31 Ekim 2020 Cumartesi




Yıllar önce rüyamda Ayasofya yıkılıyordu. Büyük bir İstanbul depremiydi. Annemle dev pembe duvarların altında kalmıştık. Ama ölmedik. Bu rüyayı dün, Ayasofya'ya bakarak yorumladım. Bazı ıstırap tiyatroları perde indirmeliydi artık. Çektiğimi sandığım acılar, Dünya'nın hakiki acılar karşısında birer saçma oyunlardan ibaretti. Cevaplar, aradıklarımda ve başlayacaklarda değildi. Cevaplar bırakmaktaydı. Ölüler gömülmeli, yolcular selametle gönderilmeliydi.

Aşık olmuş, çok sevmiş ve çok sevilmiştim. Doğmuştum ve ölecektim. Terk etmiş ve terk edilmiştim. Hepsi bendim, benimdi, Benim olacaktı.

Anladım. Çok şükür hepsini, nihayet, sevgiyle, şefkatle yaptım. Ölüm yaşam ölüm döngüsü önünde yerlere kadar eğilerek 31 Ekim 2020 de kalbimi ve hayatımı yepyeni bir insana, yepyeni bir döneme açıyorum. 

Zamanın çok ötesinden gelen mesajların mutluluğu içindeyim. Ölümsüzlüğün olasılığı ile sarhoş ve uyanığım.

Yazıyorum. 

Yazacağım :)

Çok şükür. 

29 Ekim 2020 Perşembe

GEÇMİŞİ RUHU, PİNAR AĞACININ ALTINDA

 







                Geçmişte olanlar iyiydi, bugün olanlar iyi, yarın olanlar iyi olacak.

                                                                                                                          Bhagavad Gita


İstanbul'da güzel bir sabah. İşe giden İstanbullu için ise sıkıntılı. 

Peki bana nasıl bir sabah? 

Sadece bedenimin değil, ruhumun da gözlerini araladığı bir sabah diyelim. Huzurla uyuduğum ve uyandığım gecenin sabahı. Çünkü kendimi daha fazla huzursuz etmemeye karar verdiğim ve zihnimin ıstırap tiyatrosuna perde kapattırdığım bir sabah.

Belki bu sebeple yağmurun ince ince yağması, yer yer gök gürültüsü ve elimdeki kahve, az ötemdeki Theodora, ben dediğim, benim sandığım her şey iyi hissettiriyor.

Kendimi kabulde hissetme gücü ellerimde. Zihnimde. Hatta zihinsizliğimde. İstanbul'daki evimde de değilim aslında, bu satırları Mars Mabedi'ndeki barakadan yazıyorum. Pinar ağacının yapraklarına düşen yağmurun sesi, dalların arasına saklanan tavukların sessizliği var kulaklarımda. Göktepe'nin üzerinde dolaşan kara bulutların ardına takılmadan, geçişlerini izleyerek yazıyorum. Çok fazla yiyecek yok bu evde. Masamın üzerinde birkaç keçi boynuzu, azıcık  zeytinyağ. ve biraz kuru incir. Kübra Nine'nin yağ kandiliyle aydınlanıyor klavyem. Arada kaydediyorum yazdıklarımı. Şarj her an bitebilir.

Bazı şeylerin değişmemesi huzur verici. Hayatın tekrarlarını seviyorum. Yağmur yağınca elektriklerin kesilmesini mesela.  Çocukluğumda uzun kış gecelerinde elektriklerin kesilmesini severdim. Gizemli bir atmosfer olurdu. El fenerleriyle komşular gelirdi. Çay demlenir, annem meyve, bisküvi artık evde ne varsa hepsini ortaya koyar ve mahallenin büyükleri hikayeler anlatmaya başlarlardı. Yer gök inlerken sıcacık evlerimizde onlarca, kimbiir belki yüzlerce yıldır anlatılan hikayeleri dinlerdik. Fatma teyze anlatırdı önce. Kuş olup kardeşi Yusuf'u arayan kuşun hikayesini. Yusufçuk kuşu. Sahi kardeşini mi arar Yusufçuk? Yoksa kendinden bildiğini, kendine ait kayıp parçayı mi?

Mars Mabedi'ndeyim. Gelen giden yok. Sadece geçmişin ruhu, anılar ve gelecek güzel günlerin kokusu var. Pinar ağacının altındaki  barakadan yazıyorum. Burası sihirli bir ev, tıpkı Çobanyıldızı Sokak'taki kule ev gibi. Dün gece geçmişi, bugünü ve geleceği kuzinenin içindeki tepsiye döktüm. Yavaş yavaş kokusu yükselmeye başladı bile. Çok lezzetli bir hayat pişiriyorum. 

