İnci'ye büyük bir teşekkürle....
"YOGA BİR İÇE DÖNÜŞTÜR.TAMAMEN DÖNÜŞ HAKKINDADIR.GELECEĞE DOĞRU İLERLEMEDİĞİN VE GEÇMİŞE DOĞRU HAREKET ETMEDİĞİN TAKDİRDE, KENDİ İÇİNDE HAREKET ETMEYE BAŞLARSIN.ÇÜNKÜ VARLIĞIN BURADA VE ŞİMDİDİR, GELECEKTE DEĞİLDİR" OSHO
İnci'ye büyük bir teşekkürle....
Günaydın,
Bu sabah saat beş sularında uyandım. Henüz postalamayacağım ve asla yayınlamayacağım bir iki yazı sonrasında tekrar uyumuşum. Bir sonraki uyanış yedi civarıydı. Mecburen kalktım. Balkondaki kediler acıkmıştı, evdeki desen yeni mamasına bayılmış ve daha çok vermem için avaz avaz bağırıyordu.
Sabah rutinimin biraz ( biraz mı? Epeyce!!! ) robotlaşmasına bozularak, hepsini hallettim. Niyetim çok özlediğim kız arkadaşlarım hakkında yazmaya başladığım yazıyı tamamlamaktı ama o coşkuyu bulamadım. Sabahın bu saatlerinde ne müzikti aklımdan geçen, ne de özlem. Çok derinden gelen inşaat gürültüsüne eklenen buz gibi havanın tek düşündürdüğü Juno'nun bu sabah yazdıklarıydı...
Yazı şöyle başlıyor; insanın hayali yalnızlığını paylaşmak, sıkıntısı ise kalbini açık tutamamaktır.
Juno okumayı seviyorum. Ölümün sınırlarında dolanmaya başlamadan evvel de seviyordum. Biliyorum ki derin sularda yüzmenin bedeli var ve Juno şu sıralarda bunu ödeyen güçlü bir varlık. Mutlaka fiziki bir son gerekmiyor yeniden doğuma, hepimiz biliyoruz. Bilerek veya bilmeyerek birbirimizi, çoğu zaman da kendimizi yavaş yavaş öldürüyor ve sonra yine kendimize ebelik ederek tazelikle geri dönüyoruz. Doğuyor, doğuruyoruz.
Sahi kaç kez ölür ki insan?
Çok şişmanladım. Kişisel tarihimdeki rekor kiloma ulaştım. Biriniz yokuştan yuvarlasa, üçünüz aşağıda tutamazsınız! O kadar yani. Sebebi de malum, bir kez daha kendimi doğurmam gerekiyor. Daha değil, daha zaman var diyerek ne kadar, nereye kadar kaçsam da bu mutlak sonu sadece erteleyebilirim... Ki o da nereye kadar?
En son boşanırken bu kiloya ulaşmıştım. Mutsuzluğumu doğurup, yenilenmeye ihtiyacım vardı. Birkaç ay kıvrandım fakat başardım. Peki bu ne? Şimdi gün be gün karnımda şişen, kan basıncımı hırpalayan şey nedir? Kimdir? Elbette biliyorum ne. Bilincim, ruhum, her hücrem tanıyor içimdekini.
İsteğim bu doğumun kansız gerçekleşmesi. Sancısız değil tabii ama kansız. Juno diyor ya bu sabah, kalbini açmak, kendini ortaya koymaktan korkmamak, güç oyunlarına gerek duymamak ve şefkatle yaklaşmak... Bu doğuma işte böyle yaklaşmak istiyorum. Hem ebesiyim yaşananların, hem doğuranı, hem doğanı.
O yüzden durmadan yazıyorum. Er geç mektuplardan birini, muhtemelen de az evvel yazdığımı postalayacağım. Çünkü bu duygu çok fazla. Küller küllere, anılar anılara karışmalı ki, günün yavaş yavaş aydınlanması gibi hafiflesin varlığım. Eğer öbür hayat yarından evvel gelirse valizim hazır olsun istiyorum.*
Şimdi gerçek yazıya dönüyorum. Burada yeteri kadar ısındığımıza göre, sıcacık kelimelerimi alıp, süslü kurabiyeler pişirmeye gidebilirim.
