26 Nisan 2024 Cuma

SİLİVRİKAPI'DA BİR SOFRA


Öğleden öncenin ısıtmayan güneşiyle trendeyim. Şehrin bir ucundan diğerine, nicedir yolumun düşmediği Silivrikapı'ya gidiyorum. 

Semt çok değişmiş. Mahalle tertemiz, mis gibi iyot kokuyor  sokaklar. Trenden sonra otobüsle devam ediyorum. Surlara yaklaşınca ineceğim. Sur dibine kurulan bostanların arasından geçerek yürümek aklımı başımdan alıyor, gayrı ihtiyarı dokunmak istiyorum taş duvarlara. Buraları ne kadar özlediğime hayret ediyorum. Bir zamanlar çok istemiştim Haliç-Fatih hattında yaşamayı. Kuzguncuk gibi deniz kokusunun beni benden aldığı o vakitlerde Bizans, Roma, Osmanlı yani her kim gelmiş ve geçmişse hepsiyle aynı sofrada buluşabilirim hissine kapılmıştım. İstanbul böyledir; insana tuhaf tuhaf hayaller kurdurur.

Davetli olduğum eve doğru yürürken güneş yüzümü ısıtmaya bana iyi geleni hatırlatmaya başladı. Kalbimin yavaş yavaş ılınan bir tas suda çözüldüğünü hissine kapıldım.

Eski fakat tertemiz arap sabunu kokan apartmana girdiğimde zeminin o çok beğendiğim küçük küçük kırılmış mozaik taşlarla döşenmiş olduğunu gördüm. Trabzanların tutunma yeri ahşap, ferforjeler ise lalelerdendi. Bir kat aşağı indim. Anneannemin kömürlüğe giden merdivenleri geldi aklıma. Trabzana dokunan elim, burnuma dolan sabun kokusu ve görmesem bile orada olduklarına inandığım iyi ruhlar benimleydi. Artık yumuşacıktım, surlarım iki yana açılmış, kusurlarım dahil en sahici halimle sadece "ben" olarak eşikten geçtim.

Misafir olduğum ev, yarı bodrum, sıcacık, ışıl ışıl bir daire. İçeri girer girmez aile olmanın güvenli kokusu doldu ciğerlerime. O kadar güzel ki sofra; evde pişmiş poğaçalar, çiçek gibi dizilmiş peynirlerle açlıktan son nefesini vermek üzere olan ruhlara abı hayat olabilecek ne çekerse canın  bu masada var.

Bir kadın, oğlu ve iki kedileriyle bu ev, Dünya'nın en büyük bir oda bir salonu olabilir. Kendini hiçbir yere yerleştiremeyen onca tanıdığıma inat, can ve canan ne güzel yerleşmişler yuvalarına ve ne içten paylaşmışlar iki kedicikle hayatlarını. Laf ı güzah değilmiş öyleyse paylaştıkça çoğalmak. 

Şehir surlarının sakladığı eski bir mahallede Meryem'in kolları arasında birbirine sokulmuş bir aileye misafir oldum bugün. Sur duvarlarında örülüp gizlenmiş kapılara değil, bostanda yeşeren hayata bakmayı, karnımı değil, ruhumu doyurmayı seçtim. Çoktan sakınanlara inat, azı paylaşanların zenginliğine hayran dönüyorum evime. 





24 Nisan 2024 Çarşamba

24 NİSAN GERÇEKLE DOLUYOR İNSAN

Winterson romanlarından birinde kahramana ihtiyacının ne olduğu sorulur. Cevap bol köpüklüdür.. Sınırların belirsizliğine, sevginin, ilginin miktarının değişkenliğine köpük dolu küvet metaforuyla cevap verir Winterson'ın kahramanı ve bu konuda çok haklıdır.

İhtiyaçlarımız ve miktarları değişkendir. İnsanlar arasında ve insanın kendi içiyle dışı arasında eğer birer harita mühendisi görevlendirilebilseydi, sarraf ve gece bekçisi karışımı özellikler taşıması hoş olurdu. Zira sınırlarımız ve ihtiyaçlarımız an be an değişir ve değişimi yönetmek ustalık ister.

Ay ışığı altında parlamaya saatler sayarken, ben de kendime ihtiyaçlarım hakkında bazı sorular soruyorum. Durmadan değişen ve karşılanmadığını düşündüğümüm ihtiyaçlarımı belirlemeye çalışıyor fakat başaramıyorum. Böyle zamanlarda dönüp dolaşıp en sevmediğim yere, aynamın önüne geliyorum. Çünkü sorunun ve cevabın tek sahibi var, ben!

Ah O ben! Ben esnek ve cesur olup, ihtiyaçlarımı belirleyip, gideremedikten sonra diğerlerinden bunu yapmalarını beklemek nasıl  nafile. Kötü bir örnek vereyim mi? Mesela sabah yataktan kalkar kalmaz dünyanın en güzel şarabı sunulsa ister misiniz? Ben istemem. Şarap veya sunulma şeklinden ziyade zamanlaması yanlış olduğundan istemem. Demek ki  sabah ne tercih ettiğimi veya etmediğimi ben biliyorum, diğerleri değil. Ama beşki bir sabah isteyeceğim? O da ayrı bir muamma. Bazen bana hayat tarafından sunulan şeyleri yeterince değerlendiremediğim sanrısına kapılıyorum, canım sıkılıyor. Oysa bu suç değil, o zaman öyle hissetmişim demek sadece.

