31 Mayıs 2021 Pazartesi

BİR DİKİLİ AĞACIM OLSUN

 


İnsanın kendi sandığı her şey bir yana, zaman zaman yüzleştiği özü diğer tarafa.... Benim işim çok zor şu hayatta. Hem köy severim, hem şehir, hem özel alan isterim hem eş dost, hem kedi severim, hem köpek... Uzar gider listem sarkacın iki ucunu anlatan seçimlerimle...

Bütün bunlar bir yana, lütfen ağaçlarım olsun benim. Uçsuz bucaksız ( çocukken öyle algılıyordum ) bir mandalina bahçesinde büyüdüm ben. Bildiğim en güzel koku nergis ve mandalina kokusuna karışan deniz kokusunun bizim eve doğru esen rüzgarla gelişidir. Dalgakıranı aşar, kavakların arasından süzülür, mandalina bahçesindeki kokuları sırtlanır  ve balkon kapısından süzülüp sehpadaki nergisleri de kucaklayarak bana ulaşırdı.

Sanırım bu kokudan başka hiçbir koku beni mutlu etmeye yetemedi. 

Bu sabah hayalimdeki zeytinlikte geziyordum. hayal ettim; kendi baktığım bir zeytinliğin zeytini ile kahvaltı etmek nasıl olurdu acaba? Düşündüm. Bahçenin sınırına diktiğim kavaklara baktım. On iki kavak. Bütün kalbimle dikili ağacım, ağaçlarım olsun dedim içimden. Benim şu Dünya'da bir dikili ağacım olsun!

Örtüye serdiğim incirlerim olsun, Kavanozlara bastığım keçi peynirim. Asmanın altında içtiğim sabah kahvem, sobaya atmak için kenara yığdığım odunum olsun. Elbette en önemlisi bunlarla mutlu olmayı hatırlayacak kadar açılsın gözlerim, kalksın perdeler. 

Ben bu sabah bütün bunları içimden, derinlerden diledim.





30 Mayıs 2021 Pazar

PARANIN CİNLERİ

 




"...Bende derin, sızılı bir izi kalan  belki de ilk sevdam o geyiğedir. Demek sevda o denli bağlamış ki gözlerimi, canlısıyla, ölüsünü ayırt edememişim. Zaten sevda dedikleri böylesine bir körlük olmasaydı eğer, doğruluğu nerede kalırdı onun?"

                                                                                                      Paranın Cinleri...


Murathan Mungan aldım elime. Şairin Romanı'ndan sonra geri sardırarak okuduğum, dilini, duygusuna hakimiyetini, derinliğini, yarasını yalamanın suyunu çıkartmayışını sevdiğim Murathan Mungan. Ne çok duygu var anlattıklarında ve  ne çok kendisi...  Bütün bu kelimeleri nasıl olup da ard arda dizebildiğine şaşırıyorum. İstanbul gibi gürültüsü bol bir şehirde iç sesini, öykülerinin fısıltısını nasıl duyabildiğini öyle merak ediyorum ki.. Geçici yol arkadaşlarından kalan onca yaradan nasıl olup da sağ kurtulabildiğini bilmek istiyorum.

Paranın Cinleri'ni özlemişim. Onun Mardin'den çıkan ve kendi anlatımıyla orada başlayan, orada süren ve orada biten hayatını dinlemeyi özlemişim. İçsel yolculuklarını bir kenti anlatır gibi iklimiyle, topoğrafyasıyla tanımlamasını özlemişim.

"Orada doğdum, orada büyüdüm, orada öldüm" diyor ya ata toprağı için. Haklı. Çünkü hayat aslında tek bir yuvada tamamlanan binlerce doğmak ve tekrar tekrar ölmekten ibaret. Kimsenin bir kenti ardında bırakabildiği falan da yok. Hiç kimsenin çocukluğun saf ve ılık sularından derin ve soğuk okyanuslara atlamak isteği de yok aslında. Her birimiz seyahatlerden, büyük denizlerden bahsediyoruz bahsetmesine ama çoğumuz sadece konuşuyoruz. O bavullar asla toplanmıyor, ilk yuvamızın kapısını açıp dışarı çıkacak cesaret asla yüreğimizde çoğalmıyor.

Murathan Mungan okurken, Jeanette Winterson okuduğumda hissettiğimi hissediyorum; gözlerimden içeri giren kelimeler doğruca kalbime iniyor ve orada tüm kapılar tıpkı bir kelebeğin kanat çırpışı gibi, efil efil bir rüzgarla açılıp açılıp kapanmaya, bildiğim tüm pencerelerin perdeleri uçuşmaya başlıyor.  Rüzgar, yüreğimde başka kelimeleri tutuşturup, onlarda yankı bulup, kollarımdaki damarlar boyunca süzüle süzüle parmak uçlarıma ulaşıyor. Klavyedeki eller her ne kadar benimse de, kelimelerime ruh üfleyen kalbime sokulan yazarın kendisi, onun ruhumu güçlendiren sahiciliği oluyor. Buna yazmak mı denir? Bence daha çok esrime, sayıklama, kabından taşma hali olabilir.

Bu hafta çok zordu. Kapıma gelen hatalar, durmadan tekrarladığım yanlışlar beni çok yordu. Artık eskiye dair "hiç kimseye", hiçbir duygu ve düşünceye aralık kapım yok! Yepyeni kelimeleri olmayan ve kendini tekrarlayan bir eskiyi kendi haline bırakmaya o kadar hazırım ki, o kadar başka çarem yok ki. Bu kadar olur.

Bir yazı nesnesi değil yaşanmışlıklarım ama yazdığımda, onları gördüğümde huzur bulduklarını hissediyorum. Biliyorum, ben anlatmasam da bilecek insanlar mandalinanın cıvıl cıvıl turuncusunu, denizin mavisini, bir kedinin yumuşacık tüylerini, sevmeye cesareti olmayana harcanan hayatın öfkesini... Eski bir davanın durup durup hortlayan ve duvarları geçerek huzur kaçıran gölgesini. 

Bilinsin diye mi yazıyorum? Sanmam, cinler, bütün mesele cinler olmalı. Bana her defasında aynı çemberde kıvranmam için sadece benim yoluma şeker, çikolata saçar gibi umut, körlük ve yalnızlık korkusu serpen cinler!

Bu hafta zordu, eskinin ezberlenmiş haline sabrımın sonuydu. Cinlere döktüğüm son kurşundu.


* Fotoğraf Ahmet Er, İstanbul Surları, Haliç


28 Mayıs 2021 Cuma

HEZEYAN AYI

 

Birkaç yıl önce Bodrum'a gittiğimde hiç tanımadığım iki kadın çarşının ortasında benimle karşılaşınca, hortlak görmüş gibi oldular ve biri diğerine dedi ki "Ya bunun ne işi var burada?" O cümledeki "bu" bendim:)) 

Bir an için şu dünyada en sevdiğim toprak parçasında istenmediğimi, sevilmediğimi düşünüp epeyce kötü hissettim kendimi. Sonra sakinleştim, o iki kadını tanımıyordum bile! Kim bilir benim hikayemin hangi kahramanından dinlemişlerdi beni ve kimbilir hangi bölümü kızdırmıştı onları? Bilinmez.

Sonra sonra hatırladıkça çok güldüm bu tuhaf karşılaşmaya. Ne korku salmıştım yüreklere ki, hayaletim bile ödünü kopartmıştı tanışık olmadıklarımın!

Şimdilerde kırsal hayalleri kurarken, Bodrum yine kapımı çalıyor. Sevdiğim son insanlar orada nefeslenirken acaba birkaç yıl gidip yaşasak mı oralarda diye zihnimi yalayıp geçiyor olasılıklar. Biliyorum, sabahın erken saatleri dışında orası bana ait değil artık. Köyümden ayrıldığımdan beri köprünün altından çok sular geçti, farkındayım... Ama ya beni bekliyorsa Leyla abla hikayesini anlatmak için? Ya harımda toplanacak papatyalar kaldıysa? Pinar ağacım beni özlemiş midir? Mandalina kokan kış sabahları? 

Kraliçem, "anayasanı yaz" dedi bu hafta. Yazdım. İlk dört madde tamam. İmzamı da attım!

Düşüneceğim. 

24 Mayıs 2021 Pazartesi

KUTUP YILDIZIM

Varlığını bilmediğiniz bir şeyin yokluğu hissedilir mi? Öyle kayıpları, o kadar beklenmedik kopuşları var ki hayatın, yokluk, olsa olsa varlığı, bir zaman var olanı devleştiriyor. Victor benim için öyledir; varlığı beş idi, yokluğunda varlığını özlemek on beş...

Kırsala göçmekle ilgili pusulasızım, Kutup Yıldızını kaybetmiş, kerteriz almayı unutmuş bir denizciyim. Victor yaşasaydı, o benim yıldızım olurdu. Ne yöne gideceğime dair Ayışığı yollardı patikalara. Acıkınca sepetini açar üç beş kaju dökerdi avucuma... O olsaydı mutlaka başarırdım.

Şimdi pusulam kalbim, yıldızım iç sesim, varlığım sadece kendim!

Kanser oldum sandığımda eğer bu maceradan sıyırırsam Kutup dairesine gitme sözü vermiştim kendime, sözümü tuttum, gittim. Çok da sevdim oraları. Az kaldım ama sevdim. Pandemi adı altındaki şu kepazelikten yırtınca da kırsala göçeceğime dair sözüm var kendime. Ne zamandır ertelediğim, yalancı mıyım acaba diye kendime yüklendiğim sözüm.  Onu da tutacağım. Gideceğim.

Evet eksiğim.  Bilgim eksik. Görgüm eksik. Yaşanmışlığım, param ve en önemlisi yoldaşım eksik. Olsun, ben varım! Yaza çize, söyleye söyleye güçlendiriyorum kendimi. Kimsem yoksa yolumu aydınlatacak, ben kendime ışık olamaz mıyım? 

Daha önce başarmıştım. Londra'ya giderken de kimse yoktu yanımda. Ama oraya gider gitmez etrafımda birileri olmuştu. Asıl iki kişilik yolculuklarım fiyaskoydu benim. Sürekli birileriyle senkron tutturmaya çalışmak ve yarım yamalak işler peşinde koşmak ne kadar da yorucuydu.. 

