29 Kasım 2008 Cumartesi

Masalını Kaybeden Kadınlara...

Eski Yunan'da gizli mektuplar yazılırmış bir zamanlar. Önce normal bir mektup hazırlanır, ardından satır aralarına farklı bir karışımla elde edilen sütle asıl cümleler yazılırmış. Bu gizli mektubu okumanın tek yolu kağıdı mum ışığına tutmakmış.

Şimdi, günlük hayat milyarlarca seçimle dolu; bazıları kahveye şeker koymak ya da koymamak kadar basitken , bazıları - önceki yazıda kemiklerini sızlattığım Shakespeare'in dediği gibi - olmak ya da olmamak kadar zor.

Biraz evvel çok değer verdiğim Maviay'ın, masallar hakkındaki yazısına ilişti gözüm. Bütün bu girizgah onun içindi. Maviay, bana göre inanılmaz akıllı, çekici ve sağduyulu bir kadın. Her özelliğinden geçtim, kelimenin tam anlamıyla "iyi kalpli" bir kadın. Fakat hayatı tam anlamıyla bambaşka pencerelerden seyrediyoruz. Mesela o, masalları floresan ışığında okumayı tercih ederken, ben elektiriğin hala keşfedilmemiş olduğu zamanlardaki gibi mum ışığını ya da yağ kandilinden süzülen zayıf bir ışığı yeğliyorum. İşte bu sebeple "masal" denilen şeye karşı birbirinden oldukça değişik duygular besliyoruz.

Benim için masal gerçeğin ta kendisidir. Yıllarca okumak zorunda bırakılacağımız külliyatın en yalın, en özet halidir! İnanın, dört yaşında elime tutuşturulan "Kara Balık" ve "Küçük Prens" bana hayat hakkında bilmem gereken her şeyi söyledi. Abarttığımı düşünebilirsiniz ama ben o iki kitap dışında ne okuduysam sadece kendimi tekrarladığımı gördüm. Yani bundan otuz sene evvel seçimimi yaptım; satır aralarını okumayı tercih ettim hayatta! ( Bu konuda aileme minnettarım, onlar bana bir masal verdiler ve ben o masala bütün kalbimle bağlı kaldım:))

Rolümü şaşırmam, geleneksel yoldan sapmam, kendimi ancak sembollere sığınarak ifade edebilmem, ilişkilerimde daima "gerçeğin" ve "saf olanın" kokusunu aramam hep bu yüzden. Saçlarımı kuleden uzatmam ya da sinirlenip kesmem de bu yüzden. Yoksa elbette masal kahramanlarına öykünmek gibi bir ruh sakatlığım yok. Eda Lisa gibi prenses elbiseleri giyip, aklıma gelen her objenin pembesini alıp dolaşmıyorum evimde. Bir apartman dairesinde oturup, bu yüzyılın kıyafetlerini giyiyorum.

Masal tutkumla reddettiğim şey, ilişkilerdeki işgüzarlık. Şövalye ruhlu adamları özlüyorum, birbirine değer veren ve sevdikleri için akıl almaz fedakarlıklar yapan aşıkları anımsamak, anımsatmak istiyorum. İnancımı tazelemek istiyorum. Burnuma dayatılan ama leş gibi kokan yanılsamalardan uzak kalmak istiyorum.

Benim için güveni ve güvenilirliği temsil eden kalelerden bahsetmek içimi rahatlatıyor. Bir hatırlatma ya da benzetme yapmak istediğimde sevdiğim masallardan kahramanlar araklamak, sahneler aşırmak kalbimi, unutmaktan korktuğum bir sevinçle dolduruyor.

Ben kendi masalımın kraliçesiyim. Bugün otuz yaşımın tam ortasında kah gülüp, kah ağlarken, saçlarımı bir topuz yapıp, bir çözerken elbette yegane derdim bir prens bulmak değil. Sadece daha azını reddediyorum! Quazimodo'ya da razıyım ben, yeter ki satır aralarını okuyabilsin:))

Fakat her ne olursa olsun bu benim masalım ve rolümü seçmekte özgürüm! Bir başkasının masalında doğunun cadısıyım belki, kimbilir? Bütün bunlar hayatın ta kendisi değil ise nedir acaba? İyilikleriyle orman perilerini hatırlatan, göz bebeklerinize sevinç dolduran kanatsız melekler, sözleriyle başınızdan aşağıya kaynar yağ kazanları boşaltan düşman askerleri, en güvendiğiniz duygularınızın surlarını güllelerle al aşağı eden aşıklarınız olmadı mı hiç?

Anlayamadığım şey ise farkındalık farkındalık diye kıçınızı yırtarken nasıl olur da görünenlere bu kadar takılıp kalabilirsiniz? Görünmeyen, söylenmeyen onca şey için biraz sezgi kalmadı mı dünyada?

Deliler gibi aşık olduğu prense duygularını söyleyemeden, sırf onun mutluluğu için sesinden vazgeçen denizkızı ile sevdiği adam evli olduğu için susmak zorunda kalan bir kadın arasında bağ kuramayacak kadar mı dolu zihniniz gündelik kaygılarla? Nerede hayal gücü? Nerede sanat? Nerede çocukluğun güzel mevsimleri?

Romantik olmaktan utanmıyorum - ki ne yazık ki pek değilimdir - ancak masalların büyüsünden beslenmeyen, efsanelerin tılsımına kapılmayan insanları anlamakta zorlanıyorum. Sırf bu sebeple yetişkinler için masallar yazmak istiyorum. Taşlaşmaya yüz tutmuş ve adına gerçekçilik ya da sorumluluk duygusu vs dediğiniz şeylere savaş açmak niyetindeyim. Bir kişiyi ayartsam, kardır bana. Bir tek kalbi küskünlüğün esaretinden kurtarsam, bir tek sarsılmış inancı tazelesem daha ne isterim ki?

Lütfen, lütfen bir kez daha okuyun masalları. Cadılara bakın, prenseslere bakın, şövalyelere bakın, konuşan ejderhaları dinleyin. Her birinin, hayatınızdaki somut bir yüzle eşleştiğini göreceksiniz.