Şimdilerde ne özür, ne de dışarıdan gelecek çözüm beklentisindeyim. Tüm dikkatim ağzını yastıkla, yorganla tıkayıp, elini kolunu bağladığım iç sesimde. Artık O söyleyecek ihtiyaçlarımı, ben de bize hizmet edeceğim. Böylece dışarıdakileri suçlamaktan, bir türlü mesuliyet kabul etmediğim yaşamımdan uzaklaşıp, makul olan güzergaha geçecek, yeni şoför ağzıyla şerit değiştireceğim:)

ORMANA GİRMENİN ER YA DA GEÇ BENİ BURAYA GETİRECEĞİNİ, BİLİYORDUM. Derimi sıyırmam gerektiğini, altındaki cılk yarayı daha fazla görmezden gelemeyeceğimi nicedir biliyordum. O kadar kafayı takmıştım ki beni sevdiğini söyleyen ama anlamak, iyi kılmak adına kılını kımıldatmayanlara, sanki ben onlardan daha çok düşmanlık eder olmuştum kendime. İlla bir özür, illa bir anlaşılma sahiden gerekli midir? Aslında değildir. Zaten geçmişi onaramaz, bana geride kalan zamanı iade edemezler.

Benim yaralarımı görüp, doğru tedaviyi başlatmam şart.

Üstelik en yakınlarım beni uyuz köpek kovar gibi hayatlarından kovalarken, birileri tüylerimi tarayıp, kenelerimi ayıklamamış mıydı? Onların varlığına şükretmeliydim. Birileri arızalıları da sevebiliyordu. Nankörlüğün anlamı yoktu, hayatın dengesi tartışmasızdı ve artık gözlerimi açmalıydım. Zor günler umursanmadığım ve sevilmediğim anlamına gelmiyordu. Kaldı ki gelse bile ben beni çok sevecektim. İşte o kadar.

Orman güzel. Bu gece, ay ışığı altında parlayacak tüm gerçekler. Bence sen de gelmelisin. Ağaçlar insanlardan daha güvenilir.



22 Nisan 2024 Pazartesi

İBRAHİM OLABİLMEK

 

Günaydın,

Bu sabah baharın gelişine odama erkenden dolan sabah ışığıyla iyice ikna oldum. Kalkıp namaz mı kıldım? Yok. Yoga falan? I ıh. Bedeni erken vakitlerde kımıldayanlardan değilim. Ama yazmak öyle mi? İnsan her durumda yazıya tutunur. Uyurken bile... 

Rüyalarım değişti biliyor musunuz? Artık gündüzden natamam ne varsa gece de bana eşlik eder oldu! Kesinlikle yorucu ancak bir o kadar da ufuk açıcı.

Yaz sonu iyilik, şefkat, fedakarlık adına bildiğim ne varsa kafama geçirildikten hemen sonra Hazreti Yunus'un balinanın karnında tekrarladığı dua takılmıştı dudaklarıma. Şimdilerde de Hazreti İbrahim'i düşünür oldum. İbrahim'i ve putları kırdıktan sonra baltayı en büyük putun omzuna astığı anı.

Kim bilir ne kadar rahatlamıştır. Yalancıları yalanları, düzenbazları düzenleriyle bırakıp, öylece uzamak! Ah İbrahim, aslında sen hep favorimdin de, araya Yahya ve Yunus girdiler işte, kusura bakma.

İşin şakası bir yana kıssadan hisseleri, mitolojik öyküleri, yerel masalları her zaman sevmişimdir. Çünkü hepsi aynı ana fikirde buluşur: Kahramanın yolculuğu.

Peygamberler, tanrı ve tanrıçalar, çobanlar, prensler, hatta tilkiler, kargalar ve daha neler neler, hepsi yolculuğa dair sembollerdir. İnsan kahramanını ararken ve bu niyetle yola revan olmuşken öyle bir an gelir ki, aradığı kahramanın kendisinden başkası olmadığına uyanır. Bize yüzlerce yıl, binlerce öyküyle anlatılan bundan başka birşey değildir: kahramanın uyanışı, kahramanın kendine varışı. 

İnsanın kendini arayışı, kendine doğru attığı her adım kutsaldır. Örtülü kutsal. Çünkü vaktinde evvel bulunması makbul değildir. Erginlenmeler gerektirir. Kitaplar okunmalı, bahireler atlatılmalı, bişiler inşa edip sonra yerle bir etmeli ve daha nicesini yaşamalıdır ki, örtü kalsın, ayna görünsün.

Herkes aynı dertten mi çeker? Bilerek veya bilmeyerek ama kesinlikle evet! Tek fark her birimiz içine doğduğumuz çevre, kendimize yaptığımız yatırım doğrultusunda ya alenen arayışımızı dillendirir ve yollara dökülürüz ya da hayatın bizi yönlendirdiğini düşünür ve yolculuk boyunca aradığımız şeyin adını koyamadan, dilimizin ucunda oradan oraya savruluruz. Fakat yaşamın sonunda tatmin olanlar örtüyü kaldırıp, aynaya bakabilenler, İbrahimler, Yunuslar olacaktır. 

"Kendime yazık ettim affet"* den sonra gelen hamle çarktan sıyrılıp diğerlerini kendi aleminde bırakmak olabilir. Zira kahramanın hataya düşüp patinaj çekeceği en kritik eşik burasıdır. Ego yükselirse kahraman tüm yaşamını kendi dışında herkesi kurtarmakla heba edebilir, ki ben o eşikte az durmadım. 

