın ucundaki pembe pullu pabuçlar o kadar güzeldi ki, gülmekten alamadım kendimi. İş bu kadarla bitse iyi; Eden benim ayakkabılarımı denemeye karar verdi. Denedi de. O kadar büyük bir sabır ve ciddiyetle yaptı ki bu deneme işini, kendimi yakın bir kız arkadaşımla özel bir güne kıyafet ayarlamaya çalışır gibi hissettim.
Ayakkabılarla işimiz bitince kitaplara geldi sıra... Eden, büyük bir dikkatle üç kitabı da sonuna kadar dinledi. Sonra pijamalarını giymesi gerektiğini, zira anne ve babası geldiğinde onu uykuda görürlerse çok mutlu olacaklarını söyledim. Pijama giymek öyle bildiğiniz gibi beş dakikada olmadı. Her bir parçayı en az dört beş kez havalarda uçurarak oldu bu iş. Saray saray olalı bu kadar neşeli bir pijama giyme töreni görmemiştir!
Bununla bitti sanıyorsanız yanıldınız. Meditasyon yaptık uykudan önce.. Karşılıklı oturup, gözlerimizi kapattık. Veee güzel rüyalar istedik uyku perilerinden!
Eden, sütü ve pembe pijamalarıyla yatağına gidince, biraz saçını okşadım. Sonra kitabımı alıp, kendi koltuğuma çekildiğimde bir süre sonra O, sütün bittiği söyleyene dek sakince bekledim. Süt bitti, şarkılar başladı. Eden, kendini uykuya hazırlamak için İbranice ninniler söylüyordu. Mırıl mmırıl ninnileriyle hem kendini, hem de neredeyse beni uyuttu.
Bu harika deneyim nasıl özetlenir bilemedim ama Eden, son haftalarda başıma gelen en güzel şey oldu. Uzun zamandır ziyaret etmediğim saraydaki gizli cennet... Ve bu saraya dair anılarımı değiştiren mucizeydi Eden... İşte yeni bir başak tarlaları meselesi; eskiden ne zaman gözüm saraya ilişse aklıma o uğursuz gece gelirdi, oysa şimdi Eden ve ben yeni bir tarih yazdık boğazın kıyısında. Kocaman bir Ay, muhteşem bulutlar ve mutlu bir gece. Ölmeden önce ölünüz mü demişti pirimiz... Ben, ölmeden ölmek ne demek, ölmeden cennete gittim o gece!
Bir kez daha gördüm ki, cennetin anahtarı çocuklarda....

17 Mayıs 2011 Salı

ONUNLA BERABER ONDAN GEÇEREK ONA VARACAĞIM...*

Pelin Özer'in kitabı çıktı, adı 17 Haziran. Okudum bile! Benim için çok değerliydi her kelimesi. O kitabın mutfağından gelen kokuları, kısık ateşte yavaş yavaş pişerken çıkarttığı sesleri ve sevgili dostumun yürek ağrısını hep inançla izledim. Ve şimdi okudum, bitirdim bir solukta. Tek şey söyleyebilirim, bu kitap uzun yıllar okunup, uzun yıllar konuşulacak. Çok katmanlı, çok naif ve bir o kadar da güçlü yapısı onu okuyup kenara bırakmaya izin vermeyecek. Neydi o güzelim cümle diye geri dönüp bakma isteği duyacağımız onlarca mucize ve şiir var içinde. Tıpa tıp annesi gibi kitap; iddasızlığıyla, yalınlığıyla kalbini dürtüyor insanın... Bunu uzun uzun yazacağım yakında inşallah..
*17 HAZİRAN, PELİN ÖZER.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

SÜPER PRENSES GÜNLÜĞÜ NEDİR?

