Mevsimlerin yarattığı, tuhaf ruh halleri var insanların ya da sadece benim üzerimde etkili bütün mevsimler. Aslında klavyedeki parmaklar benim olduğuna göre söz konusu "ruh hali/halleri-" bana ait olmalı.
Sabahtan beri ağaçlara bakıyorum, aslında günlerdir onları seyrediyorum; önce sararıp kızıllaşan, sonra yavaş yavaş dökülen yapraklarını. Her sabah kış güneşiyle ışıldamalarını ve her günbatımında ruhumu üşüten yalnızlıklarını izliyorum. İnsan bu hallerine bakarken, kalın kabuklarla bezeli gövdenin altında bir sonraki bahara canlanacak yaşam akışını algılayamıyor. Sanki ölü bütün ağaçlar ya da ayakta uyuyorlar!!
Tanıdığım birine benziyorlar bu mevsimde. Gövdeleri ve dallarıyla, can çekişen yaprakları ve ayakta durmak konusundaki inatlarıyla tıpkı ona. Adını unutmak zorunda kaldığıma.
Bundan pek çok zaman önce, ismini Avrupa'nın önemli bir nehrinden alan kadim dostumla - ne yazık ki şimdi hiç kimse olan - öylece adımlıyorduk alaca karanlığı.... Kendimizden sıkılmış, gelecekten umutsuz başı boş ruhlardık.
21 Aralık Fenerbahçe Parkı...
Her zaman olduğu gibi klasik güzergahımızda yürümek için buluşmuştuk. Sahile gidecek ve adaları sağımıza alarak hızlı adımlarla rüzgara karşı yarışacaktık. Ama nedense canımız parka dolaşmak istedi o akşam. Alışılmışın aksine sakin sakin etrafı seyretmeye başladık. Ağaçlarda bir tek yaprak kalmamıştı, çırılçıplaktı gövdeleri. Ama yürüdüğümüz süre boyunca gökyüzü dakika dakika güzelleşti; önce mavinin, ardından pembenin neredeyse her tonunu seyrettik. Ağaçların etrafında birkaç tur dönerek neye benzediklerini konuştuk. Alacakaranlık heyecanlandırmıştı bizi. Ve ikimizde hayal etmek konusunda epeyce ustalaşmıştık. Ben ne onun gibi şiir yazabiliyordum ne de onunki kadar güzel bir günbatımı resmi yapabilmiştim.. Ama yine de hayal etmek başa baş gittiğimiz dostca bir yarıştı aramızda. Bizim için ağaçlar, upuzun tırnaklı, simsiyah elbiseler giymiş, kadim sırlara hakim cadılar gibiydiler! Bu ortak fikrimizdi üstelik. Belki herkes çekilince canlanıp bambaşka bir boyut kazandırıyorlardı parka! Konuştukça inandık, inandıkça konuştuk ve nihayet hava kararınca iyice huzursuzlanıp kaçtık oradan! Her zamanki oyundu oynadığımız; söyle ve inan oyunu! İnsan nasıl korkardı kendi yarattığı hayalden? Biz korkardık!
O yıllarda daha kolaydı acılı, melankolik ve hatta rahatsız edici duygular üzerine konuşabilmek… Çünkü neredeyse hiç biri henüz bizim hayatlarımızdaki yerini bulmamıştı. Ama şimdi, yıllar sonra ağaçlarla ilgili algılarımın nasıl değiştiğini görünce daha iyi anlıyorum ki, o pek güzel rakı mezesi yaptığımız yalnızlık aslında sadece tekbaşına olmakmış. Meğer gerçek yalnızlık geleceğimizden gülümsüyormuş ve bizim haberimiz yokmuş!
Öyle değil mi ey gömmeye kıyamadığım karanlıklar zorbası?
Bazen içime bir kurt düşüyor ve özlüyorum seni. Sonra bazı ölüler toprağa gömülmez diye düşünüp olduğun cehenneme martılar uçuruyorum sana doğru. Seslerini duyuyor musun?
Ben senin gönderdiklerini hep duyuyorum; durmadan uyandırıyorlar beni uykumun en tatlı yerinde. Kulaklarımı tırmalıyor çığlıkları. Hatta bazı geceler etimden et kopartmaya çalışıyorlar kabuslarımda. Tıpkı senin kalbimin bir köşesini hoyratça kopartıp yediğin an gibi, delice bakıyorlar gözlerime. Vahşiler! En az senin kadar!!
Sabahtan beri ağaçlara bakıyorum, aslında günlerdir onları seyrediyorum; önce sararıp kızıllaşan, sonra yavaş yavaş dökülen yapraklarını. Her sabah kış güneşiyle ışıldamalarını ve her günbatımında ruhumu üşüten yalnızlıklarını izliyorum. İnsan bu hallerine bakarken, kalın kabuklarla bezeli gövdenin altında bir sonraki bahara canlanacak yaşam akışını algılayamıyor. Sanki ölü bütün ağaçlar ya da ayakta uyuyorlar!!