Eğer insan küçük alemse, içimde bir kutup yıldızı var. Şimdi yapmam gereken tek şey parlamasına izin vermek:) Canım kardeşim Victor, Kutup Yıldızım, her nerede parlıyorsan seni çok özlediğimi bil...

SAP & SAMAN



Genelde yıl sonu yapılır muhasebe, ne kazandık ne kaybettik alt alta yazar, yılın kıymetini belirleriz. Yaşadığımız olayların işimize geldiği, kafamızda kurguladığımız şekilde geliştiği bir yıl ise iyidir, yok değilse, ne fena bir senedir yahu, iyi ki bitmiştir!

Ben bu muhasebeyi beşinci ayın sonuna yaklaşırken yapsam kime ne? 

Nefis bir yıl ( dı yok, zira sürüyor ), kafamın içinde itişip kakışan hiçbir düşünce ve istek henüz kendine alan bulamamış olsa da, aksi yönde bir akış olmayışı beni mutlu ediyor. Öncelikle hayattayım, sağlıklıyım. Kıymet verdiklerim hayatta ve sağlıklılar. Beni seven, geleceğinde görmek isteyen insanlar var. Benim sevdiğim ve büyük sofralarda oturmak istediklerim var. Kaynatılacak reçellerim, kurulacak turşularım, sıkılacak zeytinlerim var.

Bu şehirden göçme planlarım, göçtüğüm yerde beni bekleyen bir hayat ve henüz ne hissedeceğimi bilmediğim onlarca ufak tefek iş, sıkıntı, sevinç, kaygı ve deneyim... Hepsi sabırsız, hepsi kımıl kımıl geleceğimde.

Bir fırça var elimde, sabahtan akşama durmadan rengini değiştiriyorum mobilyalarımın. Bakırları kalaylatıyorum çingenelere. Babamın özene bezene aldığı Polonya porselenlerini bahçedeki masaya götürüyorum. Babaannemin manastırda işlettiği güzelim örtüyü seriyorum sofraya. Alice'in orman halkıyla çay içmesine benzeyen bir sahne var, gözlerimi kapatınca onu görüyorum. 

Bütün bu güzelliklere sahip olmak için önümdeki tek engel, artık yok. Çünkü ben muhasebemi geçen yılın sonunda yaptım. Kendime unutamayacağım bir noel armağan ettim. Çünkü ben değerliydim; tüm Dünya tersini söylese, iki üç ruh hastası hortlak gibi yoluma çıkıp canımı sıksa da ben çok kıymetliydim. Ederimi anladım sonunda, sap ile samanı savurdum havaya! Bağdat Caddesi'nin kaldırım taşlarında kaldı çocuksu kırgınlıklar.

Çok şükür, ne alacaklıyım ne de borçlu. Çok şükür sapla samanı ayırdım:)






21 Mayıs 2021 Cuma

O BİR KURUKLU YILDIZDI, KAYDI GEÇTİ....

 

Bir restaurant her mutfaktan yemek pişiyorsa pek benim tercihim olmaz. Tıpkı beş yıldızlı otellerin açık büfeleri gibidir; bir tatlı hamuru yoğurulup, farklı gıda boyaları ve meyvelerle sözde beş altı çeşit olarak sunulur ya, işte öyle. Hiç bir lokmanın özel bir lezzeti yoktur. O her şeyi pişiren mekanlarda da böyledir; ne yersem yiyeyim tadı yavan gelir bana. Oysa sokakta yemek yemeye karar verdiysem tüm pisliği ve riski göze aldıysam  ( en kaliteli yerlerin bile mutfağı genellikle Allah'a emanet malumunuz ) değmeli..

 Yoksa simit gevelersin olur biter.

Sosyal medya veya medya tarafından şişirilen, hızla popüler olan insanları da ben biraz böyle algılıyorum. Eğitiminin dışında bir işe soyunmuş, oradan bir başka şeye heves edip azıcık da ondan denemiş. Sonra bir başka işe sardırmış, sayıları günden güne artanlar... Neler neler yapmamış ki? Yaşam koçu olmuş, yoga eğitmeni, masal anlatıcı, roman yazarı, tasarımcı, yazar, anne, içerik üreticisi, pastacı, eğitimci, beslenme uzmanı... Oh oh maşallah diyeceğim ama işlerin hepsi ortalama... Hatta vasat. Alaturkalık ve yavanlık, bütün bu yarım yamalaklığın altında foyası çıkmış hüzünlü bir taşralılık*, gören göze araba farı gibi!

Editör bir dostum roman yazma heveslilerinin çoğunun, hele de parası olan sosyetik tayfanın, hikayelerini bir profesyonele anlatıp, tüm metni kargacık burgacık önlerine bırakıp, sonrada "ben yazdım" diyerek ortalıkta dolandığından bahsedince vay arkadaş dedim içimden, ne hırs var insanoğlunda, ne büyük bir boşluk var, doldur doldur bitmiyor! İçeride kendini bir kez bile alkışlayamadığından, durmadan spot ve alkış istiyor zahir!

Yani herkes görmek istediğini görüyor, kendini de görülmek istediği gibi paketleyip sunuyor.

Neyse, konumuz bu seçimi yapanlar değil. Diğer tarafta duranlar ve onların iç hesaplaşmaları. 

Çünkü ben diğer tarafı daha iyi tanıyorum. Kendimi de içine katarak diyorum ki, biz, kendini ortaya atamayanlar, yaptıkları işleri tanışıklıklarını kullanarak parlatmaktan, ışıkların altında durmaktan bir tür mahcubiyet duyanlar, büyük bir gölgenin altında yakınlaşan isimsizleriz.

Eskiden, babalarımızın zamanında da doğuştan gelen ayrıcalıklarını kullanan insanlar vardı. Ama o insanlar ayrıcalıklarının altını doldururlardı.  Ne anne babalarının ismine, ne de okullarının adına kene gibi tutunmazlardı. Üye oldukları kulüpler veya terzileri yedi mahallenin gözüne soktukları ayrıcalıklar olmadığı gibi, varoluşlarını bu keyifli ayrıntılar üzerinden anlamlandırmak gibi saçma bir tuzağa da düşmezlerdi. İyi dikilmiş bir ceketten öte manasız, hadsiz derin anlamlar yüklemezlerdi toplumsal kimliklerine  Yersiz büyüklenmeleri, inandırıcılıktan uzak tevazuları yoktu.

Sanırım benim örneğim hep o insanlar oldu. Zarife anneannem efsane bir terziydi.... Ali Güven, müthiş bir ayakkabıcı, sandalet ustası. Victor, bir doğa sevdalısı, aşçı, neyzen... Suat Yurtalan, bana göre dişi İlber Ortaylı; müthiş ressam, karşılaştırmalı edebiyat ve din tarihi konuşmaya doyamayacağınız kadın... Pelin Özer, kelimeleri giydiren, onlara karakter veren şair. Burhan Gülkan arkeoloji camiasının en donanımlı çizimcisi, eserleri mükemmel yorumlayabilecek iki üç isimden biri. Gökhan Dağdeler, elini attığı her sanat dalında ışık oyunları yaratan bir entellektüel. Erdal Alantar, müziğin resmini yapabilen insan. Adnan Semih Yazıcıoğlu Babıalli de adından sevgiyle bahsedilen olağanüstü çevirmen, Asaf Savaş Akad, ülkenin gördüğü en başarılı akademisyenlerden. Savaş Dinçer, Burhan Uygur, Ahtapotçu Eşref Amca, Fikret Hakan, Gülriz Sururi, Ali Poyrazoğlu, Ferhan Şensoy, Dursun Mutlu, Kirli Memet, Şöhret Neco, Mehmet Mestçi, Tuna Ortaylı, Rıfat Kandiyoti, Stella Penso, Burak Güven, Okan Bayülgen, Hakan Yaman, Güven Arsebük, Yaşar Yıldız, Hande Akar, Alim Ekinci, Sina Kabaağaçlı, Meyhaneci Refik, Sevin Okyay, Oya Ayman....

Bazılarını tanıyorsunuz. Ne alakası var gölgede kalmışlıkla bildiğin ünlü bu isimler diyorsunuz belki. Evet, aralarından bazı isimleri ve ortaya koyduklarını duymuşsunuz, ne güzel, ne mutlu size. Ama ne onlar ne de adını bir defa bile duymadıklarınız parlamak, sivrilmek, alkış almak adına bir şey yapmadılar. İnandıklarını, emek verdiklerini ve en kıymetlisi de kalplerinin, zihinlerinin derinlerinden süzülenleri kendilerini satmadan, ucuzlaşmadan  usulca ortaya bıraktılar. 

Tarih bu insanları hatırlayacak. Birileri yaratımlarını usul usul alkışlayacak. Tevazuları, birikimleri, kitlelerin sahteliğine, tuhaf kabul görmelere tamah etmeyişleri onları her daim parlatacak. Diğerlerinin ömrü ise ancak bir kuyruklu yıldız kadar olacak. Oysa Çoban Yıldızı öyle mi? Sen baksan da bakmasan da orada, parlak ve sakin...

* Taşralı/kasabalı: sözlük anlamı beni bağlamaz, bana göre bir hazım sorunudur ve beden dilinden tutun, en büyüğünden, en küçüğüne bütün seçimlere yansır. Şehirde doğmuş ve büyümüş olmak veya Anadolu'yu adım adım gezmekle, oralı olmakla falan alakası da yoktur. Bir tür geldiği yeri yadsıma, yadsımayı yansıtma halidir.





18 Mayıs 2021 Salı

PRENSES KAGUYA; BEDENİN ÖLÜMÜ, RUHUN DÜĞÜN DERNEĞİ






                                                                Hande'ye....