Süper Prenses Günlüğü uzaklarda yaşayan ve şimdi değişik bir yoldan geçen en sevgili dostlarımdan biri için açılmış minicik bir penceredir. İlgim, sevgim ve merakımla onu bunaltmaktan korktuğum için ve tabii ilk kez bu yolda bizzat eşlik ettiğim için düşündüm, taşındım ve durmadan mail yazmak ve telefon açmak yerine blogumda ona özel bir yer olsun istedim. O da günlük ruh durumuna göre bazen okusun, istemezse de okumasın:)
Ama bilsin ki ben her gün onunla aynı yolda yürüyorum ve onu sevmeye devam ediyorum:)

12 Mayıs 2011 Perşembe

AYNA AYNA SÖYLE BANA BENİMKİNDEN DAHA DEĞERLİ BİR HAYAT VAR MI ŞU DÜNYADA?


Ağır yükümü bırakacağım
Nehir kıyısında
Savaşla uğraşmayacağım artık
Kılıcımla kalkanımı bırakacağım
Nehir kıyısında
Savaşla uğraşmayacağım artık....
"Anti kanser", David Servan-Schreiber
"Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer" der idi birileri. İnanırdım, inanmasına da, pek yerine oturmuyordu bazı cümleler. İçimde onlara yer açılmamıştı daha. Kafama giren kalbime girememiş, kalbime giren huzur bulup, bi tarafına yer edinememişti.
Büyüyorum. Yıpranmadan ve yıpratmadan yaşamanın yollarını ararken, teklemeye başlamış makinemi hor kullanmaktan vazgeçip, onun içinde kalacağım günlerin sonuna doğru büyüyorum.
Burhan'ın bahsettiği melekle konuşuyorum geceleri. Nicedir sırtımı döndüğüm maneviyatımla nihayet barıştım, konuşuyorum. Ona sıkıntımı, çözüm bekleyen derdimi anlatıyor, bana yol göstermesi için ricada bulunuyorum. Henüz o benimle kelimeleri kullanarak konuşmuyorsa da rüyalarım birer cevap nicedir.
Hayata karşı öfkelerimin ve beklentilerimin tam da olması gerektiği gibi karşılandığını, karşılanmadığını sandıklarımı ise gönülden istemediğimi, zamana bıraktığım kararsızlığımın çürümüş meyvaları tek tek başıma düşerken, artık kendime kızmayı bırakıp, az çürümüş yerlerinden birkaç ısırık alarak seyrediyorum. Kalanlarla da marmelat yapmayı planlıyorum.
Uzağımda sandığım ölümün, tüm huzuru ve heybetiyle usul usul fısıldadığını duyuyorum. Çok uzakta olmadığını söylüyor. Bu fısıltılar hayatımın en ilginç farkındalığı. Ölüm artık inkar etmediğim bir geçiş. Yakınlığı ürpertici ve bir o kadar da hayatın anlamını arttırıcı. Canlandırıcı!
Bu kıyıda otururken sorular gümbür gümbür geliyor sanki... Nedir aslında istediğim? Kimdir? Bütün bu bekleyiş ne uğrunadır? Yaprak neden yaprak olduğunu düşünmeden bir baharla gelip, diğer baharla giderken, insanın bunca anlam arasında hala ve illa da kendi varlığına bir değer biçmeye çalışması ne çaba ama? Mehmetus'un dediği gibi galaksi çok büyük...