Örtüyü daima açık tutmanın biricik yolu her birimizin ancak ve ancak kendi kendinin kahramanı olabileceğini idrak ettiğimiz andır. Putları kırmaktan sonra sırada ne var derseniz, yaşayarak görelim derim. Zira hala ormandayım.

Harika bir hafta olsun!

* Yunus Peygamber'in duası






21 Nisan 2024 Pazar

SUNDAY MOOD

 

İyi Pazarlar,

Takvimler iki bin sekiz, Konya'ya ilk gidişim, Tomurcuk ve Sevecen serisinin Türkçeleştirilmesine dair tohumların atıldığı, Ahmet'le ( eski yazılarımdan onu Sir olarak bilirsiniz ) tanışıp, adım adım İstanbul gezdiğimiz, kederden ölünmediğini anlayıp ve İstanbullu oluşumla helalleştiğim vakitler.

O yıl öyle çok şey oldu ki, aslında hiç  hatırlamasam daha iyi diye geçiyor gönlümden, zira gönlüm de yaş aldı ve yük kapasitesi doldu taştı.

Hayatın alma verme dengesinin ispatıdır iki bin sekiz. Öyle ki eski sevgilimden kalan hayal kırıklıkları hala ayak tabanımda cam kırığı efekti yaparken,  İstanbul kucağıma bırakılmış nur topu gibi bir bebekti. Bebeği beslemeli, onun taptaze enerjisinden kana kana içmeliydim. Öyle de yaptım.

Ahmet eşsiz bir keşif arkadaşıydı ve biz ikimiz öğrendiği her şey karşısında çocukça heyecanlanan iki yetişkin olarak sanki yaşadığımız kenti değil, kendimizi keşfediyor, adeta zamandan zamana seksek oynayarak şehrin mistik rüzgarında savruluyorduk. Pazartesi'den Cuma'ya değildi artık günler, Cumartesi ve Pazar vardı yaşamımızda; buluşup, belirlediğimiz rotayı adım adım gezdiğimiz iki gün.

Şehirlerin ancak yürüyerek sevilebileceğini Londra'da öğrenmiştim. Tıpkı kağıt toplayan çocuklar ve kediler gibi olmalıydım. Zenginler kentin parlatılmış, modaya uygun tasarlanmış yerlerinde en özel manzarayı seyrettiklerini, en leziz yemekleri yediklerini düşünürken, Ahmet ve ben İstanbul sokaklarının sadece kalple görülebilen hazinelerine kavuşmuş, kente açıl susam açıl demiştik bir kere. Ve en zarif haliyle kapılarını açmıştı kentlerin kraliçesi.

Apollo Tapınağı'nı bilirsiniz ya da duymuşsunuzdur. Ana kapının girişinde altın harflerle Gnothi Seauton, "kendini bil" yazar. O yıl şehri bilmeye çalışırken, kendimi tanımadığımı farketmiştim. 

Kendini bilmeye cesaret edemeyenlerin kaçışı değil miydi seyahatler?

İstanbul bana kapılarını açtığında insanın sadece insana değil bir mevsime, kokuya, manzaraya, hatta kente de aşık olabileceğini anladım. Olan olmuştu, artık nereye gidersem gideyim hep İstanbullu, İstanbul aşığı olacaktım. 

İki bin sekiz bir sevgiliden paçayı kurtarıp, diğerine kolu kaptırdığım yıl oldu kişisel tarihimde.

Bugün Kandilli özleyerek uyanınca Göksu, Küçüksu, Kandilli rotasına ne kadar düşkün olduğumu anımsadım. Hele de erguvan zamanı... Hani bir kadının en güzel yaşları vardır ya, işte İstanbul'un da en çekici mevsimidir Nisan. Tazeciktir, boğazın mavisine eğilen erguvan çiçekleriyle yeni gelin gibidir. Bu şehirde doğmuş ne kadar sultan, kraliçe varsa hepsi en güzel elbiseleriyle inerler suyun kıyısına. Görmek isteyen herkese açılır hayal etmenin kapıları. Kimi çekerse canınız o oturur yanınıza. Eğer Hürrem'le bir Türk Kahvesi içmek isterseniz ne ala! Mümkündür. Theodora'nın yaşamını kurtardığı kadınları ziyaret etmek ve işledikleri muhteşem kumaşları mı görmek istiyorsunuz? Hay hay, olur tabii. Adile Sultan ve onun asaletiyle yetişen cıvıl cıvıl genç kızlar mı gelsin masanıza? Daha kimler kimler...

Göksu'da mesire yerine serilmiş örtüler ve eşsiz kumaşlardan dikilmiş elbiseleriyle salınan kadınlar... Onların güzelliğine gölge düşürmekten çekinen binbir çiçek! Kayıklar, ah hele ayışığı olursa ufacık koylara doluşan sazlar, bülbüller...

Diyorum ya insana abayı yakmakla, bir şehre vurulmak neredeyse aynı şey. Ben her bahar Kandilli düşünürüm. Nisan demek boğaz demektir. Buz gibi esintide içiniz titreyerek ceketinize sarılmak ve gözlerinizi kapatmak. Tek yapmanız gereken sıçramak istediğiniz yılları düşünmek. Gerisi gelecektir. Zamanda sek sek oynamaksa neşenizi yerine getirecek olan, kentlerin kraliçesi eteğini toplar ve size muhteşem bir oyun arkadaşı olur!

İstanbul için erguvan zamanı olduğunu hatırlatmak istedim. 