Herkes bilir benim çizgi film ve süper kahramanlara merakımı. Hem de ezelden beri. Çizgi film aşkım Tom & Jerry ile başlamıştır. Bodrum'un en havalı ve zengin ailelerinden Subaşılara çaya giderdi annem, onlar da ben oyalanayım diye iki saatlik çizgi film kasetini takar, elime de bi kase sütlaç verirlerdi sağ olsunlar. Hey gidi hey, nerden nereye.
Tabii o zamandan bu güne iyice genişledi repertuarım, çizgi filmlerden animelere, Tim Buton izlemekten, Hell Boy'a epeyce yol aldım. Bu basit dünyanın mistik, ezoterik mesajlarını, labirentlerini öyle çok sevdim ki, bazılarına açık ara kaptırdım gönlümü.

Bunlardan biri de Prenses Kaguya Masalı'dır. Bence herkes izlemeli. Hatta gelecek dönem eğitimlerimde ev ödevi yapayım Prenses Kaguya'yı.

Hande'm, sen izlemelisin bu masalı. Yaşam, aşk, varlığımızın anlamı ve bu hayattan gidişimiz öyle güzel anlatılmış ki... Hani birbirinden farklı kültürlerde ölüm ritüelleri var ya okuyup durduğumuz, işte en çok ona şaşırıyor insan, nasıl olup da hepsi ayrıntıda ayrışıp, özde aynı şeyi anlatıyorlar? Elin Budist rahibi nasıl oluyor da biliyor Tibet'in veya Meksika'nın ölü kültünü? Mısır'dan Yunan'a, Selçuklu'dan Bizans'a nasıl bir ağ var... İnsan okudukça büyüleniyor ruhun uğurlanışından. Yağlar, kokular, bir bebek gibi sarıp sarmalamalar... Ağıt ve dualar. Çiçekler, yemekler... Nedir bütün bunlar? Kederin düğüne benzediği, kefenin gelinliğe, gözyaşlarının kabule doğru aktığı o bilinmezlikte acaba neler olmaktadır?

Orada düğün var diyorlar Hande, orada bizim fani kulaklarımızın duyamadığı bir müzik, nörolojik olarak algılayamadığımız bir ışık ve eve dönmenin, kucaklanmanın sonsuz huzuru var. Dinin, inancın ne olursa olsun, hatta olmazsa da olmasın bunlar mutlaka var!
Hani biz bugün "ah!" dedik ya, ben "ah!" dedim mesajını görünce, o aslında "oh, çok şükür!" olmalı. Çünkü Aytaç Hocanın ruhu eve döndü. Fizik bedeninin acısı bitti. Evet, bir süre onu göremeyeceksin ama bugün sen de deneyimledin; ruhlarınızın bağı her daim olacak. Herkes er ya da geç bir diğerine bağlandığı iplikçiği sezecek. Ne mutlu sana sezmiş, görmüş ve kalbini açmışsın. Ne mutlu ki O da sana görünmüş. 

İnsanlar ne tuhaf. Her gün, hatta her an yüzlerce mucize olurken, hala bir mucize bekliyorlar. Mucize ne biliyor musun? Ruh tanışıklığımız. Birbirimizi görmediğimiz zamanlarda sinemaya girip tek başıma bu çizgi filmi izlemiş ve deliler gibi ağlamış olmam. Ve kızın yüzünde seni görüp, kim bilir nerede diye içimden geçirmem... Koskoca okuldan bana kalan sen, çillerin, gözlerin... 
Bugün sana, aradan geçen onca yıldan sonra sevdiğin birini kaybettiğinde bu masalı önerebiliyor olmam ne ilginç... Söylesene zaman sahiden var mı? Mucize denilen ne ola?

Aytaç Hoca bu gece düğün dernekte Hande'm, hakikatin kollarında. İnsan bedenini bırakmış, hafiflemiş olmanın keyfinde. Oradan mutlaka sana kokular, renkler, mektuplar, mesajlar gönderecek. Tıpkı giderken haber ettiği gibi. ben buna inanmayı seçmiyorum, bunu hissediyorum. varsın yedi mahalle deli desin:)

Bizi tanıştırdığın, birbirimizden haberdar ettiğin, adımı ona duyurduğun, adını bana duyurduğun için sağol, varol. Nice insan bilirim ruhunu ruhuma yakın kılmamış, gözlerini sözlerini esirgemiş... Sözde tanış... 
Diyeceğim o ki acını hafifletir mi bilmem ama düşün ki öpüverdim güzel ruhundan. Bi de sıkıca sarıldım.

Sabır dilerim kardeşim...

KENDİNE İYİ BAK, DENMEZ, SAÇMA...

 


Londra havasına uyandık bugün... İçimden bir şey koptu gitti geçmişe. Ağzıma eden kaseti hatırladım; "Elbette!" Candan Erçetin. Aşkın Nur Yengi'nin "Sevgiliye" ve Zuhal Olcay'ın "Küçük Bir Öykü Bu" albümlerinden sonra en çok dinlediğim, her dinlediğimde ağladığım albüm... Egemen'in hediyesiydi. Havalimanına giderken vermişti. Pek de bilmediğim bir sanatçıydı, aldım attım çantaya. Ne zor bir ayrılıktı... Of! Neredeyse vazgeçiyordum! Umurumda değildi uzaklar, çok korkuyordum, hemen evime dönmek istiyordum. Hem neden gidiyordum?!

Korka korka indiğim Londra bana öyle iyi gelmişti ki, birkaç günde evi unutmuş, kendimi bu sihirli şehre kaptırmıştım. Tiyatrolar, kitapçılar, birbirinde lezzetli kahveler ve sonsuz bir estetik, tarifsiz bir huzur vardı bu ülkede. 

Benimkinde niçin yoktu....

Hayatımda ilk kez yalnız değildim, tek başıma olmayı, kendimi seçmiştim.

Güne bir sandığım üzerinde kahvemi içerek ve bahçedeki mavi çiçekleri izleyerek başlıyordum. Londra hayaletlerin, perilerin şehriydi. İstanbul gibi gizemini perde perde saklamıyor, ulu orta döküp saçıyordu. Nehrin kıyısını keşfettiğimde ne sevinmiştim. Evime benziyordu iki yakayı ayıran nehir. 

Ve bu albüm... Ne kadar ağlatmıştı beni. Defalarca yazdım biliyorum ama o insanın içinden fışkıran gözyaşları öyle yakıcı bir şey ki, unutulmuyor... Kendime iyi bakmayı Londra'da öğrendim ben. Kendime softa kurmayı, ruhumu hoş tutmayı, zihnimi beslemeyi...Elvan için yaşamayı.

Bazen taşrada bir hayat hayal ederken ne kadar dürüstüm düşünüyorum... Çünkü 1990'ların Bodrum'unda ne kadar mutluysam, Londra'da da en az o kadar mutluydum! İçimde bir şehirli, bir de köylü vardı. Nereye giderse gitsin, öbür yarısı evsizdi ruhumun...

Şu mis gibi bir Londra sabahı kokan İstanbul'da her an, kendine iyi bakmak daha da zorlaşsa da, vazgeçmeyeceğim... 

Size de aynısını tavsiye ederim; kendinizi seçin, vazgeçmeyin.



16 Mayıs 2021 Pazar

PERDESİZ



 

Şimdi şimdi anlıyorum, hatırlıyorum; kabir azabı olarak tanımlanan şey, aslında dünya alemindeki aymazlığımızdan, derin uykumuzdan, ışık geçirmez perdemizden, gafletten başka bir şey değil. Peki azabın bittiği, temizlendiğimiz ve cennete kabul edildiğimiz yer? Orası neresi?

Cennet ve cehennem imgelemleri gibi, her birimizin kabir azabı ve azabın sona erip, cennete süzüldüğümüz eşikleri tamamen farklı olmalı... Çünkü herkesin tekamül yolculuğu, ruhsal deneyimleri, varlığıyla kurduğu ilişki bambaşka...

Ben sadece kendi serüvenimi, arada bir uykumu bölen uyanışlarımı, hatırlayışlarımı anlatabilirim. Peki sen? Sen bana ne anlatırsın sevgili okur? Senin kabir azabın nedir? Seni zaman zaman uyandıran nedir?

İlkokul yıllığındaki fotoğrafım nedense birinci sınıfta çekilmiş bir fotoğraftır. O sene zaten tüm aile için zor bir yıldı ve ne okulun mezuniyet balosuna gitmiştim, ne de herhangi bir eğlenceden zevk almıştım. Biz; annem, kardeşi ve ben, henüz kederli ve zor yolculuğumuza uyum sağlayamamıştık. Gülüşümüz yüzümüzde donmuş, ihtiyaçlarımızı gani gani karşılayan babamız ölmüştü. Derin bir yoksunluk, tarifi tanımlara aykırı bir yoksulluk içindeydik. Küçücük bir sandalda tek kürekle yol alıyorduk sanki, henüz ufukta bir kara parçası yoktu.

Okul yıllığından aklımda kalanlar: Sevgi, barış, öğretmenim. Bunlar kıymetlilerim. En sevdiğim ailem. Olmak istediğim, araştırmacı. Lakabım Çilli Horoz.

Hala en kıymetlilerim ve en sevdiklerim değişmedi. Barışçıl kalmak çabam, sevgiyi arayışım ve öğretmenlerime saygım olsa olsa artmıştır. Sevgi tanımımda ise çember genişledi elbette;  sevdiklerime ruhsal ailemi, yolumun kesiştiği dostları, arkadaşları da ekledim. Olmak istediğime gelince... Hep çok kurcalayan bir çocuktum. Velhasıl araştırmacı bir kimliğim hep oldu. Arkeoloji okumak ve sonrasındaki içsel arayışlarım hep bu yüzden değil mi?Burnumu olur olmaz işlere sokmam başka nasıl açıklanabilir?

Çiller mi? Çil mil kalmadı yüzümde. Fazıl diye dandik bir çil giderici krem vardı eskiden, aranızda hatırlayan var mıdır? İşte benim çilleri o alıp götürdü... Çünkü güneşin bana zarar verdiğini söylemişti  doktorlar, olası bir kanserden koruyorlardı beni. Zaten anneannem de pek seviyordu bembeyaz tenimi, "konak güzeli", "biricik akça pakça torunum" diye methiyeler düzüyordu beyazlığıma. Demek ki güneşe çıkmamakla iyi ediyordum. Varsın Fazıl'ın olsundu çillerim.