11 Mayıs 2011 Çarşamba

HAYALETTEN KORKAN SEVGİLİ BEYEFENDİ

Dün istiklal Caddesi'nde işim vardı. Arkadaşım kahve içmeye çağırmıştı. Hem kahvemizi içtik, hem de birbirinden güzel kitaplara bakıp "vay be, ne yetenekli insanlar var şu hayatta" diyerek sohbetimizi koyulaştırdık. Hazır oraya kadar gitmişken, yani karşı tarafa geçmişken bari öğle yemeği için Prusya Kralı'nı arayayım dedim. O da şansıma müsaitmiş. Neyse, başladım tünel meydanında beklemeye. İşte tam o sırada süpriz bir gelişme oldu; karşılaşma olasılığım mevcut bulunan yüzlerce insandan biriyle karşılaştım. (Süpriz nerede derseniz şurada:) Karşılaştım derken, ben karşılaştım. O, karşılaşmak ne kelime, görmezden gelmenin en muhteşemiyle cevap verdi saniyenin onda birinde gerçekleşen fark etme anımıza. Abartmayayım ama yüzü soldu, yanakları yay gibi gerildi ve bakışları ölü balık bakışına döndü!
Hızla geçip gitti. Bir an arkasından koşup inadına "merhaba" demek geldi içimden. Sonra vazgeçtim. Suçlu hissettirmek istemedim. O zaman ondan ne farkım kalırdı. Yine de ömrümde ilk kez hayalet gömüş bir insanın yüzü neye benzer bizzat kendim hayalet yerine geçerek deneyimledim:))
Eksik bilgi yanlış sonuca götürür sevgili hayaletten korkan. Bunu bi düşün sen:)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

"GERÇEK DEDİĞİN, İNANDIKLARIMIZDAN YAPILIR ZAMANLA"*

Dostlar ve kitaplar vitamin hapı gibi; düştüm, düşeceğim derken bir tanesi gelip, kaldırıveriyor insanı...
Şairin Romanı henüz bitmedi. Bitmesin diye araya başka kitaplar sokmaktan, durup Aylin Tokcan'ın ödevini hazırlamaktan ve gelecek günler için endişemi azaltmaya çalışmaktan gayrı daha ne yapabilirim bilinmez.. Elbette bitecek, her şey gibi.. İz bırakarak...
"Bizler hayatımızı alabildiğine zorlaştırırken, bilinmezler hayatımızı kolaylaştırdı. Vücudumuzun yaraları olduğu gibi kaderimizin de yaraları vardı. Onlara da şifa gerekti. Kaderinin farkında olmak, kaderinin yaralarının farkında olmayı gerektiriyordu. Aklından bunları geçirirken, yalnız yüzü değil, ruhu da ayın gümüşüne bulanmışcasına bir yülümseme yayıldı yüzüne.." 142
"Kelimelerden büyü yapılabildiğine göre, bazen öylesine söylenivermiş sözler, neden biz farkında olmadan büyü yerine geçip yazgımızı çiçeklendirmesin ki?" 147
"Herkesin kendi çocukluğunu korumasının yollarının farklı olduğunu biliyordu. Bir keresinde 'çoğu kişi farkında bile olmadan kendi çocukluğunu başkalarından korur' demişti Lelalu. 'Ancak böyle kendimizin yetişkini oluruz'." 151
İnanmadığını sezmiş, risk almak istemeyen, aşka teslim olmayan halinden derin bir bulantı hissetmiş- tarih 17 Temmuz -, sonra da en olmadık oyuna ebe - 6 Mayıs - olmuştum. Oyunu, oyunla karşılayarak, içinde başrol aldığım gerçeğin kederini azaltırım sanmıştım. Yanıldım.
Dizlerimdeki yara kabuk bağladı.
Hatta geçti, gitti.
Seyyan Hanım'ın plakları o yaz yok sattı.
Mecidiyeköy otobüsü her daim kalabalıktı.
Hepsi geçen yılların içinde kaldı.
İçimde kaldı, uzandı boylu boyunca.
Neşemi çaldı, adımlarımı çaldı.
Sıkıntıda olduğunu hisseden içimdeki o garip parçayı besleyen aşk mı, ego mu bilmem. Ama artık huzura ersen ve ben de dizlerimi serbest bırakıp devam etsem hiç fena olmayacak!
Ne o? Huzurun içinde bir şey mi eksikmiş? Yoksa inanmak mı? Risk almış olsaydın belki hayatın boyunca yakanı bırakmayacak bu eksikliği bulabilirdin... Hiç öğrenemeyeceklerden biri, hep öğrenmek isteyen biriyle karşılaştığında olan bu zaten; bize olan!
Doğunun Cadısı, Henüz yazılmamış kitaptan. Kimbilir kaçıncı sayfa?
* ŞAİRİN ROMANI, MURATHAN MUNGAN

8 Mayıs 2011 Pazar

TOOTSIE


Moral bozukluğu için reçete:
İki yakın dostunu yemeğe çağır, gir mutfağa bişi pişir.
Sonra tatlı ve kahve ver.
Bir de Tootsie seyredin!

