30 Eylül 2011 Cuma

YAĞMUR AŞKI


http://www.youtube.com/watch?v=4lvbA1hcZNM

Dünya'da en sevdiğim şeylerden biri, yani en sevdiğim atmosfer olaylarından biri yağmur. Yağmur ve rüzgar. İkisini beraber ve ayrı ayrı pek seviyorum. Ne zaman yağmur yağsa sanki hayat tazeleniyor. Etraf ışıldıyor. UMUT DOLUYOR HER YER!Sanki toprağın altındakilerle üstündekiler arasında bir bağ kuruluyor... Çünkü bu su hepimizin üzerine yağıyor. paylaşabiliyoruz... Yağmur bana huzur veriyor. Tıpkı rüzgar gibi. Gerçi rüzgarın içinde heyecan da var ama huzurlu bir heyecan.
Ne zamandır denize çıkmadığım için su sesi özlemiştim. Yüzerken çıkan ses değil ama yelken yaparken tekneyi yalayıp geçen benim özlediğim. Bu sabah yağmurun sesiyle uyanınca, hemen giyinip fırladım sokağa. Saat 06.38. Ama yok, yürünecek gibi değil. Yukarı çıkıp muhtereme hal, vaziyet bildiren bir mesaj attım. Sonra diğer pencereyi de açıp yatağa uzandım. Uyumadım fakat o kadar iyi geldi ki yağmuru dinlemek. Şükrettim içimden.
Elbette daha iyisi olabilirdi; çok daha farklı inşa edebilirdim bana verilen hayatı ama bu, yani elimde olan da fena değil aslında. Baksana hala hayattayım!
Hala gidilecek ülkeler, oynanacak oyunlar, tadına bakılacak yemekler ve tanışılacak İNSANLAR var. Yağmur bunların hepsi için beni tazeleyen, tıpkı hamamdaki teyze gibi içimi dışımı çitileyen bir güç. Ah ya, yağmurlu günde hamama gidip, ardından gazoz içip, serin çarşaflarda uyumak ne güzel olurdu! Agi'ye söyleyeyim bugün de, biz yine hamama gidelim. Ne varsa suda var!
Bu arada şarkı hüzünlü. Ben değilim. Birkaç ömre yetecek kadar hüzünlendiğim son birkaç yıldan sonra, gelecek birkaç yıl -eğer yaşarsam, ki yaşarım:)))- eşşek gibi eğleneceğim!
Bu gece "yüksek lisanslı perilerin" rakı partisi var. Tanrım sağol, şu verdiğin üç beş dost olmasa ne yapardım ben yaw! Yağmura da, rakıya da şükür!

29 Eylül 2011 Perşembe

SÜPER PRENSES!E MUTLU YILLAR DİLERİM!


MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu yıllar
MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu yıllar
MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu
yıllar
MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu yıllar
MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu yıllar

MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu yıllar
MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu
yıllar
MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu yıllar
MUTLU Yıllar SANA, MUTLU yıllar SANA , mutlu yıllar
SANAAAAAAAAAAAAAAA!!!!
İyi ki doğdun!

28 Eylül 2011 Çarşamba


http://www.youtube.com/watch?v=Ldxn6aq2GCc

27 Eylül 2011 Salı

SEVGİLİ KUTUP AYILARI YALNIZ DEĞİLSİNİZ!


Vallahi değilsiniz, bakın ben buradayım! Yaz bayıldığım bir mevsim değilse de sonbaharın böyle apansız gelişini hiç sevmedim. Hiç uyanmak istemiyorum. Bu sabah değerli bir muhtereme verilmiş sözüm olmasa bir iki kaşık bal, üç beş armut yiyip, öylece kalırdım yatakta! Zorla kalktım!
Hala uykum var. Ama geçecek. Çalışıyorum bugün. Nihayet yazı yazmak ve yoga yapmak için mesai ayırmaya başladım. Asla zengin olamayacağım, yani İsviçre bankalarında param olamayacağı gerçeğiyle barışalı, yazmak daha da anlamlandı..
Cafer Erol'dan şeker alıp Yıldız Parkı'na gitmek, oradan çıkıp Kule dibinde kahve içmek var yarın ki planımda. Akşama Allah kerim:)
Yani diyorum ki sevgili kutup ayıları, kış gelmeden gelen bu apansız uykuya yenilmeyin!
Haydi ileri:)))

23 Eylül 2011 Cuma

SOUND OF SILENCE...

