21 Ekim 2020 Çarşamba

HİSSET VE GEVŞET





Babaannem öldüğünde Cunda adasında tatildeydim. Haberi aldığımda, saçımın tuzuyla bindim otobüse.  Camiye arkadaşlarımız gelmişti. Bir ara avlunun dışına çıktım. Değer'le beraber öylece kaldırımın kenarında durduk. O sigara içiyordu, ben de havanın   sonbahara geçişini kokluyordum.

On üç Eylül.

Gittikçe yaklaşan akordeon sesiyle dalgınlığımızdan sıyrıldık. Müziğin geldiği tarafta  üstü başı pek iç acıcı olmayan genç bir çift yaptıkları müzik ve yaşadıkları hayatla yanımızdan geçip gittiler... İlk nota ile son nota arasında belki sadece altı yedi dakika vardı. İçimdeki birşeyi de yıkayıp geçmişti sesler. Tertemiz gül bahçeleri koktu ortalık. 

Cenazeden anımsadığım tek ayrıntı akordeon sesi.

Dün, en bezgin halimle uyanmış ve hafta sonu salonun ortasına serdiğim defnedilmemiş ölülerimle ne yapacağımı düşünürken yine yumuşacık bir müzik sızdı evime. Ses salondan başladı, sonra yavaş yavaş mutfağı, banyoyu dolaştı. Müziğin hem sokağın, hem de kalbimin köşesinden dönüşünü takip ettim. Beklenmedik güzellik beni içinde bulunduğum zaman diliminden sıyırıp bambaşka bir yere fırlatmıştı. Sersemledim, hareketlerim tutuklaştı. Üzerimdeki kıyafete baktım. Ceketimi kaptığım gibi sokağa fırladım. Son dakikada cüzdanımdan yirmi lira almayı ve maskemi takmayı akıl edebilmiştim ama beni yaka paça dışarı döken duygu neredeydi?

Sesler iyice uzaklaştı. Apartmanın köşesini döndüm. Onları duyuyordum fakat henüz göremiyordum. Çok uzaklaşmış olamazlardı. Dört yol ağzındaki inşaatın önünde arabalar ve bir minibüs park etmişti. Müzik arabaların arkasından geliyordu.

Minibüsle arabanın arasından geçip, kaldırıma çıkınca ay yüzlü, gözlerinin içi ışıl ışıl olan genç bir kadınla göz göze geldik. Saniyeler içinde bakışlarımı kaçırdım. "Merhaba abla" dediğini duydum ve sanırım bende bir şeyler mırıldandım. Üzerindeki hırkanın cebine elimdeki parayı koydum. Yanında iki küçük çocuk vardı. Bir kaç metre ilerideki genç adama ilişti gözüm.  O da kadın gibi esmerdi. Onca yoksulluğa rağmen tıpkı kadınınki gibi aydınlık bir gülümsemesi vardı. Başıyla selam verdi. Ben mi? Onunla da kontak kuramadım. Gülümsedim mi, bilmiyorum. 

Onları ve sayılarından ve cinsiyetlerinden emin olamadığım, dört veya beş ufak çocuğu hızlıca ardımda bırakarak koşar adım eve döndüm.

Neydi bu?

Beni hızlıca evden çıkartan, var olan konfor alanımdan delice utandıran, ardından hislerimi göstermekten alıkoyan, gördüğüm şeye bakıp derinleşmekten çok ama çok korkutan şey neydi? Ne oluyordu bana? Neden bu kadar geri duruyordum hissetmekten? Üzülmek, gerekirse kaybetmek doğal değil miydi? Kalbimin yeniden derin bir bir duyguyla yanıp kavrulmak için çırpınması niçin hem en temel ihtiyacım, hem de en dipsiz korkumdu? Nerede korkuya teslim olmuş, sevgiden ve sevgiyle gelecek her deneyimden bu denli köşe bucak kaçar olmuştum? Kime, ne zaman kapatmıştım kapıyı da altından sızacak en ufak duygu kırıntısı beni dehşete sürüklüyordu?

Müzik uzaklaştı. Salonun ortasında uzanan ölülerimin yanına döndüm. Gülle gibi ağırlaşmıştı kalbim. Sürünerek yerdeki ceset torbalarının yanına uzandım. Gözlerim tavanda, sessizce mırıldandım, "ayak parmaklarını hisset Elvan. Hisset ve gevşet. Ayak tabanlarını hisset ve gevşet. Topuklarının matla temasını hisset ve gevşet... Cesur ol Elvan, bu sadece bir savasana, kalbini hisset  ve gevşet."

Hiç yorum yok: