9 Haziran 2013 Pazar

HAYDİN DAĞLARA! *

*HEIDELBERG
 Almanya seyahatim Perşembe gününden beri tam gaz devam ediyor. Süper Prenses'le beraber bir yerimize motor takılmış gibi fırıl fırıl dolanıyoruz! Şikayetim de yok açıkcası, zira yarından başlayarak o işine, ben de kendi rutinime döneceğim. Rutin derken aslında yeni bir süreçten bahsediyorum. Daha önceki Stuttgart seyahatim noel zamanıydı ve herşey noelle ilgiliydi. Pazarlar, hediyelikler, şahane bademler, şaraplar... Tabii likörler  ( O LİKÖRLERİ SATAN YAKIŞIKLI KORSANLAR ), çikolatalar ve de elbette noel kurabiyeleri... O kurabiyeleri yerken seyrettiğim manzara...Gerçikomşular manzaramın önüne balkon kondurmuşlar ama affettim gitii!


Şimdi, bana göre bahar, Alman ahaliye göre yaz mevsimindeyiz. Hava  hiç fena değil; azıcık yağmur, güneş ve sonra bir iki damla daha derken gayet güzel gidiyoruz. Kaldı ki, herkes bilir ben yağmura bayılırım. Üstelik yağmurluğum da var. Dün erkenden Heidelberg'e gittik. Açıkcası daha önce fotoğraflarını gördüğüm ve baharda geldiğimde gideriz diye düşündüğüm yerler arasındaydı. Gerçekten de güzel bir yermiş. Trenle kırk dakika sürüyor. Tren bileti biraz pahalı, gidiş dönüş elli iki euro. Tabii merkezden tepeye çıkmak için kullanılan otobüs ve finüküler sistem de sayılırsa toplam ulaşım süresi yetmiş dakika diyelim.
 Etrafta turist bol. Öğrenci de öyle. Herkes ne var ne yok diye bakmak için telaşlı. Açıkcası etrafta Almanlardan başka insanların olduğu çok açık! İspanyollar gayet gürültücü ve tıpkı bizim gibi özel alan nedir bilmeyen bir millet! Ortalıkta gürültü varsa kesin Akdenizlilerden!
Kale gerçekten güzel... İçeride bir oyun provasına denk geldik. Şövalyeler epeyce yakışıklıydı. Kızıl saçlısı hariç. Ayakkabı olarak kovboy çizmesi tercih etmesine üzüldüm. Neyse ki kalede kösele ayakkabı giyip arkasına basan yoktu! Ve fakat saçını saklayan kardeşlerimiz orada da mevcuttu. Malumunuz onlar Almanya'nın her noktasında!
Kale'yi gezmenin üç yolu var: rehberle, kulaklıkla ve kafana göre. Biz üçüncü seçeneği değerlendirip Eczacılık Müzesi'nden başladık. Bu müze gerçekten görülmeye değer. Şifacılıktan eczacılığa geçişi öyle güzel anlatmışlar ve o kadar güzel malzemeler toparlamışlar ki, bu konuda hiç fikriniz yoksa bile çıkışta neredeyse herşeyi biliyor hale geliyorsunuz. Üstelik hediyelik eşya dükkanı da gayet sevimli ve uygun fiyatlı. Bu müze hakkında Yaramaz Teyzeler'de ayrıntılı bir yazı yazacağım, ilginizi çekerse orada okuyabilirsiniz. 
Ben en çok porselen kavanozları sevdim. Her biri sanat eseriydi doğrusu. Ve en çok ilgimi çeken şeylerden biri de eczanelerin tek bir amblem altında toplanmadan önce kendilerine ait birer logosu olmasıydı. Özellikle, bir şurubun sabah, öğlen ve akşam alınmasını sembolize eden üç kaşığı çok sevdim. 