Ha sound of silence, ha sağır bahçe... Ne fark var ki? Aynı şey işte.
Doktor bana pencerenin dibindeki çiçeği gösterdi bugün: "Onunla senin aranda fark yok. Doğum ve ölüm arasında nerede olduğunu bilemezsin" dedi. Haklıydı. İşime gelmeyen her gelişmeyi kafamı devekuşu gibi kuma gömerek karşılayamam ki.. Bir kere ben devekuşu değildim. Bu da az bir teknik sıkıntı değil. E kafayı kuma saklayamayınca ne oluyor? Kulaklarda yanma, baş dönmesi ve kalp çarpıntısı! Hani biz o bitkiyle aynıydık? Onunda kulakları yanıyor mu? O da "ah ulen keşke devekuşu olsaydım" diyor mu? Sanmam. Kendisine verilen hayat ve beden konusunda tek mızıklayan canlı insan. Ben hiç "of uleyn şu kuyruk olmasa hayat ne güzel olurdu" diyen bir kedi ile tanışmadım!
Neyse sound of silence diyelim gitsin bugün:)

22 Eylül 2011 Perşembe

İNSANLIĞIN SON YÜZYILI


Şaşırmadım ki. Ne zamandır bunca acının, bunca kaçak dövüşmenin anlamını arayıp durmuyor muydum? İşte buldum!
Yüce dost S. Y. derrrr ki: "kenarda durup ortadan yemek olmaz". Bunu bana der sık sık, zira ona göre ben ortadan yemesi gereken ama pastaya el uzatmayan bir tembelim! Doğru mudur? Bilmem, öyleyimdir belki.. Bize arsız olmamak, bize ait olmaya el uzatmamak, sevgilimiz olmayan adamlarla fingirdememek ve güzelliğimiz üzerinden kar elde etmeye kalkmamak öğretildi...
Ayrıca bugün doktor bana "sizde arkalara saklanmış derin bir değersizlik duygusu seziyorum" dedi. NE SAKLANMASI YA, AÇIK AÇIK, TAM ORTADA, GÖZ BEBEKLERİMİN TAM GÖBEĞİNDE O DUYGU! Salak doktor. Sevdiklerim adilik edip tek tek öte tarafa geçmiş, hayatta en güvendiğim insan kafamdan aşağı bir kazan kaynar yağ dökmüş... E ben değersiz hissetmeyeyim de kim hissetsin?
Neyse, her zamanki gibi kendimi ve kişisel gözlemlerimi yazımın objesi yaparak devam ediyorum. Belki ileride bilim adamlarının işine yarar blogum!
Efendim, durum şöyle aslında evrim denilen şey takdir edersiniz ki bir teoriden ibarettir. Adı üzerinde "evrim teorisi". Yani ispatlanmış bir durumu yoktur. Ve tabii aksini ispatlayan da yoktur. Yani şimdiye kadar olmadı... Ama şunu biliyoruz ki insanın gelişimi ( fiziksel ve toplumsal bir canlı olarak ) değerli hocam Prof Dr. Güven Arsebük'ün dediği gibi bir geceden ertesi sabaha olmamıştır. Daha anlaşılır bir dille özetlersek; neandertaller bir gece oturup