20 Nisan 2024 Cumartesi

YAŞADIM, ANLADIM, İMZA

Selma ve Eif'e...

Bu nefis Nisan yağmuruna eşlik eden lezzetli kahvemin sponsorlarına.


 

Banka, devlet dairesi, tapu ve noter gibi kurumlarda hepimiz defalarca imzalamışızdır bu kağıtlardan. İmzalamaya imzalamışızdır da sahiden herhangi birini okuduk, anladık mı?  Sanmıyorum. Sadece o an süregelen işlemler hızlıca bitsin diye yarım yamalak bakıp imzayı çakmışızdır. Yalan yok, ben hep böyle yaptım; okumadım, okuduysam bile anlamadım, hatta bazen yanımdakine dönüp "bi okur musun" bile dedim. Ama günün sonunda altına imzayı atan bendim.

Yaşam boyu ortaya koyduğumuz tavır da bu üzerinde durmaya değmezmiş gibi görünen onlarca kağıda verdiğimiz tepkiyle neredeyse birebir aynı. Okuyor, anlamıyor, yaşıyor, pay çıkartmıyor fakat yine de altına imzalarımızı atıyor, ben buradaydım, bütün bunlara rızam vardı diyoruz. Saçmalığın daniskası olsa da gerçek bu!

Gezegendeki pek çok ruh ellerinden gelseydi eminim birilerine döner ve "benim için yaşar mısın lütfen?" derlerdi. Çünkü kendi hayatımızın, bize bu beden ve bu bilinçte verilen tek şansımızın sorumluluğunu almaktan afedersiniz it gibi korkuyoruz. Neredeyse tüm yaşamı korkularımız ve o korkuları yüreğimize salanlar yönetiyor. Bize alttan alttan bazen de aleni olarak şu mesajlar veriliyor: aç kalırsın, yalnız kalırsın, kabul görmezsin, silinip gidersin, evsiz, aşksız, çocuksuz, dostsuz olursun..... 

Seç, beğen senin olsun. İster misin? Elbette istemezsin. Zaten şükürler olsun ki tek seçeneğimiz bu değil..

Ormanda öğrendiğim en güzel şey ne biliyor musun? Şu hayatta seçmen gereken tek şey kendinsin. Senin isteklerin, arzuların, hayallerin. İnsan ne istediğinden emin olduğunda onu kimse korkutamıyor. Korkunun bizi ele geçiremediği tek yer ne istediğimize karar verdiğimiz yer. Herkes beden ödüyor, tüm canlılık yaşamın getirdikleriyle yüzleşiyor ve insan bundan muaf değil. Unutma ki hayatın kışından bir sıcak soba uğruna kaçmak, beraberinde baharın coşkusunu da silip süpürüyor. Sonsuz güzellikteki bahara kavuşmanın, ılık esen, yakmayan ve üşütmeyen rüzgarın, onun taşıdığı binbir çiçek kokusunun hazzını alabilmenin bedeli üşümek. Üşümek, sobalı evden çıkmak demek. Al ceketini, konfor alanından çık! Sen çık ki seni hareketsiz bırakan sözde canavarlar da yatağın altından çıksın!

Hepiniz duymuşsunuzdur annem evlen dedi evlendim, babam doktor ol dedi oldum, kocam çalışma dedi, çocuklarımı büyüttüm.... Etrafımızdaki hemen hemen herkesin üzerine kuluçkaya yattığı en az bir tane hazin öyküsü vardır. Benim de var. sanırım ilk adım hazin veya değil, öğretilmiş öyküyü bırakmak. Ne olduysa oldu, korktun, zayıftın veya manipüle edilmiştin. Önemi yok. Şimdi ne oluyor? Bundan sonra neler olacak? Artık kendin yazacak ve okuyacak mısın hayatını, anlayacak, yaşadıklarına anlam yüklemeden seyredecek ve olduğun yerden memnuniyet duyacak mısın?

Hepimiz gideceğiz. Musalla taşlarına uzanmış bedenlerimiz de bu yaşamdan geçtiğimize dair imzalarımız olacak. Soru şu ki yaşamış, anlamış ve imzalamış mı olacağız yoksa korku dolu konforlu bir yaşamda konuk oyuncu olmuş ve şurayı imzalayın lütfen denilen yere kefeni serecek miyiz? Bu bir seçim. Yazılana eyvallah demek veya oturup yazmak bir seçim ve her seçim gibi getirdikleri, götürdükleri var. 

Elli yaş insanın etrafından değil, kendinden hesap sorma yaşı olmalı.Bende öyle oldu. Düz çizgiler çizdiğimiz defter çoktan tarihe karıştı. Artık ne emekliyoruz, ne de heceliyoruz. Burası istediğini giyme, ne diliyorsan onu yeme içme yeri. Korksak da korkmasak da olması gereken olacak. O kış gelecek, o parmaklar üşüyecek. Ama sonrası vallahi de bahar billahi de bahar. 

Ben bu kışa nasıl dayandım biliyor musunuz? Ben görsem de görmesem de o baharın geleceğinden emin olarak. İşte geldi. Şimdi kendime diyorum ki yaşa Elvan, kışı yaşadın, baharı da yaşa. Kendi öykünü yaz. İmzala.






16 Nisan 2024 Salı

NO SURPRISES*

 

16:19 Şimdi geldim, kahvemi koydum- ki bu saatte pek içmem ama sabah fırlamam gerekince evden şu ana kaldı-, ama bu Selma'nın yolladığı değil. Kargo geldiğinde evde değildim, sabah gidip alacağım:)

Hatta sabah gidip benim erguvana da bi bakacağım:) Özledim onu. Malum senede birkaç haftamız var.

