İşte vaad ettiğim beslenme yazısının devamı. Başlıyorum, hazııır mıyız?
Öncelikle ola ki buraya yolu ilk kez düşen varsa bilsin ki, bilimsel makalelerle aşık atmak niyetiyle veya popülerlik arayışındaki arkadaşları memnun etmek kaygısıyla yazmıyorum. Sadece yazmayı seviyorum. Okumak kesmeyince, hele de etrafımdakilere bir şeyler anlatasım gelmişse ve kabımdan taşmışsam, muhakkak yazarak sakinleşiyorum. Yazma eylemi, kendimi izlememi kolaylaştırıyor. Günlük akışta kaçak dövüşmüşsem, aha da burada yazarken kendimi sobeleyip çok gülüyorum. Ha, bu bir kişilik bölünmesi vah sana derseniz, eyvallah derim. Ama ben bu tutumumu kesinlikle iç gözlem olarak değerlendiriyorum.
İkna olmadıysanız, burada okumayı bırakın. Hayat kısa, kuşlar uçuyor di mi ya?
Neyse, beslenmek diyorduk. İnanın dokuz yaşımdan başlayarak hayatım boyunca defalarca kilo alıp vermiş bir insanım ve incecik olduğum zamanlar da dahil olmak üzere bana sorsanız hep obezdim, hep tombuldum. Aslında albümlere bakınca görüyorum ki, hikaye pek de öyle değil. Gayet sağlıklı göründüğüm zaman dilimleri de var. Peki o bayırdan yuvarlanma fotoğrafları nedir dönem dönem gözlerimi kanatan? İşte bütün mesele o bayırdan yuvarlanma anları. Kim veya nasıl bir his idi beni tam gaz boşluğa yuvarlayan?
Beden, zihin ve ruh arasındaki ilişki malumunuz sadece fit olma meselesi değildir. Elbette sağlam kafa sağlam vücuttadır fakat bu durumda sorarım size, sağlam vücut ne ola?
O halde aydığım şeyi anlatmaya başlıyorum.
Yüzyıllar boyunca, insanlar varoluş sancıları çekerken, gerek felsefi açılımlarla, gerek kadim öğretilerin yardımıyla hep şu üçünü; beden, zihin ve ruhu birbirine yaklaştırmayı, sonra da hepsini bütüne bağlamayı anlatıp durmuşlardır. İyi de bunca öğretinin, inanç sistemlerine yerleştirilmiş bilginin, egzersizin, ibadetin neden toplumun küçük bir kesimi tarafından kullanıldığını ve diğerlerinin bu sırdan neden hiç faydalanamadığını düşündünüz mü hiç?
Aslında gözümüzün önündekini görmeme eğilimimizin bir uzantısı bütün bunlar! Her zaman en kıymetli, en faydalı, en derin olana kavuşmak uğruna mutlaka debelenilmesi gerektiği, muhakkak bir yerlerde gizli saklı olduğu yanılgısı var bilinçaltımızda. Eğer kolay bulunur, hemencecik görünüp kavranır olursa değersizmiş hissine kapılıyoruz. Oysa hiç öyle değil gerçek. En çok işimize yarayacak ne kadar bilgi varsa hemen hemen tamamı gözümüzün önünde! Sadece bizim ona bakmamızı, ama öyle otomatikten bir göz atma şeklinde değil, sahiden bakmamızı bekliyor.
Düşünün, Mevlana ne tavsiye etmiş? "Az ye, az uyu, az konuş." Bunu defalarca mesellerin içinde, ard arda gelen öğüt içeren dizelerinde durmadan, bıkmadan anlatmış. Hayat hikayesinde görüyoruz ki kendisi de ancak üç dört kaşık, ölmeyecek kadar yemek yermiş. Hakikaten de az uyur ve az konuşurmuş. Bu ne demek? Bütünün içindeki varlığına yakınlaşmak için olur olmaz enerji sarfiyatından kaçınmak, hakkı olanla yetinerek daima varoluştaki yerini, anlamını, gerçekliğini korumak demek!
İster islami açıdan bakın, ister diğer kadim dinlere göz atın, oburluk hep günahtır. İyi de bu günahtan kaçınmak için asıl görülmesi gereken nedir? Günaha iten nedir? Oburluğa meydan veren o doyurulamaz dipsiz boşluk nedir?