Niye sabah sabah bu birbiriyle alakasız görünen şeyleri yazdım biliyor musunuz? Çünkü alakalı, çünkü ben de herkes gibi zaman yolcusuyum! Kendi kehanetlerimin şifrelerini çözüyorum. Daha ufacık bir çocukken araladığım perdeyi sonuna kadar açmak için sabırsızlanıyorum!

Çok iyi biliyorum ki, o perdeyi açtığım an kabir azabım bitecek! İnsanın cenneti, kabir azabının bitişi gaflet uykusundan uyanmasıdır. Cennet buradadır, cennet sadece perdenin ardındadır. Cennet uyananlar, kodu çözenler, zaman ve mekanın illüzyonunu çözenler için şuracıkta beklemektedir.

Peki ne oldu da o perde kımıldamaya başladı? Şöyle ki, bundan birkaç sene evvel çocukluğumu masaya yatırdım. Yanına anamın, babamın ve onların anasının babasının çocukluğunu da yatırdım. Başladım saçlarını okşamaya. Ben sordum, onlar anlattı. Günlerce, haftalarca, aylarca hep birlikte yaşadık. Korkularımızı, yanlış kodlarımızı, neşemizi, kederimizi konuştuk. Sonunda anladım ki, tüm yazılımım onlardan, onlarınki de "bir"den!

O halde aradığım her şey Hansel ve Gretel' in ufalanmış ekmekleri gibiydi; geçmiş ve gelecek içimde duruyordu. Hatırlanmayı bekliyordu! Benim tek yapmam gereken uyanık olmak ve perdeyi kenara çekmekti! İstediğim tarafa yürüyebilir, istediğim her ayrıntıyı hatırlayabilirdim.

Öyle yaptım. Güneşin dostum olduğunu anladım, hatırladım! Yıllarca kendimi koruduğum kalın yağ tabakamın kullanmayı bilmediğim bir silaha benzediğini fark ettim. Evet, etten, kemikten ve yağdan bir koruma kalkanım vardı ama asıl korunmasız kalan içimdi! Ruhum aç, sefil ve besinsizdi. Bu defa o yağları şifa niyetine yutmaya başladım. oburlukla değil, keyifle pişirdim yemeklerimi. Nasıl büyük bir paradoks değil mi? Elimde bir tüfek varmış, ben onu balta niyetine kullanıyormuşum:)) Elbette amaca hizmet etmediğinde de kendimi başarısız addediyormuşum!!!! Yüz kilo oluyormuşum da yine de kendimi koruyamıyor, gücümü elime alamıyormuşum!

Cesaret denilen şey korkusuzluk falan değil ki, cesaret denilen tamamen bir farkındalık. Korkuyu beslemeden uyanık kalma hali. Zihnin, bedenin ve ruhun yolculuğunu kucaklama, perdeyi kenara çekme durumu.

Sonuç olarak ben aslında bir perdesizmişim! Her kul gibi doğduğum an önüme serilmiş gerçeklik fakat yine her kul gibi ışıktan ve koşulsuz sevgiden gözlerim kamaşınca perdeyi çekip, kabir azabına sokmuşum kendimi! Örtmüşüm perdeyi, unutuşa bırakmışım hayatı.

Perdesizlere dahil olmak için yapılacak şey basitmiş aslında; ezberi bozmak! İçeri bakmak ve hatırlamak! Zamansızlığı, hiçliği, birliği anlamak.... Kelimelere saklanan, hücre duvarında "ce" demek için bekleyen anahtarı kavramakmış. 

Anlatabilmişimdir inşallah! Amin, çok amin!




15 Mayıs 2021 Cumartesi

İSTANBUL







İstanbul; Dersaadet, Kentlerin Kraliçesi, Konstantin'in şehri...
Ben; yüzlerce hayat aynı şehre vurulmuş fani. Dünya'ya gelmenin en güzel, belki de tek güzel yanısın İstanbul'um. 

Çok yorgunum, seni özlemekten yoruldum. Sevdiğimi özler gibi özlüyorum Boğazın kıyılarını. İçimi delip geçen serini, suların yüzüme savurduğu tuzu. Kentin silüetine her bakışımda başka bir hikayede varoluşumu ve sonra yok oluşumu... Yaş aldıkça güçlenen bağımızı, derinleşen ilişkimizi, basmaya kıyamadığım arnavut kaldırımlarını özlüyorum. 

Değişen çehresi, bir dilberin yavaş yavaş kırışan derisiyse ve artık dokunduğumda pürüzsüz elleri, sarıldığımda incecik bir beli yoksa da gözleri var. Gözleri, Boğazın deli suları... Değişmeyen, yaş almayan, bin kere fethedilse, bir kez bile teslim olmayan ruhu...

Meryem korusun seni kraliçem, gözlerin gözlerimden hiç ayrı düşmesin. Boğaza gidip erguvanları seyredemediğim ikinci bahara selam olsun.

14 Mayıs 2021 Cuma

HEKATE

 




Eskiden Metis'i çok değerli bulurdum. Bilgiliydi, akıllıydı. Zeus tarafından yutuluşu, başına gelenlere rağmen öfkesine tutunmayışı, Hera gibi kadınca oyunlarla kendini küçültmeyişi bende derin bir saygı uyandırıyordu. Athena'nın annesi olması da ayrı bir üstünlüktü zannımca.

Nereden bakarsak bakalım, Metis benim Olimpos'daki idolümdü. Ama artık değil. Hayatımın bu döneminde tüm işaretler Hekate diyor. Atribüleri, Olimpos'da kabul görmeyişi ve bunu umursamayışı, Zeus tarafından ona verilen yetkiler... Yeraltının bilgisine sahip oluşu, tıpkı Druidlerin sembolüne benzeyen çarkı... Her şey Hekate'ye işaret ediyor.

Öncelikle Karyalı olması önemli. Hekate benim köylüm. Her ne kadar tapınağını görmesem de Karyalı kadınların ona olan saygısının bugün bile sürdüğünü biliyorum. Otları tanıyan, mevsiminde toplanan otları nasıl iksire dönüştüreceğini bilen, bazılarıyla muhteşem yemekler pişirebilen onlarca bilge kadın tanıdım. Onların pişirdiklerini yedim, diktiklerini giydim. Onlar Hekate'nin kızlarıydı, doğayı okuyabiliyorlardı. Tıpkı Metis'in aklını kullandığı beceriyle, Karyalı kadınlar sezgilerini kullanıyorlardı. Ne zaman Karya'yı düşünsem, yakıcı güneşin altında acı papatya, defne, incir kokar burnuma. Mersin dallarıyla yapılan mezarlık ziyaretleri canlanır gözümde. Mezarlıklara dökülen testi testi su içimi serinletir, ölülerim ferahlar.

Antik Yunan'ın Anadolu'daki izini sürmek, bu topraklardan doğan bilgiyi ve bilgeliği hissedebilmek için bu olağanüstü ritüelleri seyretmek fazlasıyla yeterlidir. Bir genç kızın kına gecesini, develerle taşınan çeyizini, düğün için kurulan sofrasını gördüğünüzde modern dünyanın dışına savrulmamak imkansızdır. Orada pişen yemekte Hekate'nin eli vardır. Aynı genç kadın anne olurken karnına sürdüğü yağda, sancısını dindiren otta, bebeği hayatta tutan ritüellerde hep Hekate yardım eder. Bölgenin bereketi ondan sorulur, Asklepios'a atfedilen yeraltı bilgisine de sahiptir Hekate. Zehir ve panzehir arasındaki ince çizgiyi bilir. 

Hekate döngüleri kader çarkına yerleştiren tanrıçadır. Ay ve gecenin örtüsünü yalnızca o kullanır. Ay'dan yansıyan ışığın toprağa, havaya ve suya etkisi tamamen onun bilgeliği dahilindedir. Doğa'nın şefkatli ve gizemli elidir onun dokunuşu.

Bilgisi ve gücüyle yüreklere korku salması tamamen insanoğlunun bilinmeze karşı tedirginliğinden, karanlığa dair eski korkularındandır. Ne zaman ki içimizdeki karanlığı keşfe çıkarız, işte o vakit Hekate'nin ay ışığı yolumuzu aydınlatır. Asla içeri giremeyeceğimizi düşündüğümüz derin mağaralar, katiyen çıkamayacağımıza inandığımız yolculuklar biz adım attığımız anda tanrıçanın meşalesiyle aydınlanır.

İçindeki karanlığa gözlerini diktiğin an, Hekate yolunu aydınlatır. Göze almaktır Hekate, anlamak ve meydan okumaktır. Bilginin bittiği, bilgeliğin başladığı basmaktır. Bilinmezin kapısında kıvranmanın sonu, boşlukta süzülme sanatının ilk harfidir.

Hekate ışık saçar. Aydınlattığı İmparatorluklar arasında Bizans da vardır. Bizans'ın inanç tarihine baktığımızda Hekate'nin sihirli dokunuşunu anlatan metinler buluruz. Karanlığından korkmayı bıraktığınız an, şefkatini görürsünüz Hekate'nin. Bu o kadar zamanları aşan bir merhamettir ki, ruhun ölüler diyarına teslim edilişine dek size eşlik eder tanrıça. Böylesine derinden bağlıdır döngülere.

Amazonlarla kucaklaşması, perilerle sarmaş dolaş gösterilmesi sizi ürkütmesin, Roma imparatorları, imparatoriçeleri bile onun dostluğundan güç almıştır. Sıtmayla yok olan güzeller güzeli Stratonikeia kenti sikkelerinde tanrıçayı elinde hamam tası ve meşale, ayaklarının dibinde yılanla görürüz. Yola revan olmak için gerekli tüm sunumu yapar hekate.

Büyüleyen, büyünün gücünü kullanabilen bir tanrıçanın karanlığına değil, elindeki meşaleye odaklanmanızı tavsiye ederim. Yeni Ay gökyüzünde seyrederken, Hekate'nin anaç, aydınlık ve bilge güçleri sizinle olsun. Onun eteğinde ne kadar huzurlu uyuyacağınızı asla unutmayın. Hekate, insanın  içerideki ve dışarıdaki karanlığına kucak açması için Olimpos'dan inen en merhametli, en cesur, en anaç tanrıçadır.