Masallar gerçeklerden kaçma yolu değildir, gerçeğin en yalın halidir olsa olsa. Ben basılan masallardan telif almıyorum, bütün bunları sadece inandığım için söylüyorum. Yoksa Maviay'ın dediği gibi masallardaki mantık dışı şeylere takılıp kalmak "hah işte masal " demek çok kolay. Burada zor olan inancı korumak, hayatın mucizelerine inanmak.*

Benim varolma şeklim bu; yazarak, hayal ederek ve inanarak ayakta kalabiliyorum. Sanırım sırf bu sebeple etrafımdaki kadınları ve adamları, hayatı, yaşadıklarımı masal kahramanlarıyla, mitolojik karakterlerle ve tarihten isimlerle anlatmayı çok seviyorum.
Maviay, masallara benim gözlerimle bakmasa bile, kendisi pek kıymetli kadın kahramanlarımdan biridir. En kısa zamanda ona olan duygularımı da bir masalla anlatmak isterim. Acaba sever mi? :))
*Bunlar tamamen benim düşünce ve duygularım, elbette mutlak doğrular değiller. Özellikle belirtmek isterim:))

24 Kasım 2008 Pazartesi

Hamlet Mi, Omlet Mi?

Cevap veriyorum: ruhum açsa Hamlet, karnım açsa omlet. Bu kadar basit.

Sanatı sadece bir yatırım aracı ya da sonradan kazandıkları sosyal sınıflarına kostüm olarak algılayan insanlardan kelimenin tam anlamıyla nefret ederim. Şükürler olsun ki bu topluluğa dahil olmadım hiç bir zaman. Ben bir sanat eserini sadece ruhumda bıraktığı iz üzerinden severim.

Fakat işin diğer ucu da pek içimi açmamıştır vesselam. Değerli kardeşim Purusya Kralı, daha da sevdiğim adıyla "Aydınlık Geleceğin Köftecisi", geçen yıl bu zamanlar soframızda Avrupa'da pek ünlü olan bir solist kemancıyı ağırlarken şöyle buyurmuşlardı: "sanatı sevmem, sanatçıyı hiç sevmem!" Zavallı adam gülsün mü, kaçıp gitsin mi bilememişti. Nihayetinde kaçtı gitti. Daha doğrusu onun egosu ve sanatı her şeyin üzerinde tutan havası beni kaçırdı! Adamın elinden kemanı alsan bizim salondaki benjaminden farkı mı vardı sanki? Yoooo..

Prusya Kralı bu lafı ederken yerden göğe haklıdır. Neden derseniz, sakin bir akşam yemeğinin sonlarına doğru, alkol kanda hızlı akmaya başlayınca yapılan sohbetler genellikle içimi baymıştır. Özellikle sahne tozu yutmuş ve mürekkep yalamış muhteremlerin sohbeti hiç ama hiç çekilmez! Anasını sattığımın dünyasında yegane var olma biçimi sanatmış gibi, ya olmadık bir şairi yere göğe koyamazlar ya da bir yönetmeni. Artık masadaki çoğunluğu kim oluşturuyorsa; filimci, fotoğrafçı, yazar... onların kurbanı olmuşsunuzdur.

Herkes, diğerine arenada, seyirciler eşliğinde ve görkemli bir şekilde öldürmesi gereken bir boğaymış gibi bakmaya başlar. Kelimeler boğaya saplanan zımbırtı ( afedersiniz bilemeyeceğim adı nedir o çubukların, malum İspanyol falan değilim ben), pelerin ise alkoldür. Ertesi gün herkes içkili olmanın affına sığınacaktır. Oh ya ne güzel. Sen eğlenmeye, dost meclisinde içmeye gelmiş garibanın sırtından prim yap, sonra utanmadan içkiyi kaçırmışım ayağına yat. ( Adam olsan lafını bilecek kadar içersin demezler mi sana?) Arada da bana laf sok. Sanki edebiyat dünyasına borcum varmış gibi!

Şunu iyice açıklığa kavuşturalım: burası yani bu blog benim serbest atış alanım. İster pasta tarifi veririm, ister eski sevgilime sayar söverim, istersem boynumu usulca uzatır ve hiç utanmadan bi de hüngür hüngür ağlarım. Kime ne ya? İmlamı beğenmeyen, yazdıklarımı bir ucundan tutamayan okumasın. Para mı veriyorum ben illa okuyun diye?

Ayrıca hayatımın tam ortasında, hala öğrenmeye bu kadar açık bir insanken eğer önerdiğiniz yazarları dikkate almadığımı söylüyorsam -ki alınacak gibi değiller!!!- lütfen üzerime gelmeyin. Bir adamın kitabı aylarca çok satanlar rafında durmuş diye veya pazarlaması iyi yapılmış diye alıp okuyacaksan seni durduruyor muyum? Aaalll, bana ne? Ama sen de bi düş yakamdan. Kitabımı basacak değilsin, ben bassam alıp koynuna sokacak değilsin. Eeeee?

Konuyu toparlarsak; bence Hamlet şahanedir, amatörce bile olsa sahnede Hamlet olmuşluğum, hatta sevgili Aytaç Yörükaslan'dan "Ayla Algan'dan sonra seyrettiğim en güzel kadın yorumlarından biridir" diye onurlandırılmışlığım da vardır. Üstelik dahası, kifayetsiz kalan İngilizceme meydan okuyarak Londra'da, Globe Theatre sahnesinde Hamlet izlemişliğim de mevcuttur - meraklısına - !

Bütün bunlara rağmen, yine de mübarek Pazar sabahı iyi bir kahveden sonra aklımın ucundan bile geçmez Hamlet. Geçerse insan diiliiim zaten. O anda sadece omlet isterim ben. İşte bu kadar net!

22 Kasım 2008 Cumartesi

İçimin Karayolları Haritası.