sohbet ederkene, haydi sabaha homo sapiens olalım diyerek, ertesi güne başlamamışlardır. Hatta bu öyle bir süreçtir ki gezegende uzunca bir süre homo sapiensler ve neandarteller birlikte yaşamışlardır. Yani evrim tüm insanlığı aynı anda kucaklamamıştır. Tıpkı bazıları hala avcıyken, bazılarının tarıma geçişi, kimileri hala balina yağı ile aydınlanırken, çokçasının elektirikle aydınlanmayı öğrenmesi gibi, birbirine paralel olarak yaşamıştır herkes payına düşeni.
Hiç-bir-şey adil olmadığı gibi evrim süreci de adil değildir. Bu sürecin mağdurları vardır. Mesela biri benim!
Herkes çağı yakalamışken, ben hala - ve genç olmamama rağmen - Genç Werther'in Acıları tadında yaşıyorum! Kaz ayaklarım almış başını koşarken ve hayat yanımdan güldür güldür akarken, benim homo sapienslerin iki ova ötesinde yaşayan neandartel adamdan fakım ne ki? Hiiiçççç!!!! O da bir geç kalmışlık içinde, ben de!
Doktora, "gürültüden rahatsız oluyorum, bu şehirde herkes birbirine kötü davranıyor, sokakta yürürken kimse kimseye çarpıp çarpmamak veya dolmuşta giderken rahatsız edip etmemek kaygısı taşımıyor, hepsinin içine öküz kaçmış....." dediğimde, bana dönüp, "sizde değersizlik duygusu var!" diyor. Haklı, evet var. Bunca acımasızlığa, bunca hoyratlığa dayanamıyorum. Git gide daha yalnız, daha kırılgan hissediyorum. Çünkü çağa uyum sağlayamamış, evrimini sürdüremeyen aşağı ovadaki neandartel ile ruh ikiziyim ben!
İnsanlığın son yüzyılı için toplanan heyete göre zaten bu normal... İnsanlık ölüyor... Merhamet, aşk, acımak ve benzeri ne kadar duygu varsa hepsi demode. Hepsi geçen yüzyılın romanlarında, filmlerinde gördüğümüz, bazen eski bir yemek tarifini özler gibi özlediğimiz uzak duygular...
Evlilikler birer şirket; meşru çocuklar ve toplumsal statüler için senet sepet işleri.. Aşk çok kolay; gecelik, haftalık ve sezonluk halleri mevcut. Bir tek artık satmayan ömür boyu modeli kalmamış! Para artık pul değil, para Allah. Allah mı? O seyirci, binlerce kez gördüğü filmi 21. yüzyıl yorumuyla izleyen biri sadece...
Dostuma göre "kenarda oturan", doktora göre bilmem ne, bana göre sadece duygusal anlamda bir neandertalim:) Bu yüzden bazen ve son zamanlarda yoğun olarak yaşamakta, üretmekte ve nefes almakta bile zorlanıyorum. Beni affedin sevgili homo sapiensler evrimin yüz karasıyım ben!