Güzel geçsin gün...
*bezen öbür hayat yarından önce gelir. zen atasözü
Kız arkadaşlarımı çok özledim.... Oya Ayman... Geçen sene bu zamanlar altı yüz metre yüksekteki kulübende ne kadar mutluyduk. Gezdiğimiz köyler, eve dönüp kuzinede pişirdiğimiz kestaneler. Birlikte reçel pişirmek, odun taşımak... Victor'u konuşabilmenin huzuru, içimizi yıkayan gözyaşlarımız. Aynı şarkıyı sevdiğimizi itiraf edip, bağıra çağıra söylememiz ve uçurum kenarlarında dolanmamız! Korkuya rağmen cesaretimiz, kayıplara karşı elde kalan hazinemiz.
Yaşamayı özlediğim hayatın, bir zamanlar sahip olduğum sonsuz mutluluğun tekrar bana dönebileceğine inandırdın beni.... Nasıl teşekkür edeyim ki...
Şarkımız mı? Viva Forever!
Suat Yurtalan... Kraliçem. Yaratıcılığı önünde sonsuza dek secde edeceğim insanım. İnsan kadınım. Ah şimdi yanında olsam, bana yine yepyeni bir şey öğretsen, anlattıklarınla büyülensem. Dünya'nın en güzel insanına bakmanın, yamacında dinlenmenin huzurunu yaşasam. Sağır Bahçe'nin ikimize özel saatlerinde saatlerce okusak, üretsek, film izlesek. Her şey dışaıda biz "Kalk kız bahçeyi sula" desen:)) Esma gelip bize kahvaltı hazırlasa, pazara gitsek be Suat. Çok seviyorum seni...
Şarkımız mı?
Ghir Enta.
Tuna Poyrazoğlu ve Judith Agi Kirişoğlu... Ah be, ne çaldık hayattan yahu! Çarli'nin Melekleri olarak az bile yaptık! Çok seviyorum sizi. Birlikte olduğumuz her gün başka güzel, bambaşka derin. Çok çektik be:))) Sizi bir paragrafta yazamam kızlar, bu ilişkide çok şey var. Bi kere Queen var be ya! Ferzan var. Söz veriyorum bir daha üçümüz dışarı çıktığımızda ruj da süreceğim, dans da edeceğim. Affedin beceriksizliğimi, utangaçlığımı. Kocaman öpüyorum!
Ama bu ekibe en az iki şarkı.
Bohemian Rhapsody veeee Sorry I'm a Lady :))
Jasmin Özlem... Uzaklardaki kızkardeşim. Tam Noel gelirken sensiz ne kadar eksiğim. Bizim aramızda paketler, kurabiyeler gidip gelmeyecekse Noel ne ki? Ama nefis bir vişne likörü yaptık! Zoom da birlikte içelim mi?
Onca yıldan sonra bize de en az iki şarkı... Sabaha kadar porto içip seksenler dinlediğimiz gecenin anısına elbette Such A Shame!
Ve George'a.. Last Chirstmas. Son Noelimiz miydi sahiden? Almanya'da üşümeyi özledim. Esslingen Ortaçağ Pazarı olmadan ne ki noel? Pan yok, sen yoksun...
Günaydın:)
Nereden geliyor bu sabah tebessümü derseniz, ben genelde iyi başlarım güne. Özellikle moralimi bozacak bir şey yoksa, sakin sakin kalkar kahvemi hazırlar, odamı havalandırırım. Sonra da kedileri besleyerek, yazarak okuyarak yavaş yavaş açılırım. Bu yüzden, eğer erken saatte bir yere gideceksem, sırf sabah rutinimden azaltmamak için daha da erken kalkarım. Son günlerde öyle ilginç makaleler okudum ki, bu erken uyanma işini azıtıp gözümü sabah namazı saatine diktim, hadi hayırlısı:)
Güne neşeli ve erken başlama hali bende ışığın azalması gibi azalır saatler ilerledikçe. Öğleden sonra uykum gelir, hatta evdeysem uyuduğum da olur ve akşam yediden sonra enerjim neredeyse yarıya düşer.