Haftalardır, rıza göstermediğimiz halde elimizden alınanları düşünüyorum; sağlık, servet, sevdiklerimiz, hayallerimiz, inançlarımız... Korkarım yapacak fazla bir şey yok. "Doğa boşlukları sevmez" söylemine inanıp, alınanlarının yerine bir şeyler verecektir elbet diyerek sakin kalmak dışında... Tabii yapabilene!
Düşünüyorum da, aslında benim hayattan çok büyük beklentilerim varmış. Nedense itiraf etmemiş, manasız bir tevazu göstermişim! Kendimi luna parka götürülmüş ve kapıdan içeri girince " a, kusura bakma elektrikler gitti " diyerek eline gazoz tutuşturulmuş bir çocuk gibi hissediyorum. Bir tarafım hala elindeki gazozla orada, o bankta oturmakta. İnatla elektriklerin gelmesini bekliyor.
Dönme dolabın tepesinde olmanın nasıl bir his olduğunu hayal ediyor. Eğer atış yaparsa bir oyuncak ejderha kazanır mı diye geçiriyor içinden... Bu bekleyiş sırasında, ardında kalan olasılıkları düşünmek dışında yaptığı tek şey önünden akıp giden hikayelere dokunmak. Kıçını kaldırıp teknisyenlerle konuşmuş değil, gidip birine arıza kalıcı mı diye sormuş da değil. Öylece duruyor; elinde gazoz, cebinde yıpranmış bir luna park bileti!
Diğer yanım hiç beklemeden, hatta bilet bile almadan kapıdan döndü. Onu zaman zaman sokaklarda, başka hayatlarda, kitaplıklarda, uzak şehirlerde başı boş dolaşırken görüyorum. Nadiren de olsa luna parkı düşünüyor olmalı ama bir daha asla geri dönmedi.
Bir başka ben, burada, klavyenin başında. Paylaşıyor; yazmak ve yazı üzerinden anlamak hakkında durmadan bir şeyler öğreniyor. Hayatın kostümlü prova olmadığını ve ölümün çok ama çok yakınında soluklandığını keşfediyor. Sahip olmadığı, olamadığı şeyler için ağlayıp sızlanmaktan nihayet vazgeçti. Yaşamakta olduğu her şeyin vaktiyle yaptığı seçimlerin sonunda önüne geldiğini görebiliyor. Kızgınlıklarını ve öfkesini neredeyse sıfırladı, şimdi kırgınlıklarını ikna etmeye çalışıyor. Onu yolun diğer tarafında bırakan herkesi affedebildiği anda selamete ereceğinin de basbayağı farkında. Artık, geri geri gidilemeyeceğinin, olsa olsa kalınan yerden devam edilebileceğinin bilinciyle bakıyor hayata. Çok yolu var, biliyor.
Bütün bunlarla kişilik bölünmesi yaşadığımı itiraf ediyor değilim. Anlatmak istediğim her konuyu kurgulayarak yazacak kadar, yazıya saklanacak kadar kelimelerle oynayabiliyorum artık. Yanlış anlaşılma korkularımı epeyce öteledim. Bir çekincem yok. Blog yazmak bana günlük yazmaktan çok daha iyi geliyor. Bu nedenle "birinci tekil şahıs" olarak yazmaktan ve üç gün kaybolduğumda "neredesin?" diye sorulmasından çok hoşlanıyorum. Mutlu hissediyorum. Teşekkür ederim:)
Söylemeye çalıştığım içimde birden fazla yola rastladığım, üstelik bu farkındalığa yazıyla eriştiğimdir. Ayrıca herkesin içinde birden fazla yol olduğu gerçeğine de aydım! Hep mi oradaydı bu yollar? Elbette! Sadece ben yok sayıyordum, durup düşünmüyordum. Yeterince dolu dolu yaşarsam, onlar da önüme çıkmaz sanıyordum.
Aslında öyle de oldu, uzun süre planlar tam istediğim gibi gitti. Taa ki bu yıla kadar. Sonra aniden yanımdan geçip giden hayatlarla tanıştım! Ardımda bırakamadığım yolların, bitmeyen işaretlerin tozunu aldım. Onlarla vedalaştım. Hala bunun komasındayım.
Yazamayışım, benden yüzyıllar evvel yaşamış adamların bunu nasıl çözdüğü üzerine okumalarım, hırçınlıklarım hep bu yüzden. Geçecek mi? Bilmem, sanırım bir gün geçer.
Herkes kadar sevecen, herkes kadar dikenli ve herkes kadar... Farklı değilim yani, epeyce sıradanım hatta.
Dışarıda gezmek için ne moralimin ne de sağlığımın pek elverişli olmadığı* bu soğuk günleri içimin karayollarını adımlayarak geçiriyorum. Bazı noktalarda saatlerce oturup, yolun diğer yanına bakıyorum. O yolu başka başka mevsimlerde hayal ediyorum. Sonra kalkıp devam ediyorum. Kimseyi anlamaya çalışmıyorum, kimse beni anlasın diye bir derdim de kalmadı. Sözlerimden ziyade, kalbime bakanlar yanımda kaldı zaten. Diğerleri için pek ağırmış alfabem, onlar galaksimi terk ettiler!
Tüm dikkatimi içimdeki sese verdim. Ondan gelen manalı bir tını yakaladığımda tam da olmam gereken kavşakta olacağım. Böylece sağa sola dağılmış irili ufaklı tüm parçalarım orada buluşacak.
Bugün hala, yani henüz o noktada değilsem, demek görmem gereken başka tali yollar var. Hayat laf olsun diye almış olamaz beni ana yoldan!
*Aslında dün tam gün sokaklardaydım. Yani yazıyı iki gün önce yazmıştım ve değiştirmek istemedim. Dün akşam için M. Ersan'a teşekkür ederim:)) Onu ve ailesinin mevlevilik macerasını elbette yazarım yakında.

16 Kasım 2008 Pazar

TEBRİZ'İN KIŞ GÜNEŞİ...

SAYFA 159, TEBRİZ'İN KIŞ GÜNEŞİ...

"Ne gördün?" diye sordu derviş.
Şemseddin düşündü "Gördüğümü anlatmam mı doğrudur yoksa göremediğimi mi?" Derviş yine sordu. "Ne gördün?"
"Her şeyin bir hayal olduğunu..."Derviş solgun hareli gözleriyle dik dik baktı ona.
"Aklınla cevap vermeyi bırak da söyle, ne gördün?"
Şemseddin durmadan ne gördüğünü düşünüyor ama gördüklerini sözlerle nasıl ifade edeceğini bilemiyordu.
"Hiç", dedi. "renksiz bir gül" dedi. "suretsiz bir renk" dedi, "zihnin gülü, zihnin rengi, zihnin sureti" dedi. Ne dediyse dervişi kandıramadı.
Her defasında "Akıl gözüyle bakmışsın" , diyerek yüzünü buruşturdu derviş.
Bir kuş yavrusunu karanlık bir kuyuya bile atsanız vakti gelince öter, çünkü o vaktini bilir."
Şemseddin bu sözü niye söylediğini bilemedi. Dilinin ucuna gelen bu sözler bir anda dudaklarından dökülüvermişti.
Dervişin bakışlarını görmemek için gözlerini kaçırdı. "Ne gördüğünü bilmiyorsun ama neden göremediğini anlamışsın" dedi derviş.
Bir süre hiç konuşmadan oturdular havuzun başında.
Şemseddin aklı karmakarışık, içi huzursuz, düşünüyor ancak düşünceler karasız kelebekler gibi kafasının içinde uçusup duruyordu...."