İşte burası sır perdesinin aralandığı yer. Diyet yapmayacaksınız! Katiyen diyet falan yok! Nasıl bedeninizin dışını temiz tutuyorsanız, nasıl kimseyi incitmemek adına kelimelerinizi seçiyorsanız, evinizi havalandırıp, nevresimleri değiştiriyorsanız, aynı özeni içinize de göstererek en basit adımla başlayacaksınız. Yıllarca beslemediğiniz, açlıktan kıvrandırdığınız ve içine şuursuzca çer çöp doldurduğunuz sistemi layığına uygun, kutsal bir tapınak olduğunu anımsayarak renkli, neşeli, faydalı yiyeceklerle "tamam doydum "dediği ana kadar ve her acıktığında şölen sofraları kurarak doyuracaksınız.
Tavsiyem oburluk değil, sarkacın diğer ucuna savrulmayalım lütfen. Üzerinde renkli peçeteler, çiçekler olan sofralardan bahsediyorum. İçinizi şenlendiren salata tabaklarından, envai çeşit peynirden, zeytinden, cevizden bahsediyorum. Elbette haddini aşmayan bir hayvansal protein tüketimini de vegan arkadaşlara bir selam göndererek ekliyorum.
Benim hikayeme dönersek, zihnen ve ruhen tatminsizliğimin, açlıktan geberiyor oluşumun gerçek nedeninin durmadan yanlış yiyecekleri içime tepiştirmek olduğunu, aslında doyma hissine dair bir tür azap çektiğimi ve bu yüzden de kendimi iyi şeylerle değil, ödül ve lezzet adı altında adeta cezalandırıcı yiyeceklerle, bir tür çöple beslediğimi yeni fark ettim!
Yıllardır yedi cihana sağlıklı yiyecek taşıyan ben, acaba neden kendime bok muamelesi yapıyordum??? Büyük bir soru değil mi? İşin güzel tarafı ne zaman büyük bir soru sormaya kıçınız yese, onun basit ve billur sulara benzeyen cevabı hemen gelip, içinizi yıkıyor. Benim için de tam olarak böyle oldu.
Belki burada yazmışımdır veya yazmamışımdır unuttum. Benim babam ben dokuz yaşımdayken böbrek kanserinden öldü. Son ameliyatını İsviçre'de kanser araştırmalarında dönemi için oldukça önemli bir hastanede olmuştu. Orada kaldığı süreye dair iki şey çok belirgin olarak hafızamdadır; biri onu telefona çağırmak için ezberlediğim Fransızca cümle, ikincisi yazdığım ve ona postalanmayan kart.
O kartı düşünmeyeli yıllar olmuştu. Hatta yazdıklarımın ne anlama geldiğinin de hiç farkında değildim. Kartta babama annemler konuşurken, yemek yemesi gerektiğini duyduğumu - çünkü her kanser hastası gibi iştahı yoktu ve kilo kaybediyordu- yemezse öleceğini yazmıştım. Çocuktum, gerçeği söylemekte sakınca görmemiştim.
Uzun seneler geçti o zamanların üzerinden ve bir gün atalardan kalan miras üzerine yazılmış bir kitabı* okurken, içindeki basit sorulara cevap veriyordum. Tam da Theodora'nın benimle yaşamaya başladığı zamanlardı. Aslında ip orada koptu. Cevaplarımdan birinde "çok yemek yersem ölmem!" kodunu gördüm! Şoke oldum. Nasıl yani???
Hemen Jasmin'i aradım. Olan biteni anlattım. Korkunç bir yüzleşme ve yerlerde sürünmenin ardından bu inanılmaz fark edişle öylece kala kaldım. Kaldırılmamış cenazem, tutulmamış yasım ve yanlış kodladığım, asla doymayacak bir boşluk!
Ölüm, terkediliş ve yemek!
Sonra yine gündelik hayatın içinde bildiğim yanlış döngüye, ezberime döndüm... Öyle ha dediğinde çıkılmıyordu ki güvenli alandan... Şimdi şimdi anlıyorum, bazen en değerli uyanışa bile çalan alarmı durdurup uykuya dönercesine ilgisiz kalabiliyoruz. Malum, insan çok karmaşık, her daim nefsine yenilmeye hazır, ilginç bir makine. Çoğu zaman da otomatikte ve ezberinde ne yazık ki...