Bana göre bilginin beslediği zihnin doyduğu, ruhun açlığını fark ettiği eşikte bekler Hekate. Onun elini tutmak demek, ışıklı bir yola adım atmak olsa gerek. Cesaret korkusuzluk değildir ki, korkuya rağmen yapılan tüm hamlelerdir.

11 Mayıs 2021 Salı

KIRMIZI KİTAP

 

Kim ne derse desin hediye seçmekte çok acayip bir şahsiyetimdir. Hele de kendime. İki sene evvel Spinoza'nın Ethica'sını hediye etmiştim zatıma. Bu sene de kısmetse, Jung'un Kırmızı Kitap'ını hediye ediyorum*. İyi bok yiyorum:)))

Bu okuduğum zımbırtılar domates sularken, tavukların bitini ayıklarken işime yarayacak mı işte orasını hiç bilmiyorum!!! Neyse, o günlere var biraz, demek ki henüz ellerim nasırlaşmadan evvel bir süre daha kitap defter tutabilirim!

Ay, günler dedim de, şu içinden geçtiğimiz kapanma adı altındaki günler, su gibi geçiyor. Hindistan'la ilgili haberleri okuyup şişmediğim, kederden yerlere yapışmadığım sürece iyiyim. Ne şanslı bir azınlığa dahilim ki, hala bayramda yapacağım tatlının peşine düşüp, iyi bir şarap alayım diyebiliyorum. Elbette bu durum insanı hem sevinçli, hem de utanç içinde bırakıyor. Geçen gün aynı şey mayo - denizi görür müyüm meçhulken mayo bakmak nedir derseniz, ne biliiim ya, kafam iyiydi herhalde?!:)) - oldu, insanların açlıktan süründüğü bir ülkede pahalı bir mayo almaya hakım var mı diye düşündüm... Ya da bir şişe parfüm? Emin olamıyorum. Mahrumiyet hissi değil elbette lüks tüketimden uzak durmak ama insan olarak bazen nefsime yenilmek istiyorum!

Neyse, kendimi güzel yiyeceklerle beslemekteki kararlılığım çok şükür sürüyor. Gelecek hafta gideceğim arkadaş daveti için şimdiden hazırlıklarımı yaptım. Yanımda şarap, peynir ve ceviz götürürsem kimse kendime iyi baktığımdan şüphelenmeyecektir di mi?

Tanrım, ne günlere kaldık, gizlediğim şeye bak!

Neyse, şimdi gidip bir Kırmızı Kitap alayım ben, sonra yine yazarım belki?

* Burhan alacak bana sonunda o kitabı:))





9 Mayıs 2021 Pazar

ORTAÇAĞ BİTTİ ZANNEDENLERE BİR HABERİM VAR



Bir iki sene evvel sosyal medyada, yakından tanıdığımız bir arkadaşımız, daha doğrusu kardeşimin üniversite arkadaşı olan genç bir adamın nerdeyse linç edilmesine tanıklık ettik! Nasıl demeyin, kalemini adaletsiz bir cellat gibi kullanan öyle çok kendinizi bilmez var ki bu ülkede. Öylesine ezberci ve uykuda....

Olan biten kısaca şuydu; hatunun biri bizim arkadaşın ne kadar naif, ne denli uysal bir adam olduğunu keşfetmiş, bebek yapma yaşının geldiğine karar verip, çabucak güzel bir bebek yapmıştı. İlişkiyi, bizim adamın bu kadını seçişini ya da kadının adamı kapaklayışını kimsecikler anlamlandıramamıştı. Üstelik güzel işler de yapan bir hanım kardeşti hatun ama nedense içine sindirememişti hiç kimse... İlişkinin ve hatunun absürd ayrıntılarına hiç girmeyeceğim. Zaten birkaç sahne dışında fazla tanıklığım da yok. Ama emek verdiği konuyu dahi en olmadık yerinden anlamış olan bu ilginç insan işi o kadar ileri götürdü ki,  bebeğin doğumuna Bali'ye gittiler!! 

Açık açık yazmayı çok isterdim ancak yazamam, zira öncelikle hala birlikteler!!!! ( bu nasıl bişi asla anlayamıyorum ) ikincisi kızın fanı çok, dava falan ederler, ya da linç girişimi olur, aman diyorum.

Gelelim hikayenin devamına, bu tuhaf ikili, güzeller güzeli bir kız çocuğu büyütmeye başladılar. Kadının tüm saçmalıkları bir yana, bebek inanılmazdı... Tablo güzelliğinde bir anne kız olmuşlardı ve bilinirlikleri yavaş yavaş dar çevrelerinin sınırlarını aştı. Konu ünlü bir sarışın gazeteciye röportaj verecek kadar geniş kitlelere ulaştı. Biliyorum, mevzu dağıldı gibi algılıyorsunuz fakat asıl vurucu darbe şimdi geliyor. Hatun kişinin ruh sağlığının gelgitli oldu belliydi ama istedikleri olmadığında hırçınlaşıp konuyu nalıncı keseri gibi kendine yontacak kadar ölçüyü kaçıracağı hiçbirimizin hayal gücü sınırlarına dahil değildi. Olan da oldu. Şiddet gördüğünü ima eden postlar paylaştı! Adliye koridorlarından imalı fotoğraflar, acıyan kalbine dair hüzünlü ve içtenlikten uzak, seyirciyi azdıran metinler... Vesaire vesaire... Nihayetinde bizim adama uzaklaştırma kararı çıkartacak kadar ilerledi mevzu.

Bütün bunlar olurken baktım benim de tanıdığım, ama hatun kişiyi sadece sosyal medyadan bilen pek çok aklı başında kadın postların altına inanılmaz notlar düşmeye başladılar!!! Hatun nasıl pırıl pırıl ve özeldi ve adam ne kadar korkunçtu!!! Yazılanlar akıllara zarardı, zira bizim çocuğun sesinin tonu yükselmezdi ki,  değil bir kadını tartaklasın! Velhasıl ben bu olayı üzülerek izledim. Elbette burnumu sokmadım ama en yakın arkadaşım da hatun kişiye destek çıkınca, arayıp bir bir anlattım olayın diğer yüzünü. Ben ilk kez bir erkeğin boku bokuna linç edilebileceğini o olayla gördüm. Ve sosyal medyanın nasıl gerçeği yansıtmayan bir pazar meydanı olduğunu.

O çifte ne oldu biliyor musunuz? Pek çok hastalıklı ilişki gibi devam etme kararı aldılar.... Neyse, ben bu olayların sadece seyircisi olarak kalmıştım ama günün birinde bir benzerini yaşayabileceğimi hiç düşünmemiştim. Nihayetinde sosyal medya üzerinden varlık gösteren biri değildim, ünlü de değildim, ünlü tanıdıklarını afişe eden biri hiç değildim. Demek bana tehlike yoktu bu sularda.

Zannettim... Fakat bakın başıma ne geldi. En sevmediğim kadın tipiyle bir kez daha karşı karşıya kaldım!

Güzel yemek tarifleri veren, kendi ruhunu ve bedenini ilaç sektörüne yenilmeden iyi kılmaya çalışan bir kadını takip ediyordum. Biraz ilgi çekme sevdalısı olduğunu seziyordum ama içimden diyordum ki "onu da koynuna alacak olan düşünsün, bana ne?", biz hikayesindeki kendini inşa etme güzelliğine bakıp, beğendiğimiz tarifleri alalım yeter. Neyse, zaman içinde hatun kişi kitap yazdı, eğitimler aldı, üç dört yıl içinde hem yazar, hem uzman, hem o, hem bu her şey oldu. Ama asıl konu şuydu; aslında hala değersiz hissediyordu, hala görülmek ve beğenilmek arzusu tarafından yönetiyordu... Hazin notlarında ara ara gördüğüm bu hisle sanırım empati de yapıyor ve diğer çiğliklerini es geçerek tariflere bakmaya devam ediyordum. Onun da yolu buydu, kime ne?

Ta ki bir gün hatun kişi meme kanseri olup, ülkemin uyuz insanları kendisine beslenme önerileri yağdırana kadar sessiz izleyici konumumu korudum. Ben de öncelikle kendisine elbette geçmiş olsun demiştim. Zaten başlangıç seviyesinde bir kanserdi ve kendine iyi baktığından çabucak görülmüş ve önlemi alınmıştı. 

Asıl benim hikayem tam burada başladı. Doktorların kendisinin uyguladığı beslenmeyi ( sıfır et, rafine şeker sıfır ama bol hurmalı hayat! ) çok yerinde bulduğunu paylaştığı bir postta, diğer tüm beslenme önerilerinin bilimsel değerini, sürmekte olan çalışmalarını hiçe sayan kendinden lüzumundan fazla emin - ki demek ki hiç değil- bir post yazmıştı. Ben de çok takipçisi ve seveni olduğunu, bu yüzden biraz daha araştırması gereken bir başka beslenme şeklini hatırlattım. Kime neyin iyi geleceği o kadar belirsizdi ki şu beslenme işinde. Fakat hatun kişi uzmanlığına bir hakaret olarak algıladığı bu yorumuma kızdı! "Ben ve benim uzmanlığım" diye başlayan cümleler ve kesinlik değeri bilim dünyası tarafından bile hala tartışılan konularda kesinlik içeren cümleler kurmakta ısrar etti. İşte orası da benim kırmızı çizgimdi ne yazık ki. Karşıt fikre veya alternatif görüşe böylesi toleranssızlık! Ben de ona "siz kendi kendinize düşünmeye devam edin, sevgiler" dedim! Artık ne öğrenecekse dogmasına tutunarak?? Bu cümle daha da çileden çıkarttı ablamızı, bir paragraf daha döktürdü. Şöyle kıymetli eğitimler almıştı, böyle çok biliyordu, zaten ben samimiyetsiz bir prokavatördüm... Bunu da yazı dilinden anlayacak kadar deneyimliydi. O şahaneydi, her şeyi bilirdi, yapardı, burnunda top bile çevirirdi. ( öyleyse bu öfke neydi? Hala eski kocaya mı kızgındı? ) Vesaire vesaire...Of of. Artık nasıl bir çatlaktan sızıp değersiz hissettirdiysem, hatun kişinin damarına basmıştım bilmeyerek. Hay bin kunduz!