12 Kasım 2008 Çarşamba

6. Gündüz İçin Hazırım, Ya Siz?


Geçen hafta Maya takviminden ve 5.geceden bahsetmiştim. Ebru ve Ajdar, yavaş yavaş anlatıyorlar bana bütün bunların ne anlama geldiğini. Anlıyor muyum orası tartışılır. Fakat denize düşen yılana sarılır misali Mayaların yakasına sıkı sıkı yapışmış vaziyetteyiz:)) Sanırım acelesi olan ve benim hızımdan memnun olmayanlar, konuyla bizzat kendileri ilgilenmek durumunda kalacaklar! Zaten böylesi muhtemelen daha iyi olur, çünkü ben kafamda bir yere oturtana kadar muhtemelen 6. geceye geçeceğiz!

Kısaca özetlersek konunun özü şudur: önümüzdeki 365 gün hayatla ilgili bir önceki 365 gün ne ektiysek onu biçeceğiz. Yaptığımız maddi ve manevi yatırımların, seçimlerin meyvalarını toplamaya başlayacağız. Yaratıcılık artacak, gelişmeler hızlanacak ve karamsarlık az da olsa dağılacak. Daha fazla aşk, iş, para, sağlık ve huzur getireceği düşünülen bir sürece girilecek.
Ben inanıyor muyum? Evet inanıyorum. Ne zamandır hiç bir halta inanmadan yaşadım da ne oldu. Buna inanıyorum işte!

Bu sabah ailemle kahvaltı yaptıktan sonra, annemle hastaneye gittik. Şu dünyada en çok sevdiğim kadınlardan biri dün meme kanseri teşhisiyle ameliyat olmuştu. Bütün gün gözümün yaşı durmadı. Sokaklarda, markette, yemekte, yatakta çocuklar gibi durmadan ağladım. Ne zamandır bu kadar çok ağlamamıştım. Birikmiş yaşlarımı bu çok sevdiğim kadın için akıttım. Ve uzun zamandır kendimi hiç bu kadar aciz hissetmemiştim; ben küçücüktüm o, 2.01 cm. boyundaki canavar kocamandı.

Ben bu canavarın rengini, kokusunu, hızını ve nasıl bir oyun oynadığını çok erken yaşlarda öğrenmiştim. Ama onun karşısında, dokuz yaşında ne kadar çaresiz isem, şimdi de aynı derecede çaresizim. Hani ömrümden yıl istense hiç düşünmeden çıkartıp verecek kadar seviyorum bu kadını, fakat elim kolum bağlı... Neyse ki, bugün iyi görünüyordu. Bir gün önce yaklaşık beş saat süren bir ameliyattan çıkmış biri için iyiden de öte, harika görünüyordu. Açıkcası içim rahat etti. Benim 6. gündüzüm o saatte başladı zaten.

Meme kanseri hakkında hiç bir fikrim yok. Hayatında yalnızca bir kez ultrason çektirmiş biri olarak nasıl bir tehlike içinde olduğumuzu ancak dün anlayabildim. Bu konuda öğrendikçe blogda mutlaka yazacağım. Sanırım zaman zaman içiniz bayılacak, özellikle erkekler isyan edecek ama bu gerçekten umurumda değil.

Gelelim benim 5. gecemin gidişine. Hastane dönüşü pek sanat sever bir muhteremle kahve içip, beğendiğim ressamların piyasasını öğrendim. O, yere göğe sığdıramadığım isimlerin düşündüğüm kadar yüksek fiyatlı olmadığını duymak acayip hoşuma gitti. Tabii beş kuruş param yok diye muhtemelen uzunca bir süre daha sadece hayal etmek zorunda kalacağım gerçeği aynı derecede zevkli değildi! Yine de iyi bir görüşmeydi. Bu pek muhterem arkadaşımızı postalar postalamaz kızlarla buluşmak için evden çıktım.

Elmalı kurabiyeleri almış, sakin sakin yürürken, birden aklıma bir kaç satır geldi. Tam o anda P. Özer'in neden "defter taşı!" diye ısrar ettiğini anladım. Çünkü aklıma gelen satırları ne sms ile ilgili şahsa yollayabilirdim, ne de telefon açıp söyleyebilirdim. Fakat unutmamak için yazmam lazımdı. Ben de yazdım:".....................................................................................................
". Bunu yazmış olmak bile bana çok iyi geldi. Aklım devreye girmiş ve bir anlık hezeyana kapılıp telefona yapışmamı engellemişti ama bu sadece o anda hazır olmadığım içindi. Bir başka sefere bakalım beni kim durduracaktı?

Bu garip his, bu akıllara zarar itiraf 6. gündüz değildi de ne idi? Hayatımda ilk kez yürüdüğüm yol benden , ben yürüdüğüm yoldan memnunum.
Yukarıda bu gece çekilmiş bir fotoğraf var. Lütfen yarın dolunayı kaçırmayın. Sezgilerinize güvenin; akıl, ego ve kurban rolü, sadece zaman kaybına ve saçma sapan oyunlara sürüklüyor bizi...Delireceksek delirelim, yoksa hiç uyanamayacağız bu kabusdan.

Şimdiden çok aydınlık bir 365 gün diliyorum hepimize:))

10 Kasım 2008 Pazartesi

"SENİ SEVİYORUM"

Külkedisi biliyor, ama siz bilmiyorsunuz aşramda bana neler olduğunu... Ve daha da önemlisi, ben biliyorum içimde neler olduğunu ama henüz Külkedisi bile bilmiyor...

Aslında bu yazıyı onun meditasyon ve yoga üzerine deneyimlerimizi paylaşalım diye açtığı sayfaya yazmalıydım, hatta ne olursa olsun - hiç olmazsa ilgili kısmın - bir kopyasını da oraya koymalıyım. Fakat aklımdan geçenler, kalbimden geçenler ve başıma gelenler hakkında kendimi ne kadar ifade edebileceğimden emin değilim.

Aylardır sayıkladığım masalı nihayet yazmaya başladığımı söylemiştim. Bu masalın, Külkedisi'nin fikrini aldıktan sonra, dün gece gördüğüm bir rüyanın da etkisinde kalarak Kırmızı Balık'ın Maceraları şeklinde uzun uzun devam etmesine karar verdim. Bu kararımın ardında, tamamen terk edildiğim duygusuyla başa çıkamayışım var... Masalımı da bu sebeple terk edemeyeceğim. Son yazdığım satırlarda Ay, Kırmızı Balık'ı terk etmişti ve o, okyanusun ortasında kalakaldı. Masallar böyle bitmez ki! Ay ile olan bağı kalmalı, ayrılığa rağmen macera devam etmeli. Artık aralarında köprüler olmasa, bir kez daha göz göze gelemeyecek bile olsalar Kırmızı Balık bu gerçekle devam etmek zorunda. Eğer Ay başarmış ise O da başarabilir. Hiç olmazsa rüyaları var, hayalleri var...