İhtiyaçlarımın azaldığı, uykumun kısaldığı, iç huzurumun arttığı yeni bir dönem başlattım. Ben yazıyorum, o, yenilenmiş ben pencereden dışarı bakıyor. Bazen yerimden kalkıp yanına gidiyorum. Zamanda yolculuk yapan bakışlarına eşlik ediyorum. Konuşuyoruz, dertleşiyoruz. Birlikte hatırlıyoruz. Ona mektupları gösteriyorum. Saklamış olmama hayret ediyor. Sonra cebinden fotoğraflar çıkartıyor, birlikte bakıyoruz. Kızacak bir şey yok. Kayıp yok. Üzüntü yok. Hayat hep iyilik, hep kazanç. Sonsuz bir öğrenme.

Aşk ne kadar acıtabilir? Ölüm aslında nedir? Kötülüğün hiç el sürmediği upuzun bir örtü gibi önümüzde uzanan çayır. Pinar ağacının altındayız, barakada. Burası perilerin koruduğu özel bir yer. Artık bütün yazılarımı buradan yazacağım.

Artık her şey iyi.



26 Ekim 2020 Pazartesi

Ya zihnini Devre Dışı Bırak, bilincine yönel Ya da Bırak Gideyim


Bir kral işlerin nasıl gittiğini görmek için her gece şehirde dolaşırmış - elbette kılık değiştirerek. bir adam onu çok şaşırtmış, genç, çok yakışıklı bir adam, her gece sokağın kenarındaki ağacın altında dururmuş.

Sonunda merak üste çıkmış ve kral atını durdurup adama sormuş: "neden gidip uyumuyorsun ? "

adam demiş ki " insanlar uyur çünkü koruyacak bir şeyleri yoktur ve benim öyle hazinelerim var ki uyuyamıyorum, onları korumam gerek. "
Kral demiş ki " tuhaf, ben burada hazine göremiyorum "
Adam demiş ki " o hazineler içimde onları göremezsin. "

Kral her gün durmayı adet haline getirmiş. çünkü adam yakışıklıymış ve söylediği şey kralı saatlerce düşündürürmüş. kral adama o kadar bağlanmış o kadar ilgi duymuş ki adamın gerçekten bir aziz olduğunu düşünmeye başlamış. çünkü farkındalık, sevgi, huzur, sessizlik, meditasyon, aydınlanma, koruduğu hazineler bunlarmış, uyuyamıyormuş, uyuma riskini göze alamıyormuş. bunu yalnızca dilenciler göze alabilir.

Hikaye merakla başlamış, ama yavaş, yavaş kral adama saygı duymaya, onu spiritüel bir rehber olarak şereflendirmeye başlamış. Bir gün sonra şöyle demiş " benimle saraya gelmezsin biliyorum ama ben gece gündüz seni düşünüyorum. aklıma defalarca geliyorsun, sarayıma konuk olman çok hoşuma giderdi. "

Kral adamın kabul etmeyeceğini düşünüyormuş - azizlerin dünyadan vazgeçtikleri gibi eski bir fikre sahipmiş - ama genç adama demiş ki, " eğer beni o kadar özlüyorsan neden daha önce söylemedin ? bir at daha getir seninle gelirim "

kral şüphelenmiş " bu nasıl aziz ne kadar kolay ikna oldu " ama artık çok geç olmuşmuş, çünkü onu davet etmiş. ona saraydaki nadir konuklar için imparatorlar için ayrılmış en iyi odayı vermiş. ve adamın bunu reddedeceğini " ben bir azizim böyle bir lüks içinde yaşayamam " diyeceğini düşünüyormuş. Ama adam böyle bir şey dememiş " çok güzel " demiş.

Kral bütün gece uyuyamamış. " bu adam beni kandırdı gibi görünüyor o aziz falan değil " diye düşünmüş. iki üç kez pencereden dışarı bakmış. aziz uyuyormuş. ve daha önce hiç uyumamış, ağacın altında duruyormuş. artık korumuyormuş. kral " aldatıldım bu gerçek bir sahtekar " diye düşünmüş.

Adam ikinci gün kralla yemek yemiş -hepsi lezzetli yiyeceklermiş, sadelik yokmuş - ve yemeğin tadını çıkarmış. kral ona imparatorlara layık giysiler sunmuş ve adam giysilere bayılmış. Kral düşünmüş " bu adamdan nasıl kurtulabilirim ? " yedi gün sonra bıkmış " bu adam tam bir şarlatan, beni kandırdı " diye düşünmüş.