21 Eylül 2011 Çarşamba

ALA KARGA

Sabah ala kargaların sesiyle uyandım. Başımın hemen arkasındaki pencereyi açtığımda gün doğmak üzereydi. Kızıl ve turuncunun yavaş yavaş çekilişini ve yerini masmavi bir sabahın alışını an be an seyrettim. Kargalar bu muhteşem manzarada kanat çırpıyor ve herkesi uyandırmak istiyorlardı. Ama bir tek ben uyandım!
Sonra yatağa döndüm. Uykum yoktu, kalkacak gücüm de yoktu. Bütün bir yılın, hatta son birkaç yılın nesi var, nesi yoksa canıma okumuştu ya, ondandı bu yataktan kalkamayış... Zorlamadım kendimi, nasıl olsa kalkacaktım. Ölmedikçe hep düşecek, hep kalkacaktım.
Bir saat sonra, artık gün mavi olmuş ve ala kargalara, yusufcuklar da eklenmişken kalktım yataktan. Pijamalarımı çıkarttım, paçavralarımı geçirdim üzerime. Parmak uçlarıma basa basa indim salona. Bahçeye açılan kepenkleri yavaş yavaş açtım. Sonra da cam kapıyı aralayıp, dışarı çıktım. Serin, temiz, yeşil bir bahçe. Ve ne talihtir ki ağaçlardan biri erguvan!
Mutfağa döndüm, iki dal elma çalısını kaynar suya atıp, bir dilim limon kestim içine. Bu benim köyümün şifalı içeceğidir. Aldım fincanımı, döndüm bahçeye. Suat'ın bahçesi burası. Bana kendi bahçemi düşündüren yeşillik. Dağınık sazlar, ortada öbeklenmiş papirüsler, gece tırtıllarına yenilmiş güller... Kaktüsler ve dut ağacı. Hepsi var. Bir de dünyanın uzak denizlerinden gelmiş üç koca deniz kabuğu...
Rüzgar var. Ama az. Kabuklar misinaların ucunda dönüyorlar; biraz sağa... sonra tekrar sola... Hayat güzel, hiç olmazsa bu sabah, bu bahçede güzel. Dünyada deprem olmuş, birileri ölmüş, savaş var veya trafik... Umurumda değil. Bu bahçeye dışarıdan giriş yok. Ev halkı uyanana kadar benim burası. Umursamazlığımdan utanmıyorum, hatta onu biraz gecikmiş, beni fazlasıyla bekletmiş buluyorum. Sırf bu yüzden sımsıkı sarılıyorum.
Yer, gök yıkılsa bu bahçe yıkılmaz, ben böcek yiyerek, kuyudan gelen suyu içerek yaşarım diye düşlüyorum. Sadece ala kargalar ve yusufcuklar yok artık, hava ısınınca geç kalmış ağustos böcekleri katıldı bahçenin korosuna.
Eksik yok.
Ben tam ve bütün olarak ve tüm varlığımla buradayım.
Bir karga tüy düşürdü masaya. Tüye binip, uçtum zihnimin rüzgarında. Yıl 1979. Karga kovalıyorum kalenin taş basamakları arasında. Ramazan topu patlıyor alaca karanlıkta. Bu ses, bu renk ve kargaların bir mürekkep gibi kızıl mavi göğe dağılışları... Ressam değilim ki ben anlatayım. Üzülüyorum. Tüye binip Suat'ın bahçesine dönüyorum.
Yıl 2011, aylardan Eylül.
Sefil hayatlar, yalnız ve mutsuz insanlar, hastalıklar, ölümler.. Hiç biri yok burada. Kuru sazlarla yükselen duvarlarla ayrılmışım hayattan. Sokaktan geçenleri duyuyor ama anlamıyorum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda dünyanın neresinde olduğumu hiç önemsemiyorum. Bildiğim tek şey hala toprağın üzerindeyim. Bu bahçede ölüm de yok, ölümle gelen ayrılık da yok. Ben böyle düşünmek istiyorum.
Aylardan hala Eylül.

20 Eylül 2011 Salı

SAĞIR BAHÇE


İnsan savaşır tabii ama ne zaman? Kimileri her zaman, her durumda ve herkesle. Bazıları mecbur bırakıldıklarında...
Pek azı hiç savaşmaz. Yazılmamıştır hücrelerine.
Serin, loş, sadece akşama doğru güneşin uğradığı bir bahçe; dünyanın tüm gündelik telaşına, geçmişin pasına, tozuna ve geleceğin belirsiz fısıltılarına sağır.. Orada olmak istiyorum. Serin, loş, uzak bahçede.
Bahçemde.

2 Eylül 2011 Cuma



"Geçici bir süre için internetsiz ve cep telefonsuz bir ortama gidiyorum. Acil durumlar için üzgünüm... Zira benim durumum daha acil, dinlenmem lazım:) Hayatta kalanlarla Eylül sonu görüşmek dileğiyle.. "

HUZURSUZLUK...