Ben bu masalı canım yanarak yazıyorum. Külkedisi, daha evvel yazdıklarına hiç benzemiyor diyor. Haklı. Daha önce hiç ağlayarak yazmamıştım.

Aşrama dönersek, o bir türlü beceremediğim kundalini meditasyon sınıfına ittir kaktır katıldığımdan sanırım bahsetmiştim. Ya da bunadım da hatırlamıyorum. Neyse, bahsettiysem de detaylı anlatmadığımı gayet iyi biliyorum...

O gün orada bana bir şey oldu. Her anı, her davranışı kontrol etmek ve mümkünse belirsizlikleri ve de beklemeleri hayatın içinden çekip çıkartmak gibi manyakça bir duygu beslerim ben. Sanki sevmediğim her şey ayrık otudur da , ben yola yola bitirebilecekmişim gibi. Oysa elbette hayat böyle bir şey değil, bunu Eda Liza bile anladı...

Kundalini meditasyon tam bir saat sürdü. İlk yarım saatte sallandık ve dans ettik. Kendimi ateş dansı yapan yerliler gibi hissettim. Bütün gayretime rağmen bedenimi asla rahat bırakamadığıma bir kez daha tanıklık ettim. Yalnızca denizde, evet yalnızca denizde direnmiyorum. Onun dışındaki tüm zamanlarda kontrollü olmak gibi salakça bir derdim var benim. Neyse, farkına vardığıma göre umarım düzeltebilirim.

İlk yarım saatten sonra, olduğumuz yere oturduk. Hiç ama hiç kımıldamadan onbeş dakika yalnızca müziği dinledik. Dinledim. Zihnimden geçenleri kovalamadım ama beslemedim. Durdurup, uzun uzun seyretmedim. Akışa bıraktım görüntüleri. Sonra hiç ummadığım bir anda, içimin, daha da acıklısı kalbimin bomboş olduğunu gördüm! İçimde kim var dediğimde anladım bunu. Çünkü kimse yoktu! O kadar üzüldüm, o kadar hayalkırıklığına uğradım ki ağlamaya başladım. Benim kalbim bomboştu! Hayatımın tam ortasında, üstelik yazdığım masallarda içinize bakmayın* diye sıkı sıkı öğütlerken, ben kendi içime bakıp, bu gerçekle karşılaştım!

Çok ama çok canım yandı. O anda olmasa da, şimdi bunun nasıl bir mesaj taşıdığını görebiliyorum. Kalbimin neden boş olduğunu da biliyorum. Bununla yüzleşmek için niçin bunca zaman beklediğim ise hala sır. Zihnim orada devreye giriyor ve ben, o cevabın da zaman içinde geleceğine güvenerek dikkatimi başka şeylere yöneltiyorum.

En yakınlarım dahil olmak üzere ne kadar az insana seni seviyorum dediğimi düşünüyorum. Oysa Eda Liza'yı, Leyla'yı, Külkedisi'ni, annemi, Prusya Kralı'nı, etrafımdaki ve Dünya'nın her bir yanına saçılmış tüm cadıları, Cenk, Bingül, Muse, Burhan, T. Korkut, teyzem, Ozi, Hakan ve Meltem'i, Semra, Mehmet, Mehmetus'u seviyorum. Hatta artık yaşamayan kedilerimi, anneannemi.... Hatta... Buna rağmen kalbimin boş olması çok tuhaf.

Bu akşam, rüyalarıma girip "oku beni" diye çırpınan mektubu okudum. "Ölümden başka her duruma çare var, kaçamazsın benden" diye fısıldıyordu ne zamandır. Gerçekten kaçamadım. Okudum. Kelimeler ok gibi içime içime saplandı. E. Batur şu hissettiklerimi hissetseydi, alırdı eline oklardan birini ve kırmızı bir mürekkebe batıra batıra yazardı! Kime? Benim cevap yazacak kimsem yok ki!

Yazmayacağım. Ben artık yalnızca masal yazacağım. Okyanus ile başbaşa uzun yıllar geçirecek olan Kırmızı Balık'ın maceralarını yazacağım. O balık uyuyacak, düşler görecek, hayatına birileri girecek, birileri apansız göçüp gidecek... Ben artık yalnızca onu, Kırmızı Balık'ı düşüneceğim.

Eğer hayal ettiğim kadar hızlı yazabilirsem bu yılın sonunda onun maceralarını bir küçük kitap haline getirip, o "seni seviyorum" diyemediklerime dağıtmayı planlıyorum.

Sevgi üzerine daha çok düşünmem gerektiğini anladım. Hayat bana son üç aydır durmadan bu mesajı veriyor. Ölümler, hastalıklar, terk edilmeler, iş hayatındaki olumsuz gelişmeler... Hepsi ama hepsi bana maneviyatımı sorgulatıyor. Kimi seviyorum? Kim beni seviyor? Bu konuda ne yapıyorum?

Bir hafriyat başlattım içimde; duvarlar yıkılıyor, molozlar saçılıyor etrafa. Belli ki ha dediğimde bitmeyecek. Ama acelem de yok aslında. Giden gitti nasıl olsa... Kelimelerin çok güçlü olduğunu bildiğim gibi, onların büyüsüne kapılmanın gerçeği gölgelediğini de biliyorum. Bu durumda, o içimdeki hafriyatı anlatırken bu gece olduğum kadar samimi olabilir miyim emin değilim. Bazen yazmanın büyüsü, gerçeğin önüne geçebiliyor. Kalem söz dinlemez bir....

Yine de kalbime saplanan oklar için hayata teşekkür etmeliyim, beni kundalini meditasyon sınıfına sürükleyen Nazlı Hanım'a teşekkür etmeliyim. Teşekkür ederim herkese, teşekkür ederim "Hiçkimse"ye...




*"Gergin İnsanlar Krallığı" adındaki masalımda bunu bizzat söylemiştim!

8 Kasım 2008 Cumartesi

Olağanüstü Aile Toplantısı.