Yedinci gün bu tuhaf adama " bir soru sormak istiyorum " demiş.
Yabancı demiş ki " sorunu biliyorum. yedi gün önce sormak istedin, ama sırf nezaketten, görgü kurallarından dolayı bastırdın - izliyordum. ama seni burada yanıtlamayacağım. sorunu sorabilirsin, sonra atlarımıza binip uzun bir geziye çıkarız, ben yanıtlayacak doğru yeri seçeceğim. "

Kral demiş ki " tamam, sorum şu: seninle aramızdaki fark ne ? sen bir imparator gibi yaşıyorsun, ama bir azizdin. artık bir aziz değilsin. "

Adam " atlar hazır mı ? " demiş. dışarı çıkmışlar ve kral defalarca sormuş. " ne kadar uzağa gidiyoruz ? yanıt verebilirsin ! "

Sonunda imparatorluğunun sınırı olan ırmağa ulaşmışlar. kral demiş ki " artık benim sınırıma geldik, diğer taraf bir başkasının krallığı, burası yanıt vermek için iyi bir yer. "

Adam demiş ki " evet, ben gidiyorum. sen iki atı da alabilirsin ama istiyorsan benimle de gelebilirsin. "
Kral " nereye gidiyorsun ? " demiş.
Adam demiş ki " benim hazinem yanımda. ben nereye gidersem gideyim hazinem yanımda olacak. benimle geliyor musun gelmiyor musun ? "
Kral demiş ki " nasıl seninle gelebilirim ? benim krallığım, sarayım, tüm yaşantım boyunca sahip olduklarım arkamda. "
Yabancı gülmüş ve demiş ki " şimdi farkı görüyor musun ? ben bir ağacın altında çıplak durabilirim ya da bir sarayda imparator gibi yaşayabilirim, çünkü benim hazinem içimde. sarayın ya da ağacın orada olup olmaması fark etmez. sen geri dönebilirsin, ben diğer krallığa gidiyorum. artık senin krallığın içinde kalmaya değmez. "

Kral pişman olmuş. yabancının ayaklarına dokunmuş ve demiş ki " beni affet, senin hakkında yanlış şeyler düşünüyordum. sen gerçekten büyük bir azizsin. Ama gitme, beni böyle bırakma, aksi halde bu yara tüm yaşamım boyunca canımı yakacak. "

Yabancı demiş ki " benim için güçlük yok. seninle dönebilirim. ama senin tetikte olmanı istiyorum. saraya ulaştığımız an soru yine aklına gelecek. bu yüzden böylesi daha iyi, - bırak gideyim. "

PARİS





FİLM

Buluşmaktan bahseden olmadı.
Ama buluştular. Otuz beş yıl sonra.
Yer: Paris.
"Neden şimdi?" diye sordu adam, "senin gibi biri öylesine ortaya çıkmaz yıllar sonra."
"Bana kin tutuyor musun? " diye sordu kadın.
Adam "hayır, duygum yıllar içinde değişti, sabit bir anıya dönüştü."
"Hep böyle anlaşılması güç şeyler söylersin"
"Hareketli anılar seninle birlikte yaşar, sabit anılar ise acı verir, kımıldatamazsın."

HAYAT

"Herkesi, her şeyi ardında bırakıp benimle on gün geçirebilir misin?" diye sordu kadın.  
"Nerede?"
"Sadece ikimizin olduğu bir yer, düşünmedim. Sen seç."
"Bunu neden şimdi istiyorsun?"
"Sen istemiyor musun?"




21 Ekim 2020 Çarşamba

HİSSET VE GEVŞET





Babaannem öldüğünde Cunda adasında tatildeydim. Haberi aldığımda, saçımın tuzuyla bindim otobüse.  Camiye arkadaşlarımız gelmişti. Bir ara avlunun dışına çıktım. Değer'le beraber öylece kaldırımın kenarında durduk. O sigara içiyordu, ben de havanın   sonbahara geçişini kokluyordum.

On üç Eylül.

Gittikçe yaklaşan akordeon sesiyle dalgınlığımızdan sıyrıldık. Müziğin geldiği tarafta  üstü başı pek iç acıcı olmayan genç bir çift yaptıkları müzik ve yaşadıkları hayatla yanımızdan geçip gittiler... İlk nota ile son nota arasında belki sadece altı yedi dakika vardı. İçimdeki birşeyi de yıkayıp geçmişti sesler. Tertemiz gül bahçeleri koktu ortalık. 

Cenazeden anımsadığım tek ayrıntı akordeon sesi.

Dün, en bezgin halimle uyanmış ve hafta sonu salonun ortasına serdiğim defnedilmemiş ölülerimle ne yapacağımı düşünürken yine yumuşacık bir müzik sızdı evime. Ses salondan başladı, sonra yavaş yavaş mutfağı, banyoyu dolaştı. Müziğin hem sokağın, hem de kalbimin köşesinden dönüşünü takip ettim. Beklenmedik güzellik beni içinde bulunduğum zaman diliminden sıyırıp bambaşka bir yere fırlatmıştı. Sersemledim, hareketlerim tutuklaştı. Üzerimdeki kıyafete baktım. Ceketimi kaptığım gibi sokağa fırladım. Son dakikada cüzdanımdan yirmi lira almayı ve maskemi takmayı akıl edebilmiştim ama beni yaka paça dışarı döken duygu neredeydi?