Fakat o noktada susmam mümkün değildi, doğam gereği sahneden çekilmeden evvel sözümü söyleyecektim. Kendisine kıymetli eğitimlerine şiddetsiz iletişimi de eklemenin güzel olabileceğini ifade ederek baltamı bırakıp çekildim!

Ama ortalık yangın yerine dönmüştü bir kere! Tirübünlerde izleyici vardı ve serde de sıkı sıkı tutunulan "uzmanlıklar!!!"

Mağdurdu hatun kişi, zaten kanserdi, zaten uzmandı, ah bu onu üzenler yok mu, işte bu yüzden kapatacaktı sayfayı... Fakat öyle naifti öyle düşünceliydi ki ( ben mi, ben bu arada hep öküz, tü kaka:))) takipçileri rahatsız olmasın diye hemen kısıtlamıştı beni. Yüce gönüllülüğünden de engellememişti! Ah işte incelik, büyüklük böyle bir şeydi.

Bu ne ya? Sen durduk yere bokunla kavga et, sonra yangın çıkart, yetmesin yangını körükle ve "ah yandım!" diye çığlıklar at. Ben bu filmi çok izledim. Kırılganlık maskesini, hassas kadın numarasını katiyen yutmam. Erkeklere işler bu numaralar, kadınlara değil. Bu kadın modeline eskiden çok üzülürdüm, bir merhamet hissederdim ama benim öyle çok zaman kaybetmeme neden oldular ki, içimden "siktir et Elvan yaw" demeyi öğrendim.

İşte sonunda benim de başıma gelmişti bizim oğlanın yaşadığı. Futbol takımı tutarcasına körü körüne insanları idolleştiren kitle aynı fikirde olmayanı linç etmek için klavye başında bekliyordu! Sonuçta nedir durum? Kanserli kadını üzmüştüm! Kırılgan, narin insanı ve onun "uzmanlıklarını" kıskanmıştım! Ah kötülük timsali ben!

Dedim ya ortaçağ devam ediyor. Aynalar yalancı ( sosyal medya ) cadılar şifacı, prensesler büyücü... Onlar ilüzyonlar yaratarak kitleleri zehirlerken, yüzyıllardır oynanan oyunları kendi aralarında tekrarlarken, benim gibi ayrık otu cadıları asla ve katiyen aralarında istemiyorlar! Çünkü oyun kurucu kadro ezber bozulsun istemiyor. Burası "otu yol noktası!" 

Fakat gerçek her zaman kazanır, Ortaçağ boyunca kadının kadına düşmanlığı yüzünden linç edilen, yakılan binlerce şifacının, ki aralarında erkekler de var, çoğu masumdu. Kilise kayıtlarından alıntı yapan eserlere baktığımızda ihbarcılar genellikle birbiri ile husumeti olan komşulardan oluştuğunu görüyoruz. Yüzlerce ebe kadının acımasızca katledildiği ortaçağın bir benzeri şu an sosyal medyadır. Bütünün hayrına mesajlar veren şifacılara, prenses kostümlü cadılar savaş açmıştır. Şifacılara taraf olan benim gibi tipitoşlar da linçten kıçını zor kurtarır:)) Aman diyeyim, taraftarı bol, kostümü şatafatlı hatunlara bulaşmayın! Bırakın kısa vadede onların olsun zafer. Biz bu hayata uzun koşmaya geldik, ona buna cici görünmeye değil!


7 Mayıs 2021 Cuma

BESLENMEK, İKİNCİ BÖLÜM

 


İşte vaad ettiğim beslenme yazısının devamı. Başlıyorum, hazııır mıyız?

Öncelikle ola ki buraya yolu ilk kez düşen varsa bilsin ki, bilimsel makalelerle aşık atmak niyetiyle veya popülerlik arayışındaki arkadaşları memnun etmek kaygısıyla yazmıyorum. Sadece yazmayı seviyorum. Okumak kesmeyince, hele de etrafımdakilere bir şeyler anlatasım gelmişse ve kabımdan taşmışsam, muhakkak yazarak sakinleşiyorum. Yazma eylemi, kendimi izlememi kolaylaştırıyor. Günlük akışta kaçak dövüşmüşsem, aha da burada yazarken kendimi sobeleyip çok gülüyorum. Ha, bu bir kişilik bölünmesi vah sana derseniz, eyvallah derim. Ama ben bu tutumumu kesinlikle iç gözlem olarak değerlendiriyorum. 

İkna olmadıysanız, burada okumayı bırakın. Hayat kısa, kuşlar uçuyor di mi ya?

Neyse, beslenmek diyorduk. İnanın dokuz yaşımdan başlayarak hayatım boyunca defalarca kilo alıp vermiş bir insanım ve incecik olduğum zamanlar da dahil olmak üzere bana sorsanız hep obezdim, hep tombuldum. Aslında albümlere bakınca görüyorum ki, hikaye pek de öyle değil. Gayet sağlıklı göründüğüm zaman dilimleri de var. Peki o bayırdan yuvarlanma fotoğrafları nedir dönem dönem gözlerimi kanatan? İşte bütün mesele o bayırdan yuvarlanma anları. Kim veya nasıl bir his idi beni tam gaz boşluğa yuvarlayan?

Beden, zihin ve ruh arasındaki ilişki malumunuz sadece fit olma meselesi değildir. Elbette sağlam kafa sağlam vücuttadır fakat bu durumda sorarım size, sağlam vücut ne ola? 

O halde aydığım şeyi anlatmaya başlıyorum.

Yüzyıllar boyunca, insanlar varoluş sancıları çekerken, gerek felsefi açılımlarla, gerek kadim öğretilerin yardımıyla hep şu üçünü; beden, zihin ve ruhu birbirine yaklaştırmayı, sonra da hepsini bütüne bağlamayı anlatıp durmuşlardır. İyi de bunca öğretinin, inanç sistemlerine yerleştirilmiş bilginin, egzersizin, ibadetin neden toplumun küçük bir kesimi tarafından kullanıldığını ve diğerlerinin bu sırdan neden hiç faydalanamadığını düşündünüz mü hiç?

Aslında gözümüzün önündekini görmeme eğilimimizin bir uzantısı bütün bunlar! Her zaman en kıymetli, en faydalı, en derin olana kavuşmak uğruna mutlaka debelenilmesi gerektiği, muhakkak bir yerlerde gizli saklı olduğu yanılgısı var bilinçaltımızda. Eğer kolay bulunur, hemencecik görünüp kavranır olursa değersizmiş hissine kapılıyoruz. Oysa hiç öyle değil gerçek. En çok işimize yarayacak ne kadar bilgi varsa hemen hemen tamamı gözümüzün önünde! Sadece bizim ona bakmamızı, ama öyle otomatikten bir göz atma şeklinde değil, sahiden bakmamızı bekliyor.

Düşünün, Mevlana ne tavsiye etmiş? "Az ye, az uyu, az konuş." Bunu defalarca mesellerin içinde, ard arda gelen öğüt içeren dizelerinde durmadan, bıkmadan anlatmış. Hayat hikayesinde görüyoruz ki kendisi de ancak üç dört kaşık, ölmeyecek kadar yemek yermiş. Hakikaten de az uyur ve az konuşurmuş. Bu ne demek? Bütünün içindeki varlığına yakınlaşmak için olur olmaz enerji sarfiyatından kaçınmak, hakkı olanla yetinerek daima varoluştaki yerini, anlamını, gerçekliğini korumak demek!

İster islami açıdan bakın, ister diğer kadim dinlere göz atın, oburluk hep günahtır. İyi de bu günahtan kaçınmak için asıl görülmesi gereken nedir? Günaha iten nedir? Oburluğa meydan veren o doyurulamaz dipsiz boşluk nedir?

İşte burası sır perdesinin aralandığı yer. Diyet yapmayacaksınız! Katiyen diyet falan yok! Nasıl bedeninizin dışını temiz tutuyorsanız, nasıl kimseyi incitmemek adına kelimelerinizi seçiyorsanız, evinizi havalandırıp, nevresimleri değiştiriyorsanız, aynı özeni içinize de göstererek en basit adımla başlayacaksınız. Yıllarca beslemediğiniz, açlıktan kıvrandırdığınız ve içine şuursuzca çer çöp doldurduğunuz sistemi layığına uygun, kutsal bir tapınak olduğunu anımsayarak renkli, neşeli, faydalı yiyeceklerle "tamam doydum "dediği ana kadar ve  her acıktığında şölen sofraları kurarak doyuracaksınız.

Tavsiyem oburluk değil, sarkacın diğer ucuna savrulmayalım lütfen. Üzerinde renkli peçeteler, çiçekler olan sofralardan bahsediyorum. İçinizi şenlendiren salata tabaklarından, envai çeşit peynirden, zeytinden, cevizden bahsediyorum. Elbette haddini aşmayan bir hayvansal protein tüketimini de vegan arkadaşlara bir selam göndererek ekliyorum. 

Benim hikayeme dönersek, zihnen ve ruhen tatminsizliğimin, açlıktan geberiyor oluşumun gerçek nedeninin durmadan yanlış yiyecekleri içime tepiştirmek olduğunu, aslında doyma hissine dair bir tür azap çektiğimi  ve bu yüzden de kendimi iyi şeylerle değil, ödül ve lezzet adı altında adeta cezalandırıcı yiyeceklerle, bir tür çöple beslediğimi yeni fark ettim!

Yıllardır yedi cihana sağlıklı yiyecek taşıyan ben, acaba neden kendime bok muamelesi yapıyordum??? Büyük bir soru değil mi? İşin güzel tarafı ne zaman büyük bir soru sormaya kıçınız yese, onun basit ve billur sulara benzeyen cevabı hemen gelip, içinizi yıkıyor. Benim için de tam olarak böyle oldu.

Belki burada yazmışımdır veya yazmamışımdır unuttum. Benim babam ben dokuz yaşımdayken böbrek kanserinden öldü. Son ameliyatını İsviçre'de kanser araştırmalarında dönemi için oldukça önemli bir hastanede olmuştu. Orada kaldığı süreye dair iki şey çok belirgin olarak hafızamdadır; biri onu telefona çağırmak için ezberlediğim Fransızca cümle, ikincisi yazdığım ve ona postalanmayan kart.