6 Mayıs 2011 Cuma

KONUŞAN KİTAP'DAN 5 MAYIS GECESİ HAZİNESİ...

"... KARA KIŞ ASIK SURATLIDIR AMA, ŞEFKATLİDİR, MERHAMETLİDİR. HALBUKİ YAZ GÜLER YÜZLÜDÜR, FAKAT YAKICIDIR, KAVURUCUDUR.
SANA DA KABZ (=DARLIK), SIKINTI GELİNCE, O DARLIKTA, O SIKINTIDA SEN BASTI (= FERAHLIĞI) GÖR, GENÇLEŞ, SEVİN, YÜZÜNÜ ALNINI BURUŞTURMA..."*

" EY HAKK YOLUNDA YÜRÜYEN KİŞİ! GAM YE, KEDER YE DE, GAM ARTTIRAN, SENİ DERDE SOKAN DÜNYA EHLİNİN, NAMERDİN EKMEĞİNİ YEME. ÇÜNKÜ AKILLI ADAM, SONUNDA NEŞE BULUNAN GAMI YER, ÇOCUK İSE ZEHİRLENECEĞİNİ BİLMEDEN ŞEKER YER.
NEŞE, SEVİÇ ŞÜKRÜ, GAM BAĞININ YEMİŞİDİR. ASLINDA FERAHLIK, RAHATLIK RUH İÇİN BİR YARADIR. GAM İSE, MANEVİ YARALARIMIZIN MERHEMİDİR."**


* "KABZ" KALBE GİDEN MANEVİ SIKINTIDIR. "BAST" İSE BUNUN ZITTIDIR. SUFİLER DİYORLAR Kİ: "KABZ" VE "BAST" HALLERİ SEVGİ MAKAMINA ULAŞAN VELİLERE HASIL OLUR. BÜYÜK VELİLERDEN İBN-İ ATAİ HAZRETLERİ DİYOR Kİ: "BAST HALİ'NDE NEFİS FERAHLADIĞI İÇİN ONDAN ZEVK DUYAR. KABZ'DA İSE NEFS İÇİN BİR ZEVK YOKTUR. BU SEBEPLE KABZ, BAST'TAN DAHA İYİDİR. HZ. MEVLANA DA: "EY SALİK, KABZ SENİN İYİLİĞİNE, SELAMETİNE ULAŞMAYA SEBEPTİR" BUYURUR.
** GAM VE KEDERİN, İNSANIN GELİŞMESİ İÇİN YARARLI OLDUĞU GÖRÜŞÜ, KEDERLERİN, NEŞE GETİRDİĞİ FİKRİNE MEVLANA'DA ÇOK RASTLANIR:
"GAM FİKRİ NEŞENİN YOLUNU KESERSE, SAKIN ÜZÜLME. ÇÜNKÜ GÖNÜLE GELEN GAM, SANA BAŞKA NEŞELER HAZIRLAMAKTADIR."
GAM, YENİ BİR NEŞE, YENİ BİR SEVİNÇ GELSİN DİYE, GÖNÜL EVİNİ SIKICA SÜPÜRÜR."