Yazı yazarken de öyle olduğunu fark ettim geçen hafta. Özellikle dikkatimi toplayıp yazabildiğim saatler varmış. Açıkçası blog yazılarım nadiren o saatlerden nasiplenmiş.
2007 Yılında Külkedisi'nin teşvikiyle açılmıştı blog. Düzenli yazdığım zamanlarda pek çok güzel insanla tanışmama ve onların yazdıklarını okumama da vesile olmuştu. Sonra sonra her ne olduysa, neşemden ve hoşuma giden şeylerden çok çözümsüzlüğümü dile getirdiğim bir ağlama, mızmızlanma odasına dönüştü. Ne zaman zorlandığım bir duygu veya düşünceyle dolsam, gelip buraya kustum. Yazının rehabilitasyon değerini yanlış anlamış olmak bana epeyce vakit kaybettirdi. Yani kendim çaldım, kendim oynadım. Gerçekte ne yazmak istediğimi, yazıdaki potansiyelimi oluşturamadan, sınırlarımı keşfedemeden olası bir eserin üstünü kapatıyordum sanki.
İnsanın varoluş serüveninde türlü türlü ve defalarca yaşanan uyanma hallerine bir yenisi daha eklenince, hep aynı müziği dinlemediğim gibi, ya da değişen mevsimlere uygun kıyafetleri seçebildiğim gibi, yazıda da blog ile günlüğümü, günlüğüm ile seyahat defterlerimi, defterlerle bir gün basılmasını hayal ettiklerimi ayırabileceğimi anladım. Hatta anlamakla kalmayıp, her birine farklı bir çalışma saati yaratmam gerektiğini gördüm.
Baktığımı görmeye karar verip yazıyla ilişkimi, yeteneğimi sorgulamak ve sınırlarımı genişletmek isteyince de, niyetime göre şekillenmeye başladı hayat. Tabii ki hiç şaşırmadım.
Son günlerde kendimi, geçmişini renkli renkli şifon örtüler altına saklamış yaşlı bir sihirbaz gibi hissediyorum. Başa çıkamadığım duygularımı, yenişemediğim terk edilişlerimi, yaslarımı, gözyaşlarımı öyle ustaca gizlemişim ki, neyi nereye koyduğumu, kimi nasıl yaftaladığımı, hatta ne hissettiğimi ciddi ciddi unutmuşum! Donmuşum. Uyumuşum. Hatta geçici körlük yaşamışım. Artık ne dersen.
Şimdi tek tek örtüleri kaldırıyorum ve görüyorum ki öykü içinde öykü var geçmişimde. Ah nasıl güzeller! Şimdiden üç klasör oldular. Aklıma geleni büyük bir keyifle yazıyorum. Anneme soracaklarımı kenara karalıyor, bana bir şey olursa neyin kime emanet edileceğini özenle not ediyorum.
Yeteneklerimle tanışıyorum. Yazmaktan bahsetmiyorum, saklamayı işaret ediyorum:) Müthiş bir saklayıcı olduğumu gülümseyerek kabul ediyor ve her örtünün altındakine hakkını teslim ediyorum.
Yaşamak biraz da yaşanmışlıklarla helalleşmekse eğer bunu yazı üzerinden keyifle yapıyorum. Tüm kararlarım ve kararsızlıklarım için kendime şefkat gösteriyorum.
Hayatla dansımın adımları bir bir, gün gün değişirken, istisnasız her dakikaya minnet doluyorum. Diyeceğim o ki sabah sabah blog yazarak kahve içmeyi yazının ısınma egzersizi olarak acayip seviyorum:) Kahvem bittiğine göre, başka bir örtüyü kaldırmaya gidiyorum.
Dışımızdaki karanlık, ruhun ışığını
arttırsın, gözyaşları hazineye götürsün, saklı olan kuytulardan çıksın. Yeni
Ay, yenilenen dileklerin, cesaretle kucaklanan döngünün, asla tekrarı olmayan
zamanların farkındalığıyla yükselsin.