Tabii şimdilerde hala bu amblemleri kullananlar var fakat tabelada mutlaka tüm eczanelerin ortak amblemi de yer alıyor. Ne mi bu? Tabii ki kase ve yılan! Asklepios'dan bu yana adı ister şifa, ister büyü, ister ecza olsun, amblem daima yılan....
Bu müzeden sonra kalenin terasından eski köprüyü ve nehri seyrettik uzun uzun. Gerçekten bu güzel bölgenin savaştan kurtulmuş olmasına çok sevindim. Zira insana mutluluk veren huzurlu bir kartpostal gibi! Bana biraz Buda ve Peste'yi anımsattı. Kale tarafı daha hareketli ve diğer yaka daha sakin.
Kalenin hemen altındaki meydanda mutlaka mola verin derim. Çünkü kalenin içindeki cafelerde pastaların azıcık içi geçmiş gibiydi. Oysa bu meydanda gerçekten güzel bir cafe bulduk. Adı Gundel**. Vitrinin fotoğrafını çektim ama paylaşmayacağım. O kadar da zalim değilim:)
Bu mekanın pastaları da, kahvesi de bence harika. Hele o pastaların üzerindeki yumurta akı ve şekerle yapılan hafif ve köpüğümsü malzemeye ( baiser diyorlar, bir tür beze ) bayılıyorum! 
Yemin ederim ki burada sağlıklı besleniyorum. Çim suyu ve yeşil çay içip, bol bol da yürüyorum ammaaa kimse bana pasta yeme falan demesin, o zaman ruhum aç kalır! Almanya benim için pasta ve Süper Prenses demek:))
Neyse, konuya dönersek Heidelberg'in eski şehir bölümünde ister Neckar Nehri boyunca kıyıdan, isterseniz nehre paralel Haupt Street  ( Ana Cadde ) boyunca sağlı sollu cafe, restaurant ve mağazaları seyrederek yürüyebilirsiniz. 
Bu uzun ama upuzun bir yürüyüş! Üstelik tuzaklarla dolu! Birbirinden güzel kitapçılar, çiçekçiler ve yeni tanıştığım mağazalar var. 
Mesela Kathe Wohlfahrt adındaki masal dünyası! Bu mağaza ağzına kadar süs püs ve oyuncakla dolu. Üstelik her türlü materyalden yapılmış onbinlerce süs eşyası ve Kara Orman saati denen guguklu saatler ( biraz uygun olasyadı fiyatı sana almak isterdim Guguk kuşu... ) ve daha vakıf olmadığım yüzlerce detay! Yolunuz düşerse mutlaka bakın derim.
Tabii tuzaklardan en tatlısını yazıyorum: TK MAXX. Bu mağazanın içi dünyaca tanınmış mağazalardan toplanmış ürünlerle dolu. Üstelik inanılmaz uygun fiyatlarla. Açıkcası buradan birşey almadan çıkanı alnından öperim! Ben yapamadım. Harika bir terlik ( Süper Prenses, böyle giyinmeye devam edersem hiç seksi görünmeyeceğimi ima ediyor:)), cüzdan ( buna bişi demedi çünkü O seçti:)) ve sandal ağacı kokan bir kalıp sabun aldım. Azıcık daha içeride kalsaydık tatil bütçemi bu mağazanın kasasına teslim etmem an meselesiydi! Fakat sanmayın ki tavsiye etmem, aksine şiddetle tavsiye ederim!
Diğer mağazalar hep bildiklerimiz. Açıkcası bakmaya gerek yok. Arada çok hoş tarihi oteller ve sanat galerileri var ve bence onları atlamamak lazım. 
Aslında buraya günübirlik değil, bir gece konaklamalı gelmek daha güzel olabilir. O zaman bu güzel nehrin ve eski köprünün her saatinin tadını çıkartabilir insan.