5 Mayıs 2011 Perşembe

4 Mayıs 2011 Çarşamba

BİR FİNCAN KEYİF VER KENDİNE


Gitmelisin sayın İstanbullu. Sen "hay Allah erguvan seyredecek yer yok!" diye mızıklanırken Bitlis, Tunceli, Kastamonu, Uşak ve benzeri illerimizden gelmiş kardeşlerimiz boğazın kıysındaki korularda keyif yapıyorlar. Ve inanır mısın, hala bülbül sesi duyuluyor! Renkler nefis... Kahvenin kağıt bardakta geliyor olması üzücü ama içtiği yüz fincanın doksandokuzunu kapatan insanlarız biz. Ne yapsın adamlar? İki yüz tane fincan mı satın alsınlar? Ha, ben asla kağıt fincan istemem dersen, azıcık daha ilerle, bak Beylerbeyi Sarayı'nda fincanla veriyorlar kahveyi. Eğer orayı kalabalık bulursan birazcık daha ilerle al sana Adile Sultan'ın terasında kahve keyfi ya da Küçüksu Kasrı'nda! Diyeceğim o ki, git de erguvanlara bak! Yakında bu muhteşem rengi sadece belediye otobüslerinde göreceksin!
Bütün bu anlattıklarıma zamansızlıkla karşılık veriyorsan hiç olmazsa Beşiktaş'a yolun düştüğünde Saray Kolleksiyonları Müzesi'ne bir uğra da TÜM ZAMANLARIN HATIRINA SARAYDA BİR FİNCAN KAHVE sergisinin tadını çıkart. Sadece bir lira. Yani pahalı olduğunu da söyleyemezsin. Üstelik o bir lira içeride içeceğin kahve için.
Cumartesi günü de malum boğaz yarışı var. Dolmabahçe'ye gidip seyredebilirsin, kimbilir belki sana el sallarım?

3 Mayıs 2011 Salı

YENİDEN BAHAR

Güzel şeyler ve çirkin şeyler... Hayatımın bir parçasısınız. Geçmişte kalan güzel ve çirkin şeyler ve geleceğimde sessiz sessiz gülümseyenler, siz de hayatımın bir parçasısınız. Özlediğim, zaman zaman özlemimden can acısı çektiğim geçmiş, seni ardımda bırakma ihtimalini seziyor olmak ve ilk kez meleklerin omuzumda oturuyor olduklarını hissetmek... İçimdeki ışığın varlığına olan inancımın - bana rağmen- gün be gün artışına tanıklık etmek... Bahar, bu sene başka şeyler varmış sepetinde...
Kalbinin kapıları bana ardına dek açık olan, tüm varlığıyla yanımda duran bunca güzel insan varken, neden kilidi paslı kalpler önünde zaman kaybettiğimi hiç anlayamıyorum... Açık kapılardan usulca, kolaylıkla geçebilmenin tadını fark ettim edeli, gün mü aydınlandı ne? Karadelik nerede Mehmetus? Tatile mi gitti acep?
Geçmişi güzellikleri ve çirkinlikleriyle yerinde bırakabilme hali, geleceğimde kaç bahar kaldı endişesini de götürdü beraberinde... Şimdi bir tek bahar var; o da tam şu anda içinden geçtiğim, tam şu anda içimden seke seke geçmekte olan!
Önüme gelen projeler, ihtimaller, yaşamak için sunulan şeyler... Hepsi için bin defa teşekkür etmeliyim. Şimdi yapmam gereken tek şey çok çalışmak. Çalışmak ve Noel zamanını hayal etmek. Benden umudunu kesme sakın Pamuk Prenses:))
Mehmetus'un gelişiyle yenilen yemek, Hamdi ile gelen teklif... Yogatime'daki salonum... Yogalin'e yetişecek ödevlerim... Purusya Kralı'nın ev heyecanı, o heyecanın içinde bana "bu masa senin çalışman için iyi mi?" diye soran cümlesinin güzelliği, Küçük İnsan'nın Orta Doğu heyecanı ve aşka inancı... Külkedisi'nin uzak ülkelere gidebilme ihtimali... Parmaklarımın yeniden kalem kağıt isteyen titreyişi... Agi ile çevirilecek güzel kitaplar... Ve tabii erguvanlar.. Hepsi güzel, hepsi benim için mutluluk... Yeniden bahar!