O kadar çok orman hikayesi yazdım ki
ben, sonunda hepsinin birbirini tekrarlamasından sıkıldım. Durmadan
ormanlardan, kadim ağaçlardan, büyülü dev dalgalardan, kimsenin nerede olduğunu
bilmediği deniz fenerlerinden bahsettim.
Hoyratlık ettim. Hem kendime, hem de benim iç sularımda seyirde olan diğerlerine… Kurguyla gerçeği birbirinden ayıramayacak kadar karışmıştım. Ne zaman ayırmaya kalksam, annemin balkonda büyüttüğü arapsaçı gibi çözüldüğümde kuruyordum!
Olan bitene boyun eğdiğimde geldi
saklı olan. Kırgınlıklarımı, ateşli silahlarımı ve alev saçan kelimelerimi kontrol
edebildiğimde gördüm gerçeği. Hepsi benim eserimdi. Etrafımda yaşanan her şeyi oya gibi işlemiştim. Yaratımın tüm aşamalarında yer alıp, sonra
beğenmemezlik etmiştim.
Neyse ne işte. İster travma diyelim,
istersen kader döngüsü. Kimseyi benden ayrı, bana rağmen bir eyleme zorlayamazdım.
Değişim isteği ve cesareti olan, çarkı beğendiği yerde durdurma kudreti olan
yalnızca bendim.
Şimdi, bu uyanışla kurguyu kurguya,
gerçeği gerçeğe teslim ediyorum. Yazarken göstermeye alışık olmadığım özenle
yazıyorum. Kendi metnimde hem işçi, hem yazar, hem de editör olmayı
deneyimliyorum. Hayata da bu dikkatle, öfkeden ve tüm ezberlerden uzak, sakin
ve uyanık bakmaya çalışıyorum. Beni eski ezberlere çekecek üslupsuz, sevgisiz
ifadelere, insanlara kapım kapalı. Yeniyi seçmeyene, yenilenmeyene yer yok
kalan ömrümde.
Beni, kontrol edemediği bilinçaltı ve
sebebi olmadığım kayıplarının öfkesiyle cayır cayır yakmaya çalışan insanlara, sana Naci özellikle sana yer yok hayatımda. Artık benim üretme zamanım, yaşama ve yaşatma vaktim. Seni iyi kılmak benim işim değil.
Yeniyi, yenilenmeyi, dertleşmeyi,
şeffaflığı, birbirimizin yarasını beresini sarıp, yeteneklerini parlatmayı
bilenlerle kalmayı seçiyorum. Diğerleri için yapabileceğim bir şey yok. Eskiye,
öfkeye, akıl ve paraya tutunup, bir ömrü yanılsamalarla geçirmekse bazılarınızın
arzusu, bir zamanların hatırına onları da öyle kabul edip bırakıyorum.
Elbette arzum bu değil ama olmayacak duaya amin demeyi sonlandırıyorum.
Bak ne diyeceğim sana, bitki eksene bugün,
çoraplarını çıkart serin toprağa bas. Keşke bu yazıyı okumadan evvel en güzelinden
bir kahve yapmış olsan kendine. Kalbinin derinliklerine bak. Kadın ve erkek olmanın
ötesindeki bizi gör, varlığın özünü hisset. Karşılaşmanın sebebini keşfet. Şifaya,
saf sevgiye, samimiyetle günahları sevip okşamaya, sımsıkı sarılıp yeniden
güvenmeye tamam dersen bugün tam zamanı. Bugün ya da hiç.
Tüm dökümü yapıp, yenilenmek için son
teklifti.
Yenilenirken, yeniyi seçerken kendini kabul edenlere katılıyorum. Kervan sabah 08.08 de kalktı. Gün kararmadan karar vermelisin, bizimle, benimle ışığın, aydınlığın deneyimlerine mi açılacaksın, yoksa bir dakika mutluluk satın alamadığın altın madenini işlemeye devam mı edeceksin? Yargısız, ezber bozan yeni bir başlangıç diliyorum hepimize.
Uyansan keşke!