O kartı düşünmeyeli yıllar olmuştu. Hatta yazdıklarımın ne anlama geldiğinin de hiç farkında değildim. Kartta babama annemler konuşurken, yemek yemesi gerektiğini duyduğumu - çünkü her kanser hastası gibi iştahı yoktu ve kilo kaybediyordu-  yemezse öleceğini yazmıştım. Çocuktum, gerçeği söylemekte sakınca görmemiştim. 

Uzun seneler geçti o zamanların üzerinden ve bir gün atalardan kalan miras üzerine yazılmış bir kitabı* okurken, içindeki basit sorulara cevap veriyordum. Tam da Theodora'nın benimle yaşamaya başladığı zamanlardı. Aslında ip orada koptu. Cevaplarımdan birinde "çok yemek yersem ölmem!" kodunu gördüm! Şoke oldum. Nasıl yani???

Hemen Jasmin'i aradım. Olan biteni anlattım. Korkunç bir yüzleşme ve yerlerde sürünmenin ardından bu inanılmaz fark edişle öylece kala kaldım. Kaldırılmamış cenazem, tutulmamış yasım ve yanlış kodladığım, asla doymayacak bir boşluk!

Ölüm, terkediliş ve yemek!

Sonra yine gündelik hayatın içinde bildiğim yanlış döngüye, ezberime döndüm... Öyle ha dediğinde çıkılmıyordu ki güvenli alandan... Şimdi şimdi anlıyorum, bazen en değerli uyanışa bile çalan alarmı durdurup uykuya dönercesine ilgisiz kalabiliyoruz. Malum, insan çok karmaşık, her daim nefsine yenilmeye hazır, ilginç bir makine. Çoğu zaman da otomatikte ve ezberinde ne yazık ki...

Velhasıl geçtiğimiz yılın sonunda duygusal olarak ağzıma sıçmayı bir kez daha başaran - neden böyle bir laf ettin derseniz, ağzınıza sıçana kızmak yerine, artık kapatın ağzınızı, ben öyle yaptım demek için derim:))-, nicedir dengemi ellerine bıraktığım bir zatın yarattığı yıkıntının altında debelenirken de, elbette güçlenmekle ilgili yanlış koda, beni minik minik yok eden ezberime tutundum. İçimdeki derin çukuru olur olmaz yiyeceklerle tıka basa doldurmaya başladım. İş o kadar çığrından çıktı ki, bir kez daha boşanma kiloma geldim. İşler sarpa sardığında, duygusal olarak hayatı kabullenemediğimde güçlü hissetmek adına bulduğumu yiyor, içiyordum. İşin hazin yanı yediklerimin bir tanesi bile bedenime zerre kadar faydalı ve doğru besin değildi çünkü bir taraftan da problemi çözemediğim, olanı olan haliyle kabul edemediğimden başarısız hissediyor ve ölmek istiyordum!

Hiç göründüğü kadar bağlı değildim yaşama, bilinç altımdaki bir mesaj durmadan "öl de bitsin!" diyordu sanki. Her lokmamım korkak bir intiharcının eylemi olduğunu şimdi şimdi görebiliyorum..... Ne garip değil mi? Oysa paket paket çikolataların beni yaşama bağladığını, bir an için mutlu ettiğini sanıyordum...

Bütün bu uzun uzun anlatmak istediğim süreçlerin her biri ayrı yazı aslında ama sonunda şu oldu, Ramazan'ın sunduğu arınmaya dahil olmak niyeti içimde çok büyüdü. Dayatılmış, geleneksel bir islami formda değilse de, inançlı bir ruhla bu defa niyetim niyetti. Sahip çıkacaktım kendime. 

Ben bu niyete durduğum an, yaratıcı da niyetimi mümkün kılacak uyanışa müsade etti desem? O saniyeden başlayarak güzel şeyler yemeye  içmeye başladım. Çok değerli bir dostum ve kardeşi bu serüvende bana inanılmaz destek verdiler, hala da veriyorlar. Veee ben de onlardan gelen bu dost rüzgarı öğrencilerime üflemeye başladım.

Şimdilerde bu rüzgarın ılık, güvenli esintisinde belki de ilk kez yanlış ezberlerle karnımızı doyurmuyoruz. Birbirinden lezzetli besinler yardımıyla gerçek bir fiziksel doyum yaşıyor** ve günden günden değişen kimyamızın ruhsal gelişimimiz üzerindeki etkisini zevkle izliyoruz.  Her lokmadan keyif almak, bunu sofraya getirmemize izin verene minnetle yemek ne büyük bir tatminmiş!

Eğer şişmansanız, şunu iyi  bilin ve bana inanın, çok yemek sizi asla öldürmeyecek. Modern tıp ve dayatılan sağlıklı yaşam reçeteleri ( diyetisyenler, spor salonları, spa ve klinikler... ) cebinizdeki son kuruşa kadar alacak ve  ne yapıp edip, sizi sürünerek de olsa yaşatacaklar. Ama asıl gözden kaçan şu ki daha da artacak açlık çünkü siz aslında açlıktan ölmek üzeresiniz ve yemeyi seçtiğiniz her şey yanlış! O yüzden katiyen doymuyorsunuz.

Doğru nefes gibi, doğru besinler de önce kabuğu/bedeni, ardından da zihni ve ruhu şifalandıracaktır. Müthiş bir zincirleme reaksiyon bu! Bu yüzden oruç büyülü bişi, onu ayrıca yazacağım.  Yazıyı toparlarsak diyeceğim şu ki, her şey daha anlamlı olsa, o derin boşluk bi tarafınızda olmasa hoşunuza gider mi, gitmez mi?? 

He ya, onu diyorum, gel "kendineiyibakanlar" a katıl. 

Vee niyetim şöyle; yeni beslenme terbiyem hakkında, beslenmekle başlayan zihinsel ve ruhsal uyanışlar hakkında canımın istediği gibi yazmaya devam edeceğim. Hatta bu keyifli macerayı paylaşırken yıllar önce Sadık Yemni ile yaptığım söyleşide verdiği tavsiyeyi tutarak ( yazdıklarını okusunlar istiyorsan soyun demişti) sansürsüz yazacağım, don sütyen duracağım yazdıklarımın arkasında. 

Meydan okumaysa meydan okuma. Hadi gel!

devam edeceğim....

* Seninle Başlamadı

** Victor lu günlerimi yazacağım buraya.








6 Mayıs 2021 Perşembe

DERİNDEN...






Altıyı biraz geçiyordu gözümü açtığımda. Seher vaktini uykuda geçirmişim. Daha doğrusu uyur uyanıktım. Yataktan kalktığımda derin bir şükran hissettim. Dilimde değildi, tüm bedenimdeydi şükran. Özel birgün olmuştu 5 Mayıs. Kalbimi gölgeleyen anlaşılmamışlıklardan, duyulmamış sözlerden bir kısmını daha gün ışığına ulaştırmıştım. Kalbime temiz hava dolmuştu. Karşılıklı tutulan gözyaşlarını içimdeki kirli kapları yıkamıştı.... Yorgundum, hafiftim. Güzel uykumun, derin şükranımın nedeni buydu. Bir dilek dilemeden, hayat eski bir dileğimi kabul etmişti. 

En sevdiğim gülü kesmişler. Üzüldüm... O kadar güzel kokan, yumuşak,  kan kırmızı bir çiçeğe nasıl kıymıştı kıyan? Bahçem olduğunda ben bir gül dikecektim ve ona asla kıymayacaktım.

Hayat beni epeyce inceltti. Önce dışarıya inceldim, inceldikçe hırçınlaştım. Öfkemden biçtiğim abaya sakladım kendimi...Şimdi içeriye de incelmeye başladım çok şükür. Etrafımda dönen hediyelerin, ister geç kalmış duygular olsun, ister bir paket mutfak bezi, o kadar farkındayım, öylesine teşekküründeyim ki, bugün canımı teslim etsem bir tek bu ruh halini daha fazla yaşayamadığıma, geç kalmış sevgilere daha fazla sarılamadığıma içim burkulur o kadar.

Derinlerde bir şeyler iyileşiyor. Hiç kapanmaz sandığım yaralarım kapanıyor. Kavgalarım yerini kahve sohbetlerine bırakıyor. Küçücük bir karıncanın ateşe su dökmesi belki yaptığım, ama ne önemi var? Karıncanın neşesi var yüreğimde, gerisi önemsiz.

Büyük bir şükürdeyim sabahın seslerini dinlerken, yağmurun serinde içtiğim kahve, sağlıklı bir beden, kuşların cıvıltısı... Ve nihayet kendine uyanan bir ruh. 

Çok şükür, bin şükür. Önce Allah'a, sonra Meryem'e.

4 Mayıs 2021 Salı

KEŞKE




Ölmeden evvel görülmesi gereken yerler listesi vardır, yapılması gerekenler. Tadına bakmamız gereken yemekler, yüzmemiz gereken denizler, ziyaret edilecek müzeler, öğrenilecek diller.

Ben bazılarını yaptım ama çoğu hayal olarak kaldı. Kim bilir, belki yeterince istemedim, uğruna emek harcamadım? 

Bir tek konuda içim bir kuş kadar hafif; tamamlamadığım ucu açık çemberim kalmadı. Hakkını yediğimi düşündüğüm, bir şans daha vermem gerektiğine dair içimi kemiren herkesi aradım. Hatta bana bir şans versin diye kapısını tırmaladıklarım bile oldu. İçim çok rahat. Ne alacağım var, ne de vereceğim. Kimsenin arkasından ağıt  yakmayacak kadar temiz yüreğim.

İlişkilerim adına bir tek keşkem yok, şükür.

Bunu yazmak istedim çünkü 2008 yılında tanıştığım bir kadın öldü geçen hafta. Zamanı manidar bir ölüm... Ardında kalanlar sosyal medyada gözyaşı döküyorlar. İzlemek üzücü ve bir o kadar da ibret verici. Yaşarken konuşulamayanları şimdi bir ömür kafalarının içinde konuşmaları gerekecek. Dilerim öyle olmamıştır. Yoksa çok hazin...