Dün 15.00'den başlayarak, bizim evde bir kaç eksikle planlanmamış "olağanüstü aile toplantısı" yapıldı. İstisnasız herkes, "hayat b.. sardı" nakaratlarıyla başladı konuşmaya. Ama biz, birbirimize iyi geliyoruz; ilerleyen zamanlarda ne keder kaldı, ne acı, ne de çözümsüz sorunlar. Çok geçmeden, bir süredir semtimize uğramayan kahkaha baloncukları üşüştü evin tavanına. Uzun ama çok uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Bazen ben nasıl kahkaha atardım diye düşünüp üzülüyordum. Ama şükürler olsun ki hala sesim çıkıyormuş!

Sonra ne mi oldu? Kuzenimin aşk acısı bir an için bile olsa kayboldu, Muse bütün iş problemlerini İzmir'deki düğünün detaylarını anlatırken unuttu! Barış ki birini bulup evlenmişti, demek hayatta herkes için bir şans vardı!

Burhan ve ben onları dinlerken zamanı kaybettik! O, aylardan Ekim dedi, ben Kasım! Muse Aralık! Kuzen sustu; aşıklar için farklı akar zaman.... Kalbinin acısına rağmen gülebildiği için suçlu hissediyordu besbelli. Ama aşığın verdiği acıya rağmen hayat devam eder. Bunu o da öğrenecek. Ki bence kendisi çok şanslı; gerçek bir aşk ve gerçek bir aşık var canını yakan!

Gündüz Burhan'la çizim çalışırken Nev dinledik bir ara. O pek sevmediğim şarkılar beni alıp, otuz yaşımın doğumgünü kutlamasına götürdü: bir anda Gündoğan Zeze'de gördüm kendimi, beş karış suratla! Sevgili kocamın ben mutlu olayım diye deli divane olduğu, içimin bayıldığı, Nev'in bana şarkılar söylediği ve benim hiç haz etmediğim geceye... Nankörlüğümü düşündüm, beni seven adamlara karşı yumuşamayan kalbimin haline güldüm... Sonra tüm dikkatimi önümdeki çizim programına verdim. Herkes ve herşeyi ardımda bırakmak için bildiğim tek şeye sıkı sıkı sarıldım: öğrenmenin iyileştirici gücüne!

Şimdi Mevlana'ya gitme planları yapıyoruz. Leyla'dan geçtik ya, Mevla'yı bulacağız! Burhan'la kafamıza takılan soruları kurcalayarak, yeni bir kapıyı daha aralayıp "oh!" diyeceğiz. Kuzen de katılacak bize. Seyahat planlamak ne kadar iyi geliyor insana tahmin bile edemezsiniz. Sanki yaşadığımızı hissetmenin üç beş sihirli formülünden biri seyahat. Ya da yaşamaktan kaçmanın sihirli formülü bazılarımız için... Ne dersin üçüncü tekil şahıs?

Geceyi, benim yaptığım haşhaşlı ve çikolatalı tatlıyı yiyerek, Konya gezisini ve Nisan'da gidilecek Mezopotamya seyahatini planlayarak ve elbette 5. geceden kurtulmanın sevinciyle geçirdik. Siz bilmiyor musunuz? Bütün bu başımızda dolaşan kara bulutların sebebi altıncı geceydi ve o, 12 Kasım'da güne dönüyor! Her şey çok daha güzel olacak. Yaratıcılık artacak, yeni aşklar başlayacak, yeni evler kurulacak.... Hayat her zaman olduğu gibi bir küsecek bir barışacak ölümlülerle. Barışmaya geri sayım başlamışken, karamsarlığından ve acılarından beslenenlere üzüntüyle bildiririm ki bir kaç gün kaldı...Yazılacak trajedi ya da sataşılacak birileri varsa etrafınızda acele edin:)))

Ne mi demeye çalışıyorum. Şunu: dün bir ölüm, bir kanser ve bir aşk acısı haberi vardı hayatımda. Ölen ölmüştü, ona çare yoktu. Aşk ise yeterli kadar değerliyse zaten yolunu bulup acıları ve imkansızlıkları devirecekti. Aksi durumda ardından vızıklamaya bile değmezdi. Beni asıl düşündüren genç bir kadının kanserle savaşı oldu. Bu çok sevdiğim insanın hayatta kalma mücadelesini izlemek zorunda kalacağım... Önüme gelen sınav beni güçlü olmak zorunda bırakıyor yine... Bütün kalbimle başaracağına inanmaktan başka çarem yok... Ben bu kadar inanırken onun da başarmaktan başka çaresi yok!

Bu denli bilgiye, öğrenmeye sığınmanın, Leyla'dan geçebilmenin ve gülebilmenin ardında yatan, ensemde hissettiğim ölüm. Ben de kanser olabilirim. Hem de hiç umulmadık bir anda, rutin bir doktor kontrolü sonrası öğrenebilirm bunu.. Hayat bu kadar işte. Biz o ya da bu şekilde yaşayıp gideceğiz. Ama o kalacak. Hayat kalacak. Ona karşı verilecek savaşta kaybetmeye mahkumuz. Peki ya kazanırsak? Ki bence kazanmanın tek yolu var; iyi izler burakmak. Öncelikle kendimizde iyi izler bırakmak. Benim aklıma yatan, içime sinen tek yolu bu; İZLER...

Ancak böylece insan kabir azabından kurtulabilir. Bence kabir azabı denilen şey, hayatta kurbanmışız gibi davranarak günleri harcamak ve kendimiz için yaşamadan göçüp gitmektir. Bu derin pişmanlıkla, o daracık yerde an be an çürümekten başka ne olabilir ki kabir azabı? Uykun gelmez, karnın acıkmaz, sohbet edecek kimse yoktur, okuyacak kitap, dinlenecek cd bile yoktur. Öylece kalmışsındır tabutta. Ne yapacaksın? Hesaplaşacaksın! Ya da Prusya Kralı'nın dediği gibi lanet olası bir elma kurdu olarak geri döneceksin dünyaya! Bilemiyorum hangisi daha trajik!!

Şunu diyorum; kanser var, ölüm var... Zaman az, tepe taklak düşünce, hızlıca kalkmak lazım. Emin olun, bu düşmeyeceğim diye kasmaktan çok daha kolay. Bir de doğru soruları sorup, cevaplarla yüzleşmek gerekiyor... Size iyi gelen, kahkahalarınızı canlandıran, sorularınızdan kaçmamanız için destek veren insanlarla görüşün. Bu kendinize sırt çevirmekten çok daha dürüsttür emin olun. (Şükürler olsun ki soru sormaya başladım!)