İplikçikler... Sihirlidir. Bizi birbirimize, hepimizi bire bağlayan, ayırmakta değil, birleştirmekte maharetli ustalardır.. Şimdilerde ne güzel işliyor sistem, nasıl da hayran bırakıyor kendine. Dışarıda kim bilir kimlerin dünyevi arzularına hizmet eden dev bir karmaşa tüm hızıyla sürerken, içimizde yatağını bulmuş, usul usul akan ırmaklar var. İşte onlar hep buluyor yolunu! Sana, bana ve tüm direnişe rağmen, kazanan hep bilinmeyenin gizemi oluyor.
İçim sevinç dolu. Anlamaya başlamanın, anlatmaya cesaret etmenin, sevmenin ve sevilebilmenin, tüm korkaklar adına canavarlarla dans edebilmenin neşesi var bedenimde. Kayıplarımın nasıl da kazanç olduğunu anlamanın hafifliğiyle dolu soluduğum hava.
Doymak bilmez bir oburlukla öğreniyorum kendimi. Geçmiş ve geleceğin olmadığı, zamandan ve mekandan bağımsız bir bilme halindeyim. Vesile olan tüm varlıkları seve seve misafir ediyorum evimde. Arkalarındaki ışığı görüyorum, onlara sırtımdaki kanatları , uzayan dişlerini, perdelenen ayak parmaklarımı gösteriyorum.
Birlikte yükseliyoruz. Öyle güzel ki burası, küresel ısınmanın, kıtlığın, salgın hastalıkların ve arsızlığın çok çok üzerindeyiz. Burada ne dövize endekslidir mutluluk, ne de birkaç gram altına değişilir sevgi.
Bugün günlerden geometri. Bugün öğrenme canavarına kare, dikdörtgen, daire ve üçgen verdik. Al, sana da veriyorum aynılarını. Lütfen bana mutlu bir resim yap dört geometrik şekilden! İçine huzur koy, kabul koy, merhamet koy ve şiddetsizlik eklle. Bir gece yastığın altında beklet. Sabah kalktığında bir daha nefessiz hissetmeyeceksin. Gözlerin çok iyi görecek, kulakların çok iyi duyacak. Bizim buralarda kokan hafiflik ve ferahlık sizin oralarda da hissedilecek. Al, al sana dört geometrik şekil, hadi güzel bir hayal, güzel bir hayat kur kendine.
Güzel bir hayat.
Hepimizin korkuları depreşti. İçimizdeki odaların kapıları, pencereleri açıldı. Ortaya saçılan yaşanmışlıklar artık saklanmak istemiyor, bırakıldığı yere sığmıyor hayat. Görülmek, temize çekilmek istiyor. Aksel "neden sakladın, yak artık onları" dediğinde, baharda yemyeşil parlayan ağaçların, sonbaharda alev alev yanan yapraklarını düşündüm.
İnsan neden bir ağaç gibi kabulde değildir?
Sevdiklerimi kaybetmekten çok korkarım ben, ki defalarca yaşadığım düşünülürse çoktan alışmış olmam beklenirdi. Ama olmadı. Alışmak olan bitene duyarsızlaştıran bir şeyse eğer, ben hiç alışamadım.
Rüyalarımın kabusa döndüğü bir geceden uyandım. Kırgınlıklarımdan, korkularımdan bir senaryo yazıp, bütün gece oynadığımdan sabah çok yorgunum. Kah ağladım, kah hesaplaştım. Oyuncak bebeklerini konuşturan, duygusunu düşüncesini ancak onların dilinden ifade edebilen küçük bir kız çocuğu gibi cılızlaştım..
Rüyam konuştu, ben dinledim.
O kadar uzun, öyle yoğundu ki gördüklerim, kasılmış sol kürek kemiğim, tüm endişelerini burun deliklerinden çıkartmaya çalışan bilincim ve hırpalanmış bitkin bir bedenle merhaba dedim sabaha.
Kederli değilim, kabuldeyim. Fakat bilmediğim sular buralar, endişemi yüzeyde tutup, umudumu boğmaktan çok korkuyorum.