Keşkeniz olmasın a dostlar, keşke insanı ham yapar!

ONLINE DERS

 


Sonunda bu da oldu, hayatta online ders vermiyordum ya, artık veriyorum. Dün bir, bugün iki başladık. Çünkü içinde bulunduğumuz koşullar bir süre, hatta anlaşılan o ki, düşündüğümüzden  daha uzunca bir süre değişmeyecek... Elbette insanların temel ihtiyacı benimle yoga dersine katılmak değil, ama hepimizin birbirimize olan gereksinimi kaçınılmaz olarak arttı.. Ailem için yapabileceğim her şeyi yaptım, yapıyorum da, ama çemberi genişletmekten, elimden gelenleri paylaşmaktan ve saklanmaktan daha fazla kaçamayacağımı  gördüm. Bir yılı daha bahçedeki kedileri besleyerek geçirmem ne kadar gerçekçi? Kime faydası dokunacak? Bu kadar mıyım ben? Hiç değil. Bu yüzden her ne kadar yüz yüze olmanın epeyce gerisinde kalsa da artık online ders yapacağım. hatta ücretsiz sohbet odaları da açacağım. Belki birileri birazcık arkeoloji öğrenmek ister? Veya İstanbul hakkında hikayeler?

Marangozluğa da başladığıma göre, bakalım daha nasıl değişimler bekliyor beni? Bu sabah Burhan'a sordum "sence ben ne zaman korkaklaştım?" diye. Çünkü ilk gençliğimi Anadolu'yu karış karış gezerek geçirmekten hiç çekinmeyen, herkese sokulan, beş dakikada muhabbete giren bir ben vardı. Her işe burnunu sokar, bir koltukta birkaç karpuz taşımazsa huzursuzlanırdı. Ona ne oldu? Ne zaman o başına buyruk, kendinden emin insanı yitirdim?

Sevdiklerimi kollarken oldu bence, ayar kaçırdım.... Onları korurken, korkularım depreşti. Korktukça cesaretim kırıldı, yetemediğimi hissettim. Ne yaparsam yapayım bir türlü istenen düzeni sağlayamayınca da cesaretsizlik geldi. Zamanla da iyice kıymetim düştü kendi gözümde.

Velhasıl şu iki haftadır kendime sahip çıkmaya başlayan halime online dersler eklemek bence tam zamanında oldu. Bilmediğim bir yere saklanan cesaretimin, elimden her iş gelir benim kafasının ufak ufak bana döneceğine inanıyorum. Hani beslenmek üzerine yazmaya başlamıştım ya, işte bütün bunlar onun arkasından geldi. Unutmadım, o yazıyı yazacağım.

Şimdi online derse hazırlık yapmalıyım:)

*Bolca cesur günlerden fotograf paylaşacağım kendimle. Bir tane de bizim meşhur Zero Mustafa Tekne Partisi'nden gelsin. 

3 Mayıs 2021 Pazartesi

EV HALİ






Her Allah'ın günü bişi yapsam da, bizim evin eksikleri bitmiyor! Tam oh yemeği hak ettim diye masaya oturduğumda hala bir paket peçete almamış olduğumu fark ediyorum. Günlerdir mutfak tartısı arıyordum,  bugün buldum! Baharatları bile henüz tamamladığımı düşünürsek nolcak ya al tarafı peçete di mi?  Napiim yahu, kadın başıma bu kadar be ya:)) Yok yok, kadın başıma şahane işler yapıyorum, mesela bugün balkonun demirliklerine misler gibi tel gerdim. Yemin ederim kendime hayran oldum! Ulen Elvan dedim, yazık oldu kız sana, nefis marangoz, çiftçi falan olurmuş senden:)) 
O kadar severek çalıştım ki, of. Yani maşallah. Çünkü bitmedi. Yarın kaldığımız yerden devam. Ama ödülü süper olacak çünkü Theodora da benimle balkona özgürce çıkabilecek.
Az evvel mutfak için jaluzi siparişi verdim. Çünkü nihayet şıkır şıkır güneş alan bir evimiz var çok şükür amma elbette kızım ve ben güneş allerjisi ile bedelini ödemeye başladık bile! Konaklarda büyüdüğümüzden zahir, hemen kızardık ikimizde:))

Ramazandan ve inzivadan mutlu mesut, sevdiklerimizi özleyerek sallan yuvarlan yaşıyoruz. Bu tanımsız zamanlar geçtiğinde bana soracaklar "naptın evde?" diye, "kendimi besledim, saçıma, cildime, ruhuma, zihnime bakım yaptım" diyeceğim. Sahiden de öyle yapıyorum. Hatta online ders vermeye başladım. Katiyyen olmaz demiştim ama öğrencilerimin ihtiyaçlarıyla kendi inadım arasında inadımı bırakmayı seçtim. Çok da hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim.

Valla bizde vaziyet budur hocam, siz nettiniz bugün?





2 Mayıs 2021 Pazar

KARANTİNADA NE OKUYORUM.


 UMBERTO ECO,  FOUCAULT SARKACI

URSULA K LE GUIN,  HEP YUVAYA DÖNMEK

GÜVEN ARSEBÜK , UZAK GEÇMİŞİMİZE DAİR OKUMALAR


Belki bahsetmişimdir eski yazılarımda, kendi evime giderken kütüphanemi annemin evinde bıraktım. Nedense son defasında azıcık insaflı davranıp, pılımı pırtımı topladım kadıncağızın ayağının altından ama bir tek kütüphanemi yerinden oynatmak gelmedi içimden. Sanki o zırt pırt sökülüp takılmamalı ve eğer bir yere gidecekse orası sahiden uzun süre oturacağım ev olmalıydı. Ne desem ki, değişik değişik kafalar işte.

Aslında bu seçim eğlenceli bir durum da yarattı kendi içinde. Dönem dönem neye sardırırsam önce kendi kitaplığıma bakıyorum, sonra kitap satın alıyorum. Malum sadece okumak için değil, döküman olarak da kıymetli kitapları almayı sevdiğimden abidik gubidik kitaplar da çıkabiliyor arka sıralardan, epeyce ehemmiyetli şeyler de. Ha bu arada iki sıra önlü arkalı kitap dizmek bayağı sevimsiz bişi, hiç tavsiye etmem.

Neyse, kapanma öncesi geçtim kütüphanemin karşısına neleri özlemişim acaba diye uzun uzun baktım. Winterson kafasında hiç değildim, aşk meşk çekemeyecektim şimdi. Oktay Anar desen ı ıh, arkeoloji, tarihe elim hiç gitmedi. Sonra Le Guin rafına ilişti gözüm. Hah, orada her zaman bana göre bişi mutlaka vardır. Hooop buldum bile! Ardından ortaçağ için ayırdığım rafa baktım. Öyle Kılıçbay falan okuyacak kafada değildim ama Eco'yu gördüm! Canım benim:) kaptım en sevdiğimi. Bir hak daha verdim kendime ve seçimim antropoloji oldum. Canım, kıymetlim Güven Hocama imzalatamadığım kitabı aldım. Ne zaman dokunsam içim sızlıyor....

Velhasıl, bugün ikinci gün, fırında karnabarlı köfte, yanına pazı kavurması ve bir kadeh şarabım var yemeğe. Az sonra bi online ders yapıp akşam moduna geçeceğim. Sizde ne var okumaya ve yemeğe? Gerçi nasıl olsa gelemeyeceğim ama olsun, merak ettim:)))

not: Murathan Mungan'ın Şairin Romanı'na da içim gitti ama nasıl olsa hepsini hayatta bitiremem diye almadım.

KİBRİTÇİ KIZ DEĞİL, ANNEM.

 




Yıllar içinde pek çok yakıştırma yaptığım anneme, sanırım bir tek anneliği yakıştıramamıştım. İkimiz de kolay ruhlar değildik. Her yakınlaşmamız faciayla sonuçlanıyordu. Çok sevmek ve hiç anlaşamamak denklemini annemle ilişkimden öğrenmiştim. Ama değişti! Ben sevmekle ilgili kodlarımın ne kadar hatalı olduğunu anladığımda her şey yavaş yavaş çözülmeye başladı. Önce ben uyandım, sonra annemi uyandırdım. Şükürler olsun ki, gözlerimizi açtık!

Bunun için çok iyi hissediyorum. Eğer birbirimizi ıskaladığımızın farkına varmadan ölseydik, ikimize de büyük kayıp olurdu. Çünkü annem an itibariyle yetmiş yaşında ve zaman sadece an. Dün kaçak köçek bir doğum günü kutladık. Kutlamalıydık. Bir sonraki doğum günü garanti değildi.. Şüphesiz erguvanlar açacaktı ama acaba hepimiz buralarda olabilecek miydik? Bilinmez.

Her kelimem son kelimem, her bakışım son bakışım olabilir inceliğine yaşamaya başladığımdan bu yana hayatım güzelleşti. Etrafa gösterdiğim kontrolsüz merhamet ve öfke, kırgınlık salınımı azaldı. İçime, kendi varlığıma da yer açtıkça haksızlığa uğradığım duygusu yavaş yavaş hafifledi. Ben anlamaya niyet ettikçe, niyetimin önüme serdiklerini izledim. Daha da anlamaya çalıştım. Ne güzelmiş insanın kendini affetmesi, ne büyük hafiflik hissiymiş omuzlarına yük olan duygulardan kurtulup, kalanları layığıyla kalbine yerleştirmesi.

Ebeveynlerle halleşmeden, varlığımıza huzur yok. İster hayatta olsun, ister göçüp gitmiş mutlaka birbirimizi anlamanın yolunu bulmalıyız. Hangi ata silsilesinden geldiğimizi anlamadan, o silsilenin çürük çarık işlerine vakıf olmadan kendimizi anlamak, varlığımızı olduğu gibi kabule ulaşmak hemen hemen imkansız. Ben annemle ilişkimi bu bedenlenmemin başarılı işleri arasına koyuyorum ve bundan çok mutluyum. Yaşarken ona ve kendime hak ettiğimiz değeri verebildiğim için keyfim yerinde.

İyi ki doğmuş güzel annem.