Velhasıl geçtiğimiz yılın sonunda duygusal olarak ağzıma sıçmayı bir kez daha başaran - neden böyle bir laf ettin derseniz, ağzınıza sıçana kızmak yerine, artık kapatın ağzınızı, ben öyle yaptım demek için derim:))-, nicedir dengemi ellerine bıraktığım bir zatın yarattığı yıkıntının altında debelenirken de, elbette güçlenmekle ilgili yanlış koda, beni minik minik yok eden ezberime tutundum. İçimdeki derin çukuru olur olmaz yiyeceklerle tıka basa doldurmaya başladım. İş o kadar çığrından çıktı ki, bir kez daha boşanma kiloma geldim. İşler sarpa sardığında, duygusal olarak hayatı kabullenemediğimde güçlü hissetmek adına bulduğumu yiyor, içiyordum. İşin hazin yanı yediklerimin bir tanesi bile bedenime zerre kadar faydalı ve doğru besin değildi çünkü bir taraftan da problemi çözemediğim, olanı olan haliyle kabul edemediğimden başarısız hissediyor ve ölmek istiyordum!
Hiç göründüğü kadar bağlı değildim yaşama, bilinç altımdaki bir mesaj durmadan "öl de bitsin!" diyordu sanki. Her lokmamım korkak bir intiharcının eylemi olduğunu şimdi şimdi görebiliyorum..... Ne garip değil mi? Oysa paket paket çikolataların beni yaşama bağladığını, bir an için mutlu ettiğini sanıyordum...
Bütün bu uzun uzun anlatmak istediğim süreçlerin her biri ayrı yazı aslında ama sonunda şu oldu, Ramazan'ın sunduğu arınmaya dahil olmak niyeti içimde çok büyüdü. Dayatılmış, geleneksel bir islami formda değilse de, inançlı bir ruhla bu defa niyetim niyetti. Sahip çıkacaktım kendime.
Ben bu niyete durduğum an, yaratıcı da niyetimi mümkün kılacak uyanışa müsade etti desem? O saniyeden başlayarak güzel şeyler yemeye içmeye başladım. Çok değerli bir dostum ve kardeşi bu serüvende bana inanılmaz destek verdiler, hala da veriyorlar. Veee ben de onlardan gelen bu dost rüzgarı öğrencilerime üflemeye başladım.
Şimdilerde bu rüzgarın ılık, güvenli esintisinde belki de ilk kez yanlış ezberlerle karnımızı doyurmuyoruz. Birbirinden lezzetli besinler yardımıyla gerçek bir fiziksel doyum yaşıyor** ve günden günden değişen kimyamızın ruhsal gelişimimiz üzerindeki etkisini zevkle izliyoruz. Her lokmadan keyif almak, bunu sofraya getirmemize izin verene minnetle yemek ne büyük bir tatminmiş!
Eğer şişmansanız, şunu iyi bilin ve bana inanın, çok yemek sizi asla öldürmeyecek. Modern tıp ve dayatılan sağlıklı yaşam reçeteleri ( diyetisyenler, spor salonları, spa ve klinikler... ) cebinizdeki son kuruşa kadar alacak ve ne yapıp edip, sizi sürünerek de olsa yaşatacaklar. Ama asıl gözden kaçan şu ki daha da artacak açlık çünkü siz aslında açlıktan ölmek üzeresiniz ve yemeyi seçtiğiniz her şey yanlış! O yüzden katiyen doymuyorsunuz.
Doğru nefes gibi, doğru besinler de önce kabuğu/bedeni, ardından da zihni ve ruhu şifalandıracaktır. Müthiş bir zincirleme reaksiyon bu! Bu yüzden oruç büyülü bişi, onu ayrıca yazacağım. Yazıyı toparlarsak diyeceğim şu ki, her şey daha anlamlı olsa, o derin boşluk bi tarafınızda olmasa hoşunuza gider mi, gitmez mi??
He ya, onu diyorum, gel "kendineiyibakanlar" a katıl.
Vee niyetim şöyle; yeni beslenme terbiyem hakkında, beslenmekle başlayan zihinsel ve ruhsal uyanışlar hakkında canımın istediği gibi yazmaya devam edeceğim. Hatta bu keyifli macerayı paylaşırken yıllar önce Sadık Yemni ile yaptığım söyleşide verdiği tavsiyeyi tutarak ( yazdıklarını okusunlar istiyorsan soyun demişti) sansürsüz yazacağım, don sütyen duracağım yazdıklarımın arkasında.
Meydan okumaysa meydan okuma. Hadi gel!
devam edeceğim....
* Seninle Başlamadı
** Victor lu günlerimi yazacağım buraya.