Dün dayım bütün gün hastanedeydi. Ben mi? Evde manyak gibi temizlik yaptım. Öyle ki ev şok, ben şok!!

Temiz ev çok özlüyorum, zira anamın evi her daim pırıl pırıldı. Hep diyorum ya, pislik içinde yaşamıyorum elbette ama o aşırı temiz ev benim evim değil. Kime ne ya? Ev benim, hayat benim.

Biraz sonra yoga yapacağım. Matımı çok özledim.  Sürprizsiz hayatımı özledim.... Bugün zordu, daha da zorları kapının önünde onu anladım. Dayımın saat sabah sekizde "nerdesin?" diyen sesine, henüz kahvaltı etmesinin sevinci eklenmişti ki, öğle olmadan teyzemin acilden hastaneye girişiyle tüm kuzenler alarma geçtik. Gülüyorum ama bu öyle delirme gibi bişi değil, ilk kez kendimi alnımdan öpemeyişime üzülüyorum. Aynada denedim, olmadı. 

Neden?

Çünkü arabamı ustaya götürmeyi ve direksiyon dersimi ertelemedim. Ben Elvan, ilk kez öfkeyle değil, doğru düzgün öncelik listesi yaparak kendimi çiğnetmeden de servis verebileceğimi gördüm. 

Ne oluyor biliyor musunuz, değerini içeriden belirliyorum. Tamam fiziken yapamıyor olabilirim ama hayal ediyorum; kafamı ellerimin arasına alıp alnıma bir öpücük konduruyor ve "aslansın!" diyorum. İşte özlenen şefkatli dinginlik. Allahım nolur nolur kalsın! Allahım bu hal bende kalsın, benim olsun!

İçim çok sevinçli. Ölümün ayak seslerine rağmen. Çünkü dayımı ellerimle besledim, çünkü dayım iyi ve arkadaşıyla kağıt oynuyor. İşte şimdi önce mata koşup, ardından yemek yapabilirim:)

Sürprizsiz, sakin, misssss


*Radiohead


15 Nisan 2024 Pazartesi

GİDECEK YERİM YOK

 

Gidecek yerim olsaydı ve gittiğim yerde söyleyecek sözüm, yazmazdım. İhtiyaç duymazdım.  Yazmak çıkmaz sokak; kaçamadığım duyguların pusuda beklediği bir çıkmaz.

Biri, hele de sevdiğim biri ölüme adım adım yaklaşırken yaşamakta zorlanıyorum. Neşelensem, güneşten, kahveden keyif alsam ayıp olurmuş gibi tutukluk yapıyor elim kolum. 

Bugün çabucak çıktım pazardan. Zaten niye gittiğimi de hiç anlamadım. Evi toparlamak belki bir nebze sakinleştirir beni, yoksa gün uzun, bilinmezi beklemek tanımsız. Yavaş yavaş eşyalarımı yıkar, Sapanca için hazırlanırım. Semra ve Mehmet'i görür, sonra dönüp kalan işlerimi yaparım. Mayıs ortalanmadan da güneye inerim inşallah. Yüzmekten başka motivasyonum yok.

Bugün çok güzel limonlar aldım pazardan. Sanırım sarı renk beni mutlu ediyor. Bi de limonun dış kabuğunu ile meyvanın sulu kısmı arasında kalan beyaz bölümü çok seviyorum. Biraz sonra limonu güzelce doğrayıp, azıcık tuz serperek yemeyi planlıyorum. Sonra mı? Dedim ya eve sardıracağım, yoksa bu bekleyişle yenişmem imkansız. 

Gidecek yerim yok. Kalbim her acıdığında yersiz ve yurtsuzum.

14 Nisan 2024 Pazar

HUZUR İÇİNDE ÖLMEK

 

Babam ölürken annem otuz yaşındaydı. Babam ağrıyla inlerken, kusarken O ne hissediyordu, hissettiği şeyle nasıl başa çıkıyordu merak ediyorum. Bazen de başa çıkabilmişse eğer ancak ve ancak hisseden taraflarını kullanmayarak başarmıştır diye düşünüyorum. 

İnsan bazen beton mu dökmeli hislerine. Acaba?

Bizim aile tuhaftır. Bence aile denilen şey külliyen tuhaftır, zira insan tuhaftır. İtiraz? Yok değil mi? Çünkü ben de tuhafım, sende. İşin temelinde yatan nedir dersen, hayatı kendi üzerimizden değil de başkalarının yapıp ettiklerinden okumaya çok teşneyiz. Oysa ilk okunacak kitap insanın kendisi olmalı. Kendim dediğimiz şeyin kullanım kılavuzunu oluşturmadan, onu birkaç dile çevirip kuytu köşe anlamadan başkalarıyla yakınlaşmak ne mümkün?

Benim sorunum fazla düşünmek. Bazen o kadar ipin ucu kaçıyor ki, düşünmekten, kafamın içinde yazıp çizmekten yaşayamıyorum. Zihnim almış sazı eline kendi çalıp kendi oynarken, hayat yoldan geçen arabalar gibi akıyor yanımdan.

Bugün on dört Nisan Pazar. Dün hayatımın direksiyonundaydım, kısmetse bugün de niyetim aynı. Çünkü kendini yönetme becerisine kavuşmadan içsel neşesini bulamıyor insan. Oysa sahici bir ölüm anı istiyorsak gerçek bir yaşamdan geçmek gerekmez mi?