Sesler iyice uzaklaştı. Apartmanın köşesini döndüm. Onları duyuyordum fakat henüz göremiyordum. Çok uzaklaşmış olamazlardı. Dört yol ağzındaki inşaatın önünde arabalar ve bir minibüs park etmişti. Müzik arabaların arkasından geliyordu.

Minibüsle arabanın arasından geçip, kaldırıma çıkınca ay yüzlü, gözlerinin içi ışıl ışıl olan genç bir kadınla göz göze geldik. Saniyeler içinde bakışlarımı kaçırdım. "Merhaba abla" dediğini duydum ve sanırım bende bir şeyler mırıldandım. Üzerindeki hırkanın cebine elimdeki parayı koydum. Yanında iki küçük çocuk vardı. Bir kaç metre ilerideki genç adama ilişti gözüm.  O da kadın gibi esmerdi. Onca yoksulluğa rağmen tıpkı kadınınki gibi aydınlık bir gülümsemesi vardı. Başıyla selam verdi. Ben mi? Onunla da kontak kuramadım. Gülümsedim mi, bilmiyorum. 

Onları ve sayılarından ve cinsiyetlerinden emin olamadığım, dört veya beş ufak çocuğu hızlıca ardımda bırakarak koşar adım eve döndüm.

Neydi bu?

Beni hızlıca evden çıkartan, var olan konfor alanımdan delice utandıran, ardından hislerimi göstermekten alıkoyan, gördüğüm şeye bakıp derinleşmekten çok ama çok korkutan şey neydi? Ne oluyordu bana? Neden bu kadar geri duruyordum hissetmekten? Üzülmek, gerekirse kaybetmek doğal değil miydi? Kalbimin yeniden derin bir bir duyguyla yanıp kavrulmak için çırpınması niçin hem en temel ihtiyacım, hem de en dipsiz korkumdu? Nerede korkuya teslim olmuş, sevgiden ve sevgiyle gelecek her deneyimden bu denli köşe bucak kaçar olmuştum? Kime, ne zaman kapatmıştım kapıyı da altından sızacak en ufak duygu kırıntısı beni dehşete sürüklüyordu?

Müzik uzaklaştı. Salonun ortasında uzanan ölülerimin yanına döndüm. Gülle gibi ağırlaşmıştı kalbim. Sürünerek yerdeki ceset torbalarının yanına uzandım. Gözlerim tavanda, sessizce mırıldandım, "ayak parmaklarını hisset Elvan. Hisset ve gevşet. Ayak tabanlarını hisset ve gevşet. Topuklarının matla temasını hisset ve gevşet... Cesur ol Elvan, bu sadece bir savasana, kalbini hisset  ve gevşet."

16 Ekim 2020 Cuma

KİMBİLİR... *







Katre idim ummanlara karıştım

Kaç bulandım kaç duruldum kim bilir
Âlemleri kaç devredip dolaştım
Bir sanata kaç sarıldım kim bilir

Bulut olup ağdığımı bilirim
Bâran ile yağdığımı bilirim
Alt'anadan doğduğumu bilirim
Kaç ebeden kaç soruldum kim bilir

Kaç kez gani oldum kaç kere fakir
Kaç kez altın oldum kaç kere bakır
Bilmem ki kaç kâtip ismimi okur
Kaç deftere kaç görüldüm kim bilir

Kaç âlet oldum ellerde bakıldım
Semadan kaç kere indim çekildim
Balçık olup binalarda yapıldım
Kaç yıkıldım kaç kuruldum kim bilir

Bazı nebat oldum toprakta sürdüm
Bilmem kaç atanın sulbünde durdum
Bir def'a cennet-i âlâya girdim
Fakat nâra kaç sürüldüm kim bilir

Beni bir kaç kere nakl etti Hallâk
Külli şey'e Kâdir Feyyâz-ı Mutlak
Kaç kez kâse oldum kaç kerre bardak
Kaç yoğruldum kaç kırıldım kim bilir

Hikmet-i Yezdan'a karışmak muhal
Bazı nisa eyler bazı da rical
Bu kaçıncı kemâl kaçınc ı zeval
Bir Mansûr'um kaç dâr oldum kim bilir

Şikâr olup saydolundum tutuldum
Nice nice penbe olup atıldım
Dokundum tezgâhta halka satıldım
Kaç açıldım kaç dürüldüm kim bilir

