Çok eskiden, tanıdığım ünlü bir şair vardı, İlhan Berk. Zaman zaman denk geldiğimizde birlikte yürürdük. Daha doğrusu onun günlük rutinine misafir olurdum. İlginç biriydi. Kasabanın kıyı şeridini teftişten kendisi sorumluymuşçasına her gün, hemen hemen aynı saatlerde tüm kıyı şeridini hiç telaşa düşmeden, tadına vara vara yürürdü.. Bazen Aleko'nun Kahvesi'nde otururken önümden geçerdi. Yanına gidip bölmezdim ayinini, sezerdim tek başınalığından aldığı keyfi. Onu ufukta kaybolana kadar izlerdim. Latince bir cümlenin bedenlenmiş hali gibi görünürdü gözüme;
festina lente. Yavaşça acele et!
Beni ona mıknatıs gibi çeken en değerli şey, şiir ve resimden bahsederken aşk ve ciddiyetle titreşen kelimeleriydi. Üstelik aynı denize vurgunduk. Bütün bunları birleştirince paylaştığımız atmosfer değişirdi. Aramızdaki yaş farkına inat benden çok daha sıkı tutunuyordu hayatın aydınlığına. Sanata, doğaya ve tabii aşka.
Ona imrenirdim.
Beraber yürürken öyle ilginç bir şey söylerdi ki bazen, beni gerçeklikten, daha fenası anlattıklarından kopartır, kendi dünyama savururdu. O sabah da her ne dediyse, La fontaine fabllarından birine gitmişti aklım. Pek çok insanın birkaç dakika sohbet edebilmek için kim bilir neler vereceği kıymetli bir sanatçıyla, gezegenin en güzel kasabalarından birinde yürüyüş yapıyordum fakat bilinmez bir sebepten ikimizi cadılar bayramında şeker toplamaya çıkan çocuklar gibi, tavşan ve kaplumbağa kostümü içinde hayal etmeye başlamıştım.
Koskoca şairi ve kendimi o tuhaf kostümlerle canlandırmakta ısrar ettikçe içimden durdurulması imkansız bir kahkaha yükseliyordu. Elbette gülmüyordum ama dudağımı öyle bir ısırıyordum ki, kanatmak üzerindeydim.
Hayal dünyamda çoştukça coşuyor, bize birer kostüm giydirmekle yetinmeyip metaforlar yaratıyordum. Karakterlerimize dair ayrıntılar üşüşüyordu beynime. İki insan değildik artık, dağ tepe aşan iki yaratığa dönüşmüştük. Ben, tüyleri tutuşmuşçasına koşan, durduğunda bile yerinde zıplayan kızıl bir tavşandım. O, ağır ağır ama devamlı yol alan, defalarca zirvelere tırmanıp bayır aşağı yuvarlanmış bilge kaplumbağa.
Festina lente nin beden bulmuş hali!
Aradan uzun yıllar geçti. Birlikte nice kıymetli sohbetimiz, bolca yürüyüşümüz oldu. Sonra araya benim o mavi kasabaya içimin kırıldığı yıllar girdi. Bütün o küskün senelerde ben olduğum yerde zıplamaya, o ise aydınlığa tutunarak üretmeye devam etti. Hiç telefonla konuşmazdık. Onu dünya gözüyle bir daha göremedim. Ancak ellerimi cayır cayır yakan büyük bir hikaye bıraktı avuçlarıma. Nicedir kasabanın dilinde dolaşan o tuhaf fısıltı, yolları, yılları aşıp, denizlerin arasından geçip kulaklarıma ulaşmıştı.
Koca koca kelimelerin, sabırla yaratılan resimlerin şairi, bir konuda fena gölgelemişti hayatın ışığını. Şüphesiz onun da pek çok başarılı insan gibi aç ruhlara cazip geldiği anları olmuştur. İnsandı. Buraya kadarını anladım elbette. Ancak beni asıl yakan, kasıp kavuran, aşkla kırılan bir ruhun son sözleriydi. Şairin gidişi karşısında hissettiğim keder o birkaç kelime yüzünden alabora olmuştu. Tam yasını tutacakken, kadınca bir serzeniş tüm varlığımı titretti. Karıştım.
Yasımı denize bıraktım, titrememi şefkatle kucakladım.
Kasabada kulaktan kulağa fısıldanan rivayete göre uzun yıllar boyunca ona yol arkadaşı olan eşi kötü hastalığın pençesinde son zamanlarını geçirirken şairi odasına kabul etmemişti. "Onu affetmiyorum, görmek de istemiyorum" diyordu. Her şeye yavaşça acele eden adam, hiç yılmadan onlarca kez sormuştu, neden, neydi affedilemez hatası? Özür dilemek istiyordu, eşini görmek ve ellerini tutmak istiyordu belki...
Nihayet nice sonra, yaşamın kıyısından bir ses gelmişti. Odanın derinliklerinden, çarşafın kıvrımından, bir kadının derin kederinden beklenen cevap "Onu koca bir hayat için affetmiyorum!"
Bu cümleyi ilk duyduğum an bastığım yere mıhlandım. Bir kez bile sohbet etmediğim ve artık hayatta olmayan bir kadın, üzerinde kamp kurduğum acımı görünür kılmıştı. Beni şaşkına çeviren kederimizin, hatta belki de kaderimizin benzerliğiydi. Ben de onun gibi sevdiğime görünmezdim. Tıpkı o kadın gibi sevdiğimi affedemiyordum.
Ölümden ve aşktan bana kalan sınırsız karanlığın sabahında, çocuksuz ve sevgisiz geçen yaşamın tersten yazılmış satırlarında ona tek bir sözüm olabilirdi "seni koca bir hayat için affetmiyorum"
Bütün o metaforlar, sahil yürüyüşlerimiz, şiirler, resimler demek bu nedenle uçuşurmuş zihnimde! Biz ikimiz, o şairlerin şairi değerli insanla birlikte sahil boyunca neşeyle ilerlerken, içimde bir yerlerde evdeki bilge kadına bağlanmışım meğer... Bilginin ihtişamından kopuşlarım, sonsuz metaforlarda savruluşum hep bundanmış; geleceğime pusu kuran kederin sezgisiymiş.
Yaşamlarımızın ana motifi, asıl olanı bizden gizleyen tılsımlı bir örüntüsü var ben buna inanıyorum.. Doğru zaman gelmeden esas olanı göremiyoruz. İlk gençlik ömrün güvenli kıyılarından çekilmeden, bolca su yutulup ölümle koklaşıp, öpüşmeden o ana motifi sezemiyoruz. Ne zamanki eski günlerin anılarına bir görmezin parmaklarıyla dokunuyoruz, işte ancak o vakit dile geliyor sessiz kahramanlarımız. Onların kendine özgü duruşu, belli belirsiz gülümsemeleri ve havaya bıraktıkları derin dokunuşlarla nefes alıp vermeye başlıyor ve nihayet kendi gerçekliğimizde soluklanıyoruz.
Şimdilerde her aklıma düştüğünde o bir tek kelime dahi konuşmadığım, iki adımlık yola çıkmadığım kırgın kadının derin incinmişliği önünde şefkatle kapatıyorum gözlerimi. Elim gayri ihtiyari göğsüme uzanıyor, kalbim orada mı diye yokluyorum. Kulağım fısıltılarda, dikkatim örtülü olanda.
Yavaşça acele ediyorum kalan ömrüm için.