Acı, hastalık, keder yaşamın deneyimleridir. Pozitif düşünerek, evrene "iyiyim, harikayım" gibi salak saçma sözler göndererek içinde olduğumuz gerçeklikten kaçamayız. Bu düpedüz yalancılık olur. Yapılacak şey basittir. Basit ve dikkat gerektiren şey şu: anın içinde dur. İzin ver hissettiğin şeye. Sadece bak, his bedeninde nerede? Hangi hatıranla eşleşiyor? Orada ne hatırlıyorsun? Bütün bunlardan sonra da o hissi ve getirdiği her şeyi bırak!

Ne acıyı, ne de sevinci tutamayız. Duygulara tutunamayız. Yaşarız ve devam ederiz. Sidharta'da Hesse bize tam olarak bunu anlatır; nehrin kıyısındaki güzel kızı unut ve devam et!

Hayatın ortalık yerinde, elli yaşımda ve ormanın en derininde tek öğrendiğim bu oldu: yaşamakta olduğun deneyimden kaçamazsın! Dönüp dolaşıp geleceğin yer kendinsin. İşte bu yüzden hisler dondurulamaz, yaşamın akışı, ritmi bizim arzumuza göre değişemez. Biz spontan olmalı, biz değişen duygu durumlarına hızlıca uyum sağlamalıyız. Üzülüyor muyuz? Ağla. Sevinçli miyiz? Dans et, şarkı söyle. Kısacası neyse gelen his, içine çekildiğin olaylar silsilesi yaşa, yaşa fakat seni ele geçirmesine izin verme. Nasıl ilkokulda oynadığın piyesteki prenses değilsen, şimdi de yaşadığın olayın mağduru veya kahramanı değilsin. Birkaç saat, birkaç gün veya ay için giyindiğin duyguyu, yaşadığın olayları sen sanma. Yüzlerce insanlık kostümünden biriydi o. Çıkart, gitsin.

Ben şimdilerde babamın içimde upuzun yatan hastalığını, beni yerden yere vuran gidişini, kaldıramadığım cenazesini ve ondan bana kalan terk edilme korkularımı öpüp okşuyorum. İyi miyim? Aslında hem evet, hem de hayır. Nihayet içimde ağlaya inleye dolaşan yersiz yurtsuz kız çocuğuna eğer arzu ederse benimle yaşayabileceğini, ona göz kulak olabileceğimi söylüyorum. İnşallah inanır da yerini bulur garibim.

Huzur içinde ölmemim tek yolu huzur içinde yaşamam. Elli yaşımda araba sürmeyi öğreniyor, kendime analık babalık ediyorum. Canımdan çok sevdiğim kardeşimin üstüne çullanmadan, Onu uzaktan sevmeyi öğreniyorum. Ağaçlarla konuşuyor, damdaki kediyi besliyorum. ben deli miyim? Yok elbette değilim, fakat tuhafım. Benim bütün ailem tuhaf, seninkiler? Elbette onlar da:))

Anlayacağın kendini oku, her an seyret. ne yapıyor, nasıl tepkiler veriyorsun? Hangi duyguna tutunup, yaşamak yerine yaşayanları izliyorsun? Yapma tatlım, gel yaşayalım:)







12 Nisan 2024 Cuma

BAYRAMIN SON GÜNÜ GELMİŞ, HOŞGELMİŞ.

 


Günaydın,

Çok şükür kıymetli bayramın sonuna geldik. Eğer bugünü de hayırla uğurla atlatırsak, Haziran'a kadar rahatız. 

Bayram boyunca bizim buralarda hava güzeldi, ama insan ilişkileri zordu. Dolayısıyla ilişkilenmediğim bir noktada kalmayı tercih ettim. Yani az insanla görüşüp, o zamalarda da mümkün olduğunca  havadan sudan konuşmalar yaptım. Ancak rüyalarım feci. İnsan kendi rüyasından korkar mı? Ben korkuyorum. Dün gece dolaştığım evlerin kasvetini görseydiniz, ruh durumum için en az benim kadar endişe ederdiniz. Bi de dalgalarda köpeğini yüzdüren tuhaf kadın vardı ki, of! İnsanın ister istemez canı sıkılıyor. Fakat normal, zira dayımı ziyaret etmiştim ve onun ufak ufak azalan dengesi, keyfi elbette keyfimi kaçırıyor. Şimdi hayaller görme evresindeyiz. Baş dönmeleri ve halüsilasyonlar... 

Öte yandan Theo ve ben Bodrum için hazırlanıyoruz. Elbette gitmek istiyorum ama bakalım oldurabilecek miyiz? Orada da tıpkı İstanbul'da olduğu gibi sevenimiz de var, iyi olmamızdan pek haz etmeyenimiz de. Tek fark ortalık biraz daha basit ve sakin. Neden temelli yerleşmediğime gelince, klostrofobik! Belki araba bu algımı değiştirir. Göreceğiz:)

Hah, bayram diyordum. Çok şükür bitti sayılır. Yarın sevdiklerimizle çay kahve içip, bi de dostlarla akşam yemeği yiyerek kapatıyoruz kısmetse. Dilerim herkes bir şekilde az hasarla geçmiştir bayramdan.

sevgiler, selamlar



11 Nisan 2024 Perşembe

KENDİNİ SEÇMEK

 