Kaç kere süt oldum kaç kere ayran
Kaç kez davar oldum kaç kere kurban
Kaç kere memlûk olup misâl-i hayvan
Elden ele kaç verildim kim bilir

Kaç kez gezdim ehl-i dükkan elinde
Kul ne bilir her şey Sultan elinde
İlâç idim Hekim Lokman elinde
Kaç kurudum kaç karıldım kim bilir

Kaçıncı Âdem'in evlâdındanız
Kaçıncı âlemin bünyâdındanız
Kaçıncı fırkanın efrâdındanız
Anlatamam kaç bozuldum kim bilir

Gufrani

13 Ekim 2020 Salı

IHLAMUR

Gökyüzü delinmiş, içimdeki aklı selim delirmişse kime ne? Nasıl da umurumda değilsiniz dışarıdakiler. Dışımda estirdiği terör yetmeyip, içimde köy kuran sinsiler. Şişt size diyorum  And olsun yağan yağmurun her damlasına, yakacağım her birinizi hem de suyla!

Kalbimden ne geçiyor biliyor musunuz? Hani şu benim arka balkondaki ıhlamur var ya, gidip onu öpmek sonra da her bir yaprağını tek tek kurulamak istiyorum. Çünkü bu yazdan bana kalan en güzel şey onun gölgesi, kokusu ve balkonuma gizlice bıraktığı çiçeklerdi. 

Fakat çok çaresizim; bir ağaç nasıl sevilir bilmiyorum... Bir insan nasıl sevilir peki? Bunu bildiğimden de hiç emin değilim. Neyse, önce ıhlamuru öpeceğim, sonra sizi yakacağım.


 


Genç kadın, "Söylenebilecek her şey söylendi, hem de en güzel biçimde" dedi. Muhtemelen haklıydı, pek çok değerli eser okumamış mıydım? İçten içe imrenmemiş miydim?  Hatta Winterson iyi yazıyor diye bayram kartı karalarken bile elim titrememiş miydi? Haklıydı, o genç kadın  çok haklıydı.

Aynı zamanda, haksızdı. Çünkü en iyi kitaplar yazılmış, en büyüleyici kelimeler ard arda dizilmiş olsa bile, ben henüz yazmamıştım! Yani yazmıştım yazmasına da, bu işi bi tuhaf yapmıştım. Okunmasa da olur, okunmazsa azalır mıyım diye kibirlenmiş, kendi yazdıklarımı bile tekrar okuyacak yürekliliği gösterememiştim. Hem görülmek istemiş, yardım çığlıkları atmıştım, hem de köşe bucak saklanmıştım. Dürüst değildim şu yazma işinde. 

Dürüstçe yaşayamazken neyi dürüstçe yazacaktım ki?

Ne kadar da anlaşılabilir bir hal... Kendim diyerek sürüklediğim kalıba ettiklerim tartışmaya açıkken, hiç bilmediğim bir okura mı samimiyet, şefkat gösterecektim? 

Boşversene!

Şimdi keyifle, cesaretle kalemimi yarama bereme, etime derime, kanıma, iltihabıma batıra batıra yazıyorum. O kadar iyi geliyor ki bu yeni yazma, bazen hiç geçmez sandığım yaralarım iyileşirse ne yaparım diye panikleyip, gülüyorum.

Ama korkmayayım değil mi? Hayatta hepimize yetecek kadar aşk, ıstırap ve yara bere var şükür! 

Diyeceğim şu ki, yazdıklarımın nesi eksik diye düşüne düşüne bulamadığıma, çok kıymetli bir dostun yazı atölyesinde* yakalandım!  Öyle bir formül sıkıştırdı ki avucuma, parmaklarımı gevşetirsem uçup gider diye sımsıkı tutuyorum.

O halde şimdi ekranın arkasından çekiliyor ve gerçek bir metin için kanlı savaşıma dönüyorum. Bana şans dile!


*Pelin Özer



8 Ekim 2020 Perşembe

YAPRAK DÖKÜMÜ FIRTINASI

 





Bir kadın tanırdım eskiden, yaz gibi sıcacık,  kısacık saçları vardı. Her sabah ilk işi limonlu su içmek ve platin sarısı saçlarını bir avuç şekillendiriciyle Tanrı Şamaş'ın* ışınları gibi havaya dikmekti. Yüzünde yaramaz bir çocuğun masumiyeti dolanırdı. Kedileri, bitkileri  ve  ona insafsızca ihanet eden kocasını çok severdi.