Noel. Bunun dışında bir heyecan yok. Çok özledim dilini, huyunu, yemeğini bilmediğim coğrafyalarda kaybolmayı. Aslında bazen ne yoga, ne çocuklar, ne de başka birşey... sadece ve sadece gücümün ve paramın yettiği son noktaya kadar seyahat etmek istiyorum. Ne üretmek, ne öğretmek veya öğrenmek, ne de başka bir kaygı bana gerçek gelmiyor. Öğretilmişlikler havuzunda manasız bir antreman hayat; aşağı yüz, yukarı yüz... Bok var!
Bazen gerçek başarı öyküleri duyuyorum. Mesela adamın biri servetini, kariyerini bırakıp, dedesinin köyüne yerleşmiş orada muhtar olmuş ve köylüye, çocuklara yoldaşlık ediyor. Basit bir kulübe ve oldukça zor bir hayat. Ama kesinlikle kendi seçimi. Ve aynaya baktığında göz göze geldiği insan kesinlikle tanıdığı biri.. Çok mu zor bunu yapmak? Bilmem. Yeni yeni bunun yapılabileceğine inanıyorum. Kırk yaşında insanların aniden çıldırıp, rotalarını değiştirmek istemeleri sanırım o aynada kendi yüzlerine bakarken hissettikleri şey karşısında oluyor. Kimbilir belki de en iyi tanıdığınızı düşündüğünüz eş dostla bile aranızdaki kilometreleri görünce... Bırakın onu kendimize olan uzaklığımız?
Vazgeçtim ben uzun zamandır insanları anlamaya çalışmaktan.. Sadece üzülüyorum, bu kadar derin yaralarla şu bedeni sürüklemeye, yaşamak denilmesi içimi burkuyor. Kimsenin kimseye güveni yok. Kimse o yaraları bir diğerine gösterip, derman arayacak kadar cesur değil. Herkes gittiği yere kadar diyor içinden.. Gittiği yere kadar...
Bu yaz çantamı alıp uzaklara gidemiyorum. Oysa içimdeki uzaklara dışımdaki uzaklar denk düşünce bir denge olur diye hayal ediyorum. Şimdilik yolum etse etse 800 km. eder. Ama gelecek yaz çoook uzakta olacağım. Bu kış, hedefim "en uzak yaz" a hazırlanmak olacak. Dilini bilmediğim insanların arasında onlara ve kendime eşit uzaklıkta kalmanın dengesini hissetmek istiyorum... Huzursuzluğumu avaz avaz bağırtıp, sonra sakinleştirmek...
Victor'u çok özlüyorum. Bu ölüm içimdeki tüm geçmişe dönüş yollarını tıkadı. Gerçeklerden kaçarken sığındığım kalenin tüm kapıları kapandı sanki.. O kadar çok ağladım ki, iç organlarım acıdı... Orada, O neredeyse tam kıyısında hep dönebileceğim temiz bir yatak, bir parça ekmek vardı. Şimdi yok. Şimdi o temiz yatağı yapmak ve o ekmeği pişirmek zorundayım... Huzursuzum; kovulmuş, terkedilmiş hissediyorum. Ama nereden?

1 Eylül 2011 Perşembe

THE RESTLESS*


Dün gece TV 8'de tesadüfen izledim. Beğendim.


http://www.youtube.com/watch?v=lXVNZqKd_Bo


*Huzursuz Ruhlar
Yıl M.S. 924. Birleşik Shilla Hanedanı'nın sonu artık gelmiştir. Yozlaşmış bir yönetimin kolgezdiği toprakları sonu gelmez isyanlar silip süpürmüştür. Kötü güçler adeta coşmuş, acımasız iblisler ise kol gezmektedir. Ruhları görme yetisine sahip YI Kwak, nişanlısı Yon-hwa'yı köy halkının ihanetiyle kaybettikten sonra kraliyet iblis avcıları birliği Chuyongdae'ye katılır. Onun da katılımıyla karanlığın güçlerine karşı güçlü savaşçılarla üstünlük sağlamış olan kraliyet birliğinin lideri Ban-chu karısının hayatını kaybetmesinden soyluları suçlamakta ve intikam almak için sadık askerleriyle başkente saldırmayı planlar. Fakat ani bir baskın her şeyi mahveder. Kurtulmayı başaran YI Kwak, tuhaf bir tapınak aracılığıyla ölülerin dünyası olan Jungcheon'a sürüklenir. Jungcheon, Budist inancına göre Cennet ve Yeryüzü arasında olan bir ara dünyadır. Yeniden doğmak için hazırlanan ruhların 49 gün boyunca kaldığı bir yerdir.