Unutmadan, kitapçılar çok ayrıcalıklı görünüyor. Almanca bilmediğime gerçekten üzülüyorum. Bu ülke benim için  bir cennet olabilirdi. Hem o zaman kendimi çula çaputa da kaptırmazdım di mi?
Aaaa çul çaput demişken, Çapulinalar da Heidelberg'deydi. Biz birşeyler yemek için caddenin kenarında oturmuşken meydanda gördüğümüz kalabalık yürüyüşe başladı. Hem epeyce bir insan vardı, bence beş yüzden fazlaydı sayıları. Ellerinde pankartlar ve kocaman Atatürk fotoğraflarıyla öyle tatlıydılar ki görmeliydiniz. Üstelik Alman polisi de çok sakin ve saygılıydı. İçim cız etti. Keşke bizde ülkemizde bu manzarayı görebilsek... Göreceğiz inşallah. Parayla para kazanan ve son on yılın zengini olanlar artık zenginleşmesin. Yeter di mi? Zira cepleri doldukça ruhları açlıktan iyice sefilleşti!
Neyse biz rhabarber ( valla adını yazdım ama bu hiç tanımadığım, bizim topraklarımızda yetişmeyen sebze, renginin hoşluğu dışında, bende bir etki bırakmadı. Açıkcası onun yerine bir bardak bira içmenizi tavsiye ederim, yine de bakınız bardakların arasında bu değişik sebzenin fotoğrafını da paylaşıyoruz) suyumuzu içerken ve nefis sandwichlerimizi yerken bir gözüm mekanın güzelliğinde ve  servis yapan garsonun nezaketindeyken, diğer gözüm Çapulinalarda ve kalbimin bir odacığı elbette Tunalı'da, Çarşıda ve de Taksim'deydi.
Orada hepimiz için günlerdir direnen ve sesini duyurmaya çalışan herkese selam olsun! Bütünün hayrı için tez zamanda iyi şeyler olsun!
Bu arada oturduğumuz mekanı da çok beğendim, adı aklınızda olsun, çünkü fiyatları da uygundu: PERKEO!
Akşama doğru canım hiç eve dönmek istemedi. Zaten trenlerden birini kaçırdık! O kadar uzaklaşmışız ki ana istasyondan, bir sonraki treni yakalamak için koştuk. Tabii azıcık da dondurma sevdası yüzünden geciktik. Değdi mi derseniz, dondurma için her zaman değer:))
 Trene oturunca o yorgunlukla uyuruz sandım ama geyik baskın çıktı. Malumunuz teşekkür etmek ve bir adet küfür dışında Almancam yok. E hal böyle olunca kendi Almancamı yaratmaya başladım. Bakınız Heidelberg ne oldu? Haydin Dağ!
Kendin pişir kendin ye misali, bir söyledim on güldüm. Süper Prenses'de ne yapsın, kız benim saçmalarıma gülmekten başka kaçacak yer bulamadı. Sonra yol boyunca dizilmiş sessiz sakin Alman kasabaları ve lahite benzeyen evler içindeki fazlasıyla düzenli ve kurallı hayatlardan bahsettik. Medeniyet ne zor şey... İnsan neden kendini bu kadar kısıtlar? Bunca kural, bunca sosyallik gerçekten mi gerekli... Biraz düzen, azıcık güvenlik için, kocaman bir özgürlüğü kendi ellerimizle itiyoruz... Sonra da mızmızlanıyoruz. Ah bir anlasam....
 Lahit evleri geçip, Stuttgart'a gelince trenden eve zor ulaştık. Ayaklarım beni terketmiş, tabanlarım alev alev yanıyordu. Güç bela duş aldım ve koltuğa ulaştım ama bu defa da "ay, ay, oy" inlemeleri eşliğinde gülmeye başladık. Bir elimizde naneli çay, günün yorgunluğunu atmaya çalışırken, bu ülkeye karşı yavaş yavaş sempati duymaya başladım. Kaldı ki zaten sıcak bakıyordum. Sonuç olarak bana sorarsanız, Heidelberg kesinlikle güzel, kendine özgü ve romantik bir yer. Görülmeye değer olduğu da kesin. Hele ki sevgilisi olanlar için eminim daha da romantiktir.
Biliyorsunuz benim şövalyem uçakta kaldı... Ah ya bu konuda yazmamıştım değil mi? Yani uçakta yanıma çok hoş bir beyefendinin oturduğundan, bana pasaporta kadar eşlik ettiğinden falan... Neyse canım bu bana kalsın:))


** http://www.gundel-heidelberg.de/cms/iwebs/default.aspx?mmid=9998&smid=34479

2 yorum:

guguk kuşu dedi ki...

Üffffff kıskandım ki☺

guguk kuşu dedi ki...

Ha bi de uçakta kalan beyefendiye gelince.... İnanki uçakta kaldığı sürece beyefendi olacaktır��