En sevdiği mevsimin yaz olduğunu söylemiş miydim? Bu durumda tahmin edersiniz, en sevmediği de sonbahardı. Evi, iki yanı yemyeşil ağaçlarla süslü geniş bir caddenin kenarındaydı. Yaşadığı apartmanın en üst katında otururdu. Adeta bir gözetleme kulesini andıran balkonunda sabırla baharı ve yazı beklerdi. Tanıdığım en sakin kadındı. Onun için ilkbaharın gelişi yazın eşikte olduğunun müjdecisiydi. Ağaçların yapraklanması desen,  kalın kıyafetlerin sonu, bikini ve terliklerin özgürlük vaktiydi. Bütün yaz kelebekler gibi uçuşur, İnce beyaz gömlekleri, bol paça pantolonları ve çok sevdiği yeşil göz farıyla yaza çok yakışırdı. Ama yazın da kaçınılmaz bir sonu vardı...

Birgün, akşamüzeri saatlerinde balkonda oturmuş yavaş yavaş kararan gökyüzünü, rüzgarın önünde yuvarlanan simsiyah bulut öbeğini seyrediyorduk. Vakit akşam yemeği için erken, kahve için geçti.

Kollarını balkonun demirine yaslamış, çenesini de bu etten yastığın üzerine bırakmıştı.   "Elimden gelse dökülen yaprakları toplar,  sonra da tek tek yerine yapıştırırdım" diye mırıldandı.

İçim sızladı. Tek kelime çıkmadı ağzımdan. Tercih etmediği durumlar karşısında ne kadar inatçı, nasıl da inkarcıydı insan. Ne kocası tarafından  aldatıldığını hazmedebilmişti, ne de bunca yaşına rağmen mevsimlerin kaçınılmaz döngüsüne dair bir kabulü vardı.  Yaradılışımız böyleydi. Kavramak, kucaklamak, onarmak, tam da istediğimiz şekilde yoğurmak istiyorduk hayatı. Bazı şeylerin tamiri, telafisi olmasa bile şansımızı zorluyorduk. Metaforlar yaratıp, çaresizliğimize methiyeler düzüyorduk. Değişim ödümüzü kopartıyordu.

Tüm çabasına rağmen kocası gitmişti ve şüphesiz mevsim de dönecekti. Döngülerin en güzel yanı bizi defalarca başladığımız noktaya getirmesi değil midir? Keşke bunu görebilsek. Eğer bir an  görebilirsek  kesinlikle her defasında yeni bir şansımız olur.

Onunla başka bir sonbaharım olmadı. Farklı hayatlarımız, birbirine benzemeyen inkar ve kabullerimiz vardı. İlişkimizin tutkalı bakkaldan alınmış ucuz bir seloteypti. Komşuluk. Ben o mahalleden taşınınca arkadaşlığımız kendiliğinden sonlandı. Yine de, ne zaman rüzgarın önünde uçuşan kuru yapraklar görsem, balkon demirine yaslandığı an gelir gözlerimin önüne. Asla mümkün olmayacak bir şeyi nasıl da derinden dilediğini hatırlarım. Mırıltısı kulaklarımda dolanır ve o mırıltıya kendi iç sesimi de ekler benzerliğimizin fırtına takvimiyle uyumuna gülümserim.

Yarın yaprak dökümü fırtınası başlıyor. Ne onun ne de bir başkasının asla yerine yapıştıramayacağı milyonlarca yaprak bir kez daha ağaçlardan düşüp toprağa dokunacak. Eyvah öldü dediğimizde ufalanıp, yağmur sularıyla zemine karışacak. Biz daha ıstırabımızı, kederimizi dile getiremeden kar suyuyla güçlenip, binlerce ağacın gövdesinde yürüyecekler. Defalarca ve defalarca dönecek zaman. Bitti dediğimiz her şey yeniden başlayacak, başladı diye sevindiren de   er geç sonlanacak.

Kibir, öfke, kabullenememe ve daha nicesiyle yoğrulduğumuz hayat, biz hiç farkına varmadan onlarca, yüzlerce kez biçimlendirecek bizi. Beni,  seni, yaz kokan kadını. Hiç bir mevsimde bir öncekine benzemeyeceğiz, ama varlık daima devam edecek sonsuzluk dansına.


* Güneş Tanrının Akadca ismi.

NOT. 8-9 Ekim Yaprak Dökümü Fırtınası



5 Ekim 2020 Pazartesi

YAVAŞÇA ACELE EDİYORUM







Çok eskiden, tanıdığım ünlü bir şair vardı, İlhan Berk. Zaman zaman denk geldiğimizde birlikte yürürdük. Daha doğrusu onun günlük rutinine misafir olurdum. İlginç biriydi. Kasabanın kıyı şeridini teftişten kendisi sorumluymuşçasına her gün, hemen hemen aynı saatlerde tüm kıyı şeridini hiç telaşa düşmeden, tadına vara vara yürürdü.. Bazen Aleko'nun Kahvesi'nde otururken önümden geçerdi. Yanına gidip bölmezdim ayinini, sezerdim tek başınalığından aldığı keyfi. Onu ufukta kaybolana kadar izlerdim. Latince bir cümlenin bedenlenmiş hali gibi görünürdü gözüme; 

festina lente. Yavaşça acele et!