Günaydın Sevgili Okur ve Günaydın Selma*,

Çok şükür bayramın birinci günü hayırla ve uğurla aramızdan ayrıldı. Geldik ikinci güne. Açıkcası düne göre daha mutlu, sakin ve kararlı hissediyorum. Neden? Dün zordu. Dün ailem kocaman bir sofrada bayramı kutlarken ben ömrümde ilk kez onlarla aynı şehirde olmama rağmen, o sofrada değildim. Ailemi, yokluğumla cezalandırmış gibi görünsem de aslında onlarsız bırakılmanın acısıyla kendimi terbiye ediyordum. Aylardır birbirimizin hayatında yoktuk, neden şimdi hiç incinmemiş, kırılmamış gibi gidip kahvaltı edecek ve bayramlaşacaktık ki? Kırılmıştım. Hem de ne kırılmak, tuzla buzdum. Beni paramparça edene dek onlara dur demedim diye kendime çok kırgındım. Velhasıl dün, bayramın ilk günüydü ve düşünüldüğü gibi kimseyi cezalandırmadım, sadece durdum, kendimi seçtim.

Yalnızlığını kabul etmiş bir adamla, annesiz büyümüş bir kadının çocuğu olarak doğmak inanın hiç kolay değil. İçimin tekbaşına bırakılmışlığıyla halleşmeye çalışırken, annesiz kalmış anneme annelik etmek beni müthiş hırpaladı. Tüm gayretimle uğraşsamda annemin eksik parçalarını tamamlayamadım, zira eksik ben değildim. Bunu gerçek anlamda idrak etmek bana yarım yüzyıla patladı. Kardeşimin de sabrını muhtemelen oralarda bir yerde taşırdım. İmkansızı kabul edemeyen bir abla... 

Egemen hep mesafe istedi benden. O kadar azdır ki kardeşim tarafından kucaklandığım, sevildiğimi hissettiğim anlar, sayabilirim. Şimdi onun arzu ettiği mesafeden deniyoruz kardeşliği. Canı sağolsun. Eyvallah.

Yazımı Küçük Emrah filmine çevirecek değilim. Çok şükür evim barkım, sağlığım yerinde. E direksiyon derslerine de başladım. Yakında o hep hayal ettiğim uzun yollara çıkıp, mutlu mesut özgürce dolaşabileceğim. Bangır bangır müzik dinleyecek ve uçacağım.

Ben Elvan Lütfiye Eti, kimseye hesap sormadan, neden niçin ile zerre kadar meşgul olmayarak kendimi seçiyorum. Rest olarak değil, küserek değil, sadece olması gereken bu olduğundan, mecburiyet ve idrakle kendimi seçiyorum.

Erguvanlarla sohbet etmeyi, bayram kahvemi onlarla içmeyi, dostlarıma layık oldukları değeri vermeyi, kendimi sevgiyle beslemeyi, iyi kılmayı ve olabildiğince yaşamla akmayı seçiyorum.

Orman çok güzel, gelsene.






* Selma'yı tanımayanlara not, kendisi gezegenin en tatlı, en halden anlayan, en teşvik edici okurudur. Yazmak için klavye başına oturmaktan kaçtığım zamanların cesaretlendirenidir. Bütün bu sebeplerden özeldir. 

9 Nisan 2024 Salı

MERHAMET

 

Günaydın,

Biraz geç bir günaydın oldu yazı alemine ama aslında ben çoktan uyandım,  aydım:) Hatta kahvemi içtim, yürüyüşe gittim falan filan.

Bu sabah konumuz merhamet. Biliyorsunuz dayım hasta. Üstelik o en sevimsiz hastalıktan. Mümkün olduğunca destek olmak ve yardım etmek için elimden gelen, aklımın yettiği ne varsa yaptım, yapıyorum. Yaşamak isteyen birinin ölüme an be an yaklaşıyor olması gerçekten çok trajik. Daha üzücü olan ise bu hikayeden kendi payımı ağır bir şekilde alıyor olmam. 

Dayım kötü biri değil. Herkes gibi kendine has huysuzlukları, doğruları ve yanlışları olan bir adam. Ortak noktamız ise yaşama sevincimizin azalmış olması ve merhametsizliğimiz.... Yanlış duymadınız merhametsiziz biz, ikimiz.

Dayım yardımsever biridir. Dışarıdan bakınca pek umursamaz gibi görünse de aslında kimseden elinden gelen yardımı esirgemez. Fakat benim onunla ilgili başka bir gözlemim daha var... İnadı ve kendine merhametsizliği. Müthiş bir müzik sevdalısıydı benim dayım. Santana, Pink Floyd gibi isimleri ondan öğrenmişimdir. Hatta blogda da yazdığım efsane bir Santana konserimiz bile var dayı yeğen. Bi de nefis yelkencidir. Konuya geç dahil olmuş ama iyi seyir yapmış bir yelkencidir. 

Ancak eşinin tekne sevmiyor oluşu, dini vecibelere aşırı kaptırıp evde müzikten bile keyif alınamayan bir ortam yaratışı ile başlayan hikayelerinde dayım kendisinden hiç beklenmeyecek bir yolda yürümeye başladı. Ardından ekonominin cilveleriyle işinden erken emekli oldu ve sanırım aşıların da yardımıyla sona doğru iyiden iyiye ivme kazandı. 