İnsan ne güçlü bir canlı mirim, ne çok canı var! Çocukken yakan top diye bir oyun oynardık, topu kucaklamayı başaran oyuncu vurulsa bile oyuna devam etme hakkı olurdu. İşte insan tam yakan toptaki gibi yaşıyor şu dünyada; çok canı var, hatta ekstra canları bile var ve nasıl bir döngüdür ki öl öl bitmiyor! Ortada durmadan kucaklanan bir alev topu tüm deneyimlerimiz.
Ve tabii doğ doğ, o da bitmiyor.
Birkaç aydır travmaya duyarlı yoga teknikleri üzerine yoğun okumalar yapıyor, değerli bir psikologla toplantılar düzenleyip, arkadaşlarım üzerine pratikler uygulayarak tam da bu ölüp ölüp dirilmeleri anlamaya çalışıyoruz.
Öyle güzel bir iş ki benim ki, yani eşelenmek, çünkü insanı yerden yere vurup canına okuyabildiği gibi, bir kuş kadar hür ve hafif de kılabiliyor. Birgün ucu bucağı olmayan çöllerde sürünürken, ertesi hafta engin denizlere yelken açabiliyorsun. Bütün bu anlattıklarım yoga/eşelenmesi.
İnsanın, içini kurcalaması rutin ev temizliği gibi olmalı aslında; eskimiş ve nicedir kullanmadığımız eşyalardan vazgeçer gibi vazgeçilmeli arkada kalmış duygu ve düşüncelerden. Bir Zen düşünürü "duygu ve düşünceler evinize gelen misafirler gibidir. Hatta bazen davetsiz gelir ve düşündüğümüzden uzun kalırlar. Çay ikram etmeyin!"der.
Ne güzel değil mi? Meditasyon kafası da budur zaten. Kapıları kapatmak, gelen duygu ve düşünceyle savaşmak değildir önerilen, aksine geleni görmek, görünme ihtiyacını bilmek ama tepene çıkmasına, hayatında olur olmaz güç kullanmasına yani kamp kurmasına zemin hazırlamamaktır.
Bu denli basit, uygulanabilir bir öneri, neden böylesine zorlar ki bizi?
İnsan nefis bir bilinemez.
Bugün derse başlarken öğrencim öyle güzel bir farkındalığını paylaştı ki, içim şenlendi. Zaten kendine sağır biri değildi ama bedeni aracılığıyla o kadar güzel bir noktaya değmişti ki bakışları, of! En değerli kelimelerini kilitleyen, anahtarı da suya atan bir cinden bahsetti bana. Cini bulmuş, gözlerinin içine bakmış ve anahtarları geri almıştı. Şimdi sıra dalıp kutuyu çıkartmaya gelmişti. Ama yapacak, belli.
Çok sevindim. Vay arkadaş dedim içimden, amma cin, ne çok hayalet varmış kuytu köşede! Canavarlar, hendeklerde gezen timsahlar, kurt adamlarla doluymuş geçmişlerimiz.. Nasıl yaşamışız biz onca yıl bu kadar büyük bir enerji israfıyla! Ne kadar büyütmüşüz basit ilişkileri gözümüzde, ne çok duygu atfetmiş, ne çok mücevher takıp takıştırmışız gömmeye kıyamadığımız ölülerimize! Onlara da yük olmuşuz, kendimize de.
Oh diyorum oh be, nihayet yaşamadan ölmeyeceğiz şu güzel dünyada! Ne mutlu ki uyanıyoruz, ne şanslıyız ki bu uyanışta mis gibi kahveler içtiğimiz ruhlarla beraberiz. Artık ölümden korkmuyoruz. Defalarca öleceğiz, öleceğiz tabii, yoksa nasıl doğacağız ki?
Çok şükür, yüz şükür ve de amin diyorum.
NOt: Bugün kedikonduların üç tanesini tamamladım. Neden bunu yazıyorum, çünkü hala akıllanmadığım konular var. İdrak bir geceden ertesi sabaha ve tüm olaylar için aynı anda olamıyor... Kedilerin insan eli değer müdahaleleri tercih etmediklerini biliyorum. Ama yine de sırf kendi vicdanımı rahatlatmak için barınaklar inşa ediyorum.