Beni ona mıknatıs gibi çeken en değerli şey, şiir ve resimden bahsederken aşk ve ciddiyetle titreşen kelimeleriydi. Üstelik aynı denize vurgunduk. Bütün bunları birleştirince paylaştığımız atmosfer değişirdi. Aramızdaki yaş farkına inat benden çok daha sıkı tutunuyordu hayatın aydınlığına. Sanata, doğaya  ve tabii aşka. 

Ona imrenirdim.

Beraber yürürken öyle ilginç bir şey söylerdi ki bazen, beni gerçeklikten, daha fenası anlattıklarından kopartır, kendi dünyama savururdu.  O sabah da her ne dediyse, La fontaine fabllarından birine gitmişti aklım. Pek çok insanın birkaç dakika sohbet edebilmek için kim bilir neler vereceği kıymetli bir sanatçıyla, gezegenin en güzel kasabalarından birinde yürüyüş yapıyordum fakat bilinmez bir sebepten ikimizi cadılar bayramında şeker toplamaya çıkan çocuklar gibi, tavşan ve kaplumbağa kostümü içinde hayal etmeye başlamıştım. 
Koskoca şairi ve kendimi o tuhaf kostümlerle canlandırmakta ısrar ettikçe içimden durdurulması imkansız bir kahkaha yükseliyordu. Elbette gülmüyordum ama dudağımı öyle bir ısırıyordum ki, kanatmak üzerindeydim.

Hayal dünyamda çoştukça coşuyor, bize birer kostüm giydirmekle yetinmeyip metaforlar yaratıyordum. Karakterlerimize dair ayrıntılar üşüşüyordu beynime. İki insan değildik artık, dağ tepe aşan iki yaratığa dönüşmüştük. Ben, tüyleri tutuşmuşçasına koşan, durduğunda bile yerinde zıplayan kızıl bir tavşandım. O, ağır ağır ama devamlı yol alan, defalarca zirvelere tırmanıp bayır aşağı yuvarlanmış bilge  kaplumbağa.

Festina lente nin beden bulmuş hali!

Aradan uzun yıllar geçti. Birlikte nice kıymetli sohbetimiz, bolca yürüyüşümüz oldu. Sonra araya benim o mavi kasabaya içimin kırıldığı yıllar girdi. Bütün o küskün senelerde ben olduğum yerde zıplamaya, o ise aydınlığa tutunarak üretmeye devam etti. Hiç telefonla konuşmazdık. Onu dünya gözüyle bir daha göremedim. Ancak ellerimi cayır cayır yakan büyük bir hikaye bıraktı avuçlarıma. Nicedir kasabanın dilinde dolaşan o tuhaf fısıltı, yolları, yılları aşıp, denizlerin arasından geçip kulaklarıma ulaşmıştı.

Koca koca kelimelerin, sabırla yaratılan resimlerin şairi, bir konuda fena gölgelemişti hayatın ışığını. Şüphesiz onun da pek çok başarılı insan gibi aç ruhlara cazip geldiği anları olmuştur. İnsandı.  Buraya kadarını anladım elbette. Ancak beni asıl yakan, kasıp kavuran, aşkla kırılan bir ruhun son sözleriydi. Şairin gidişi karşısında hissettiğim keder o birkaç kelime yüzünden alabora olmuştu. Tam yasını tutacakken, kadınca bir serzeniş tüm varlığımı titretti. Karıştım.

Yasımı denize bıraktım, titrememi şefkatle kucakladım.

Kasabada kulaktan kulağa fısıldanan rivayete göre uzun yıllar boyunca ona yol arkadaşı olan eşi kötü hastalığın pençesinde son zamanlarını geçirirken şairi odasına kabul etmemişti. "Onu affetmiyorum, görmek de istemiyorum" diyordu.  Her şeye yavaşça acele eden adam, hiç yılmadan onlarca kez sormuştu, neden, neydi affedilemez hatası? Özür dilemek istiyordu, eşini görmek ve ellerini tutmak istiyordu belki...
Nihayet nice sonra, yaşamın kıyısından bir ses gelmişti. Odanın derinliklerinden, çarşafın kıvrımından, bir kadının derin kederinden beklenen cevap "Onu koca bir hayat için affetmiyorum!"