Ağır kemoterapi ile ancak bir sene verilen dayım, sıfır kemo ile bir buçuk yıla kadar uzattı ömrünü. Bazen ister istemez merak ediyorum eğer şekerden uzak durup fitoterapistlerin tavsiyeleri doğrultusunda yaşasaydı daha da fazla uzatabilir miydi zamanını? Bilmiyoruz.

Tek bildiğim özellikle son yıllarda hem yakın çevresi hem de bizzat kendi kendine aşırı merhametsiz oluşudur. Bunu itiraf etmesi de ayrı bir can acıtıcı konu... Seçimleri tüm aile tarafından eleştirildi... Madde ve mana arasında sıkıştı... Hayatın tadı diye algıladığı şey gerçekten ona zevk veriyor muydu? Hiç emin değilim.

Bütün bu gözlemler nesnellikten uzak ve külliyen hatalı da olabilir. Ama bildiğim şu ki etrafın ne yaptığını veya yapmadığını kontrol etme şansımız hiç yok. Fakat bizim kendimize be ettiğimizi kontrol şansımız hep var. İşin güzel tarafı her an bu uyanma için müsait.

Ben neden takılıyordum bu kadar merhamet işine? Neden hep gözüme batıyor insanların zalimliği? Çünkü ben, bana en büyük zarar veren asıl zalimim. Ben kendime merhamet etmediğimden dış dünyanın merhametsizliğine bu kadar takılıyorum. Kontrol gücüm olan yeri bırakıp, benim dışımda gelişene odaklanarak kurban kostümü giymek işime geliyor. 

İnsan ne manyak bir sistem!

O halde kendimize başta olmak üzere tüm canlara merhamet ettiğimiz samimi, içtenlikli bayramlara diyelim:)


8 Nisan 2024 Pazartesi

Bugün nasılım?

Ejderhalar suya girmiş, korkudan okyanusun en kuytu köşesindeki  akvaryuma saklanmış şapşal bir balık gibiyim. Ya da annesinin dokunma dediği pastanın tüm kremasını yalamış ve görünmezlik pelerini ile dayaktan yirtabilecegini sanan bir afacan!

Yok yok sabah evi,  pazarı, yemeği halledip kitapların icinde günü bitirmeye çalışan biriyim. Gozlerimi kapatayım, hızlıca geçsin bayram diye duada biri.

Güneş o kadar güzel ki... Üç kahve içmiş olmasam, bu muhteşem akşamüzeri ışığı şerefine bir tane daha içerdim.  

Bugün güneş tutulması, yeryüzüne insan tutuşması olarak inecek dediler. O yüzden saklandım. Bulasmayayim kimseye istedim. Kircililar'in iki romanı bitti. Şimdi elimde Solstad var, yeni başladım. Bugün yarın biter, ufacık zaten. 

Akşam ne izlesem acaba? 

6 Nisan 2024 Cumartesi

NİSAN 2024

 

Günaydın,

Haftalardır tarihleri karıştırarak yaşıyordum ama nihayet Mart ayının bitişiyle birlikte içinde olduğum günün farkındayım. Çok şükür bugün günlerden altı Nisan!

Dün aylar sonra ilk kez çok güzel uyudum. Uzun zamandır gerçekten uyumakla bayılmak arasındaki farkı ayıramayacak kadar teslim olmuştum parça pinçik uykulara. Sanırım doğada olmanın, baharla gelen kokuların insan bedenindeki gevşemeye büyük katkısı var.

Evimde olmak, yemek pişirmek, sokaktaki kedilere bakmak, erguvanları izlemek, parkta kitap okumak ve evdeki arkadaşla zaman geçirmek iyi geldi. Aslında bir önceki gün de çok güzeldi. Dayım çağırmıştı. Sabah erkenden banyomu yapıp gittim. Onunla ilgilendim biraz, sonra berberi geldi, traş oldu ve uyudu. Uyuttum. Ne garip değil mi? Kim derdi ki ben dayımı uyutacağım? Hani şu "... ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken... "gibi. Hayat... Sonra Ela'ya gittim. İlgisi, sevgisi, samimiyeti gerçekten ruhumu sakinleştirdi.... Hafiflemiş, sakinleşmiş ve minnet dolu ayrıldım Ela'dan. Sürekli birilerini sarıp sarmalamaya çalışırken buna benim de en az onlar kadar ihtiyacım olduğunu unutuyorum. Bir daha buraya düşmek istemiyorum.

Yalnızlığımı kabullendim ben. Hatta içinde keyifli olduğumu da fark ettim. Sadece sevdiğim ve seçtiğim insanlarla sosyalleşmek bana fazlasıyla yetiyor. Büyük sofralar, bir günde üç kişiyle buluşmalar bitmiş. Burası, şimdi içinde durduğum yer, susmak, kuşu böceği, rüzgarı dinlemek noktası. En sevdiğim şeyi yemek, en istediğim anda uyumak ve doya doya okumak sosyalleşmekten daha iyi geliyor.

İnsan, an gelip yalnızlığını kabul ediyor. Ama öyle boyun bükerek falan değil, pek sevdiğin biri sürpriz yapmış da onu eşikten içeri alır gibi. Galiba derinlerde bir yerde hep biliyordum hayatımın böyle olacağını. Belki de kehanete inandığımdan tam olarak onu gerçekleştirdim. Kimbilir?

Nisan'a dönersek, koskocaman bir gün var avuçlarımda okumak, yazmak ve uyumak için. Hatta uzun güzel bir yürüyüşle erguvanları seyretmeye de yeter zaman. 

Dilerim herkesin hafta sonu çok keyifli geçsin.