Biyolojik aileniz dışında , hatta mümkünse onları da içine katarak kocaman bir çember yaratın kendinize. Tazelenin. Tazelenmeden sorunlarla başa çıkamayacağımızı anlayın. Kaçmayın! Kaçanlar zamanından önce kaybedenlerdir. Onlarla aynı tabuta uzanmayın. Kazanma şansınız olması için meydanda kalmalısınız. Uzlaşın ve usulca savaşın:))



Not. Savaşmadan çekildiğim tüm meydanlardan, adamlardan, kadınlardan, anlardan, duygulardan özür dilemek isterdim... Eğer mümkün olsaydı.












5 Kasım 2008 Çarşamba

Cemile Hanım Selçuklu Bahçelerinde...

Sandalyede zar zor oturan yaşlı kadın "kırksekiz saattir acı duymuyorum" dedi. Sonra gülümsedi. Ağzına büyük gelen dişlerine baktım, ancak o zaman çok kilo verdiğini fark ettim. "Ne bacaklarımda şişlik, ne karnımda açlık, ne de kalbimde ağrı var... Hepsi geçti. Hafifledim" diye devam etti. "Saçlarımı boyatmam gerekmiyor. Ayaklarımın şişi inmediği için pedikür yaptıramıyorum diye dert etmeme, hatta uzayan bıyıklarım için Fahri Bey'e Nuray'ı yolayabilir misiniz dememe bile gerek kalmadı."

Haklıydı, uzamıyordu bıyıkları, saçlarını da boyatmasına gerek yoktu. Aslında, sadece uzun bir uykuya yatma zamanı gelmişti. "Rahatça uzansanız ve yormasanız kendinizi" dedim. "Yorulmuyorum ki, aksine anlatmak istiyorum sana. Bayramda gelmediğin için anlatamadığım bazı şeyler var" dedi.

Gülümsedim, kızmadım. Hatta gücenmedim bile, çünkü bizim ailenin bütün kadınları sivri dillidir; yaşlı, genç, hasta ya da sağlıklı olmamız bu huyumuzu değiştiremiyor maalesef...

Çocukluğumun en önemli mekanlarından birindeyim; dedemin kardeşinin evinde. Yatakta uzanmış ve bana birşeyler anlatmak için sabırsızlanan yaşlı kadın Mehmet dedenin eşi. Ölüyor. Ve ben, burada olmam gerektiği için geldim. Bu ruhumu sıkan ev ve aileye dair hatırladıklarımı birkaç cümleye sığdırabilirim aslında : Sallanan sandalye, loş odalar, yedi cücelerin porselen bibloları, Cemile Hanım'ın altın ve inci kolyeleri, kızıl saçları... Hepsi bu.

Küçükken beni sevdiklerini, hoş tuttuklarını anımsıyorum ama ilerleyen yıllarda iyice çıktık birbirimizin hayatından... Kalbinden... Görünce "nasılsınız? " demek dışında derin hisler beslemez oldum bu yaşlı kadına ve ailesine karşı. Şimdi, yatağında öylece uzanmış, bana bakıyor. Onu dinlememi istiyor. Ben? İsteksizim! Yine de, çaresiz susuyorum. Çünkü Melek Hanım'ın torunu olmak ağırbaşlı ve saygılı davranmayı gerektiriyor.

Uzun uzun anlatıyor, yorulunca susup biraz dinleniyor. O konuşurken ben babaannemi özlüyorum, bazen ne kadar anımsatıyor onu... Dudakları kupkuru; Cemile Hanım'ı ilk kez rujsuz görüyorum. Kızıl saçlarının yerinde ise yeller esmekte. Bembeyaz olmuş kafası! Anlattıklarının çoğu, dahil olamadığım zamanlardan ve elbette hiç hatırlamadığım olaylar. Anın çok özel olması dışında, içim inanılmaz derecede sakin ve bomboş. Buzdan bir duvar gibiyim. Kendi soğukluğumdan üşüyorum. Ellerini tutuyorum. Bu temastan mavi damarlar ve çiller bulaşıyor ellerime... Aklıma babaannem geliyor. Ya da o hiç aklımdan çıkmıyor... Çok güzel elleri vardı diye düşünüyorum... İçimde akan buz gibi kan da onun hediyesi bana, babaannem sevmezdi bu zavallı ihtiyarı. Onun için kötü söz de söylemezdi fakat biliyorum ki sevmezdi. İkisini hiç tatlı tatlı sohbet ederken anımsamıyorum. Daima bir mesafe vardı aralarında. Cemile Hanım, babaannemlerde resmi bir misafir, bir komşu hanım gibi ağırlanırdı.

Tanıdığım en görkemli kadınlardan biriyle de böyle vedalaşıyorum; kafam inanılmaz karışık ve hayatım sezgilerime teslim olmaya çalışırken... Ölüm ilk kez ağzımı sulandırıyor. İmreniyorum. Artık canı yanmayacağı için, kimseden bir isteği kalmadığı için, gözleri pencerede öylece sevdiklerini beklemeyeceği için, uykusuz saatlerle savaşmayacağı için delice kıskanıyorum onu. Belki sırf bu yüzden susuyorum; kıskançlığımdan!

Neyse, yaşamak ve devam etmek zorunda olmayan, hayatla hesabı kesilmiş bu yaşlı kadını dün gece paketleyip aile toprağımıza götürdüler. Oysa son görüşmemizde bana "Söylesene sence yürüyebilir miyim, tekrar dışarı çıkabilecek miyim? "demişti. Bende ona "elbette çıkacaksınız, bayrama kadar geçer bu şişlikler" demiştim. Kendim bile inanmadım söylediğime ama ona ihtiyacı olanı verdim, hayatın benden köşe bucak sakladığını ben ona bir cümleyle verdim gitti: Umut!

Bugün onu gömdüler. Ben orada değildim. Kendimizi ait hissetmediğimiz bir törene katılmamayı tercih ettik. Yine de içimden birkaç cümle fısıldadım ona. Çünkü O, ailemizin güllere gümre olan son kadınıydı! Ne halamın ne de kuzenlerimin oraya gömülmek isteyeceklerini sanmıyorum. Ben de istemiyorum.

Bu ölüm için hiç ağlamadım. Yaşanmış uzun bir hayatın sona ermesi beni hiç üzmedi. Hatta onun, o karanlık evdeki terk edilmişliğini içimde hissettikçe, yukarıdakinin geç bile kaldığını düşündüm. Sahi kendisi bugüne kadar hangi olayda iyi zamanlama yapmıştı ki?