Tanıdığım birine benziyorlar bu mevsimde. Gövdeleri ve dallarıyla, can çekişen yaprakları ve ayakta durmak konusundaki inatlarıyla tıpkı ona. Adını unutmak zorunda kaldığıma.
Bundan pek çok zaman önce, ismini Avrupa'nın önemli bir nehrinden alan kadim dostumla - ne yazık ki şimdi hiç kimse olan - öylece adımlıyorduk alaca karanlığı.... Kendimizden sıkılmış, gelecekten umutsuz başı boş ruhlardık.
21 Aralık Fenerbahçe Parkı...
Her zaman olduğu gibi klasik güzergahımızda yürümek için buluşmuştuk. Sahile gidecek ve adaları sağımıza alarak hızlı adımlarla rüzgara karşı yarışacaktık. Ama nedense canımız parka dolaşmak istedi o akşam. Alışılmışın aksine sakin sakin etrafı seyretmeye başladık. Ağaçlarda bir tek yaprak kalmamıştı, çırılçıplaktı gövdeleri. Ama yürüdüğümüz süre boyunca gökyüzü dakika dakika güzelleşti; önce mavinin, ardından pembenin neredeyse her tonunu seyrettik. Ağaçların etrafında birkaç tur dönerek neye benzediklerini konuştuk. Alacakaranlık heyecanlandırmıştı bizi. Ve ikimizde hayal etmek konusunda epeyce ustalaşmıştık. Ben ne onun gibi şiir yazabiliyordum ne de onunki kadar güzel bir günbatımı resmi yapabilmiştim.. Ama yine de hayal etmek başa baş gittiğimiz dostca bir yarıştı aramızda. Bizim için ağaçlar, upuzun tırnaklı, simsiyah elbiseler giymiş, kadim sırlara hakim cadılar gibiydiler! Bu ortak fikrimizdi üstelik. Belki herkes çekilince canlanıp bambaşka bir boyut kazandırıyorlardı parka! Konuştukça inandık, inandıkça konuştuk ve nihayet hava kararınca iyice huzursuzlanıp kaçtık oradan! Her zamanki oyundu oynadığımız; söyle ve inan oyunu! İnsan nasıl korkardı kendi yarattığı hayalden? Biz korkardık!
O yıllarda daha kolaydı acılı, melankolik ve hatta rahatsız edici duygular üzerine konuşabilmek… Çünkü neredeyse hiç biri henüz bizim hayatlarımızdaki yerini bulmamıştı. Ama şimdi, yıllar sonra ağaçlarla ilgili algılarımın nasıl değiştiğini görünce daha iyi anlıyorum ki, o pek güzel rakı mezesi yaptığımız yalnızlık aslında sadece tekbaşına olmakmış. Meğer gerçek yalnızlık geleceğimizden gülümsüyormuş ve bizim haberimiz yokmuş!
Öyle değil mi ey gömmeye kıyamadığım karanlıklar zorbası?
Bazen içime bir kurt düşüyor ve özlüyorum seni. Sonra bazı ölüler toprağa gömülmez diye düşünüp olduğun cehenneme martılar uçuruyorum sana doğru. Seslerini duyuyor musun?
Ben senin gönderdiklerini hep duyuyorum; durmadan uyandırıyorlar beni uykumun en tatlı yerinde. Kulaklarımı tırmalıyor çığlıkları. Hatta bazı geceler etimden et kopartmaya çalışıyorlar kabuslarımda. Tıpkı senin kalbimin bir köşesini hoyratça kopartıp yediğin an gibi, delice bakıyorlar gözlerime. Vahşiler! En az senin kadar!!
1 yorum:
Belki içinde bulunduğum yalnızlık halini paylaşarak dağıtmak arzusundan yola çıktım. Arka arkaya bir sürü yalnızlık ile ilgili şiir okuduktan sonra bu şiiri buraya yakıştırdım. Bu sanki seninki olmalı gibi geldi.
Yalnızlık
Onbir ay balkonun parmaklığından eve uzanıyor, mora çalan mavi yapralar içindeki küçük sarı çiçekleriyle.
Güneş tümdengelim gibi, bir adım geri atmış, açık denizi giydiriyor, kılıç gibi parlatıyor sabahı.
Sabırsızlanıyorum.Kömür kokusu yaşamım. Gözler uykusuzlukla kırpıştıran toprak.
Yabanıl hurma, kedi gibi silkiniyor. Dikişsiz gökyüzü.
Saat ve pencere susmuş.
Köylüler dağın eşiksiz gölgesinden çıkıp düğün havası söylüyorlar.
Yalnızlık, gözleri iyi görmeyen yaşlı bir kadının torunu. Güneşlenmeye çıkmışlar el ele.
Melih Cevdet Anday.
Yorum Gönder