Bu cümleyi ilk duyduğum an bastığım yere mıhlandım. Bir kez bile sohbet etmediğim ve artık hayatta olmayan bir kadın, üzerinde kamp kurduğum acımı görünür kılmıştı. Beni şaşkına çeviren kederimizin, hatta belki de kaderimizin benzerliğiydi. Ben de onun gibi sevdiğime görünmezdim. Tıpkı o kadın gibi sevdiğimi  affedemiyordum.

Ölümden ve aşktan bana kalan sınırsız karanlığın sabahında, çocuksuz ve sevgisiz geçen yaşamın tersten yazılmış satırlarında ona  tek  bir sözüm olabilirdi "seni koca bir hayat için affetmiyorum"

Bütün o metaforlar, sahil yürüyüşlerimiz, şiirler, resimler  demek bu  nedenle uçuşurmuş zihnimde! Biz ikimiz, o şairlerin şairi değerli insanla birlikte sahil boyunca neşeyle ilerlerken, içimde bir yerlerde evdeki bilge kadına bağlanmışım meğer... Bilginin ihtişamından kopuşlarım, sonsuz metaforlarda savruluşum hep bundanmış; geleceğime pusu kuran kederin sezgisiymiş. 

Yaşamlarımızın ana motifi, asıl olanı bizden  gizleyen tılsımlı bir örüntüsü var ben buna inanıyorum.. Doğru zaman gelmeden esas olanı göremiyoruz. İlk gençlik ömrün güvenli kıyılarından çekilmeden, bolca su yutulup ölümle koklaşıp, öpüşmeden o ana motifi sezemiyoruz. Ne zamanki eski günlerin anılarına bir görmezin parmaklarıyla dokunuyoruz, işte ancak o vakit dile geliyor sessiz kahramanlarımız. Onların kendine özgü duruşu, belli belirsiz gülümsemeleri ve havaya bıraktıkları derin dokunuşlarla nefes alıp vermeye başlıyor ve nihayet kendi gerçekliğimizde soluklanıyoruz.

Şimdilerde her aklıma düştüğünde o bir tek kelime dahi konuşmadığım, iki adımlık yola çıkmadığım kırgın kadının derin incinmişliği önünde şefkatle kapatıyorum gözlerimi. Elim gayri ihtiyari göğsüme uzanıyor, kalbim orada mı diye yokluyorum. Kulağım fısıltılarda, dikkatim örtülü olanda. 

Yavaşça acele ediyorum kalan ömrüm için. 






 

4 Ekim 2020 Pazar

YOL




"Elvan yolda olmayı sever"

Az evvel eski bir dostum beni böyle tanımladı. Annem "sence uyudular mı?" diye sordu.  O cevap verdi " Egemen uyumuştur ama Elvan uyumaz. O yolu sever."

Severim sahiden. Yollar kavuşturur. Yollar ayırır. Gitmek yolun gereği, tekrar buluşmanın mecburiyetidir. Bilirim. 

Çocukken öğrendiğim şeyler bütün bunlar. Yola çıkmak, bavul hazırlamak, niyet belirlemek.

Şimdi hepsi bitti. Gidecek yolum yok. Bavula koyacak eşyam bile yok. Yalnızca niyetim var. Cebimde, kalbimde, aklımda.. Her hücremde. Tek niyet, tek bir arzu.

Bu sabah yollara dökülmeden az evvel kedileri besledim. Kahvemi içtim. Balkonumun güzelliğine baktım. Hayal ettiğim her şeye sahip olmanın şaşkınlığıyla artık hiçbir özlemim kalmayışına burkuldum. Oysa biliyorum ki bu bir sevinç olmalıydı. 

Sabahın el değmemiş serininde, Erol Hocam'la yaptığımız tekne transferleri geldi aklıma. Çarşaf gibi denizde, bilinmezin ortasında yelken açmanın büyüsünü anımsadım. O zaman da rüzgar böyle tertemiz, kalbime kalbime eserdi. Hocamın rehberliğini, paylaştığımız yolculukları hiç unutmuyorum. Beni seferlerimizi yazmaya teşvik edişini, dergilerde görünce gururlanışını, yaptığım şapşalca hataları yelken kulübündeki ihtiyarlara göğsü kabara kabara, sanki kabahat değil de denizci olmanın şanındanmışcasına anlatışını nasıl minnetle hatırlıyorum. Beni sadece ben olduğum için, olduğum gibi, beceriksizliklerim, kırılganlıklarım, alınganlıklarımla sevişini hiç unutmuyorum. Kardinalleri, fenerleri, sığlıkları... Rusların yatına bodoslama bindirdiğim günü! 

Onun, hocamın,  bana gösterdiği şefkatle yaşamak istiyorum bugünümü. Yolda, yola inançlı. Kendime tutunarak. Benim benden gayrı kimsem yok.