Hoşçakalın Cemile Hanım, babaanneme benden çok selam söyleyin. Bana biraz yaşama hırsı yollasın oralardan, azıcık da şans rica ediyorum. Ah bir de şunu söyleyin lütfen, onun nasihatını dinleyip, "kan içip, kızılcık şerbeti içtim" diyorum!




2 Kasım 2008 Pazar

İki Gün, İki Film.


Üst üste iki gün, iki güzel film seyrettim. Biri ne zamandır adını duyduğum fakat nedense başroldeki esas adamı fala sulu bulduğum için seyretmemeyi tercih ettiğim bir filmdi. Ama geçenlerde Külkedisi, bu film hakkında yazınca iyice meraklandım:"Eternal Sunshine of the Spotless Mind". Diğeri ise aylardır merakla beklediğim Ferzan Özpetek filmi "Un Giorno Perfetto".

Takdir edersiniz ki ikisi birden bünyeye epeyce ağır geldi! Ama aynı zamanda iyi de geldi. Zaten maceram dün sabah saatlerinde elmalı turta ile aşrama giderken başlamıştı. Yol boyunca, sanki takıp takıştırmaya çok meraklıymışım gibi manasızca küpelerimi düşündüm; renklerinin ne kadar güzel olduğunu, ne kadar eski ve ne kadar değerli olduklarını... Saçlarıma ne kadar yakıştıklarını... Oysa çok değil beş sene evvel bunlara benzer takıları çok abartılı bulur ve asla kendime yakıştıramazdım. Değişiyordum.... Yani elimde turta, kulaklarımda erguvan rengi küpelerimle mutlu mesut yürüdüm Göztepe'den Suadiye'ye.

Tam gün yoga ve meditasyonla geçince akşam için kızlara bakmaya iyice enerji toplamış oldum. Komşularıma, güzel bebeklerine göz kulak olmak için söz vermiştim. Bu nedenle Külkedisi ile içtiğimiz harika kahvenin ve kafamda ard arda ampuller yanmasına sebep olan sohbetin tadı damağımda kalarak eve döndüm. Agi ve Altuğ gidince, baktım kızlar melek gibi uyuyorlar, Agi'nin pişirdiği ıspanaklı börekle bir bardak cola alıp dvd seyretmeye karar verdim. İçimden de aynen şöyle söyledim: Şükürler olsun ki hala bu gibi basit konularda karar verebiliyorum!

Fakat seçtiğim film neredeyse yeni bir karmaşaya sebep olacaktı. Hem de tam "kararlarımı verdim, şimdi iş uygulamada" derken... Filmin başından sonuna kadar, o kadar fazla cümle vardı ki doğruca bana söylendiğini düşündüğüm.... Mesela kızın adının "mandalina" olması. Sonra her iki insanın da birbirleriyle anlaşamadıklarını düşünerek, aşık oldukları halde acı çekmemek adına hafızalarını sildirmek istemeleri... Adamın, "beni küçümseyerek git dediğin için gittim" diyen hali.... "Keşke çocukken tanışsaydık" cümlesi... Kadının, gerçek bir veda isteyen ama aslında veda istemeyen bakışı... "Beni utancına gizle" cümlesinin bir ilişkideki gücü ve ardından gelen muhteşem okyanus kıyısı sahnesi!

Bu filmi izleyin; kabinizden çıkartamadığınız birini hayatınızdan çıkartmanın manasızlığı üzerine çok çarpıcı bir senaryo. Acı çekmekten kaçarken, aslında yaşamın ta kendisinden kaçıyor olduğumuzun masalsı bir anlatımı... Zamanlaması epeyce can acıtıcı olsa da, bu film anlattıklarıyla benim en sevdiklerim arşivinde sağlam bir yer edindi bile kendine.

Amma Ferzan'ım Özpetek'im yine yıkıp geçirmiş ortalığı. Herkes bu kadar hayran mıdır onun filmlerine orasını bilemem. Fakat o, doğruca benim için film yapıyor sanki. Bu durumda benden tarafsız olmamı beklemeyin lütfen! Açıkcası hayatımda hiç fiziksel şiddete maruz kalmadım. Bir kadın bununla nasıl mücadele eder ya da buna benzer bir durum karşısında neden siner hiç bilemiyorum. Fakat her kare o kadar gerçekti ki, yaşamadığım bir acı karşısında da canım yanabiliyormuş bunu anladım. Zaten Ferzan Özpetek filmlerini benim için vazgeçilmez kılan da tam olarak bu. Yani eşcinsel olmadığım halde iki erkek arasındaki aşkı anlayabilmemi sağlaması gibi, beni deneyimlemediğim duyguları içselleştirip, zenginleşmem konusunda besleyen bir yönetmen olması.

Aile olmak, devam etmek, seçimler ve vazgeçişler üzerine hayatın tam ortasından ok gibi fırlayıp, doğruca kalbinizi hedef alan bir film. Zamanın acımasızlığı, hayatın cilveleri, aşkın çirkinliklere yenik düşen yüzü, çocukların tertemiz dünyası... Emin olun bu film sizi paramparça edebilir.

Dört kişilik bir ailenin, her üyesinin kendi payına düşeni nasıl algıladığı ve aile olabilmenin sırrı üzerine de çarpıcı detaylarla dolu film. Yanlış seçimler, yanlış seçimlerden kaçamayan güçlü karakterler, sessiz ve güven veren beklenmedik dostluklar, aşkın bomba gibi hayatına düşmesini görmezden gelip mutsuz hayatına geri dönebilen genç kadınlar... En kötü karaktere karşı bile izleyicinin kalbini yumuşak tutabilen kareler...

Unutmadan, cam küredeki küçük kırmızı balığı yeni filminde de kullanmış yönetmen. O küçücük detayla beni o kadar etkiliyor ki, çok ağladığımı bilse eminim yapmazdı!

Of ya, seyredin işte kardeşim ne diyebilirim ki daha. Gayet güzel olmuş işte.
Ferzan'ım işi biliyor; kimi nerede hangi renkle, hangi mimikle tavlayacağını kavramış. İzleyiciyi, hiç abartmadan ve tüm samimiyetine inandırarak öyle kolayca akışa dahil ediyor ki, içiniz kanıra kanıra ama ne hikmetse hayata inana inana çıkıyorsunuz salondan.

Ebru'cuğum, sana bu güzel Pazar keyfi için çok teşekkür ederim. Nice Ferzan filmleri izleyelim birlikte:))