Annem ve babam evlendiklerinde hatta nişanlı oldukları dönemden itibaren babam, anneme her fırsatta "lütfen ailemle mesafeni koru" dermiş. Annem bu uyarıyı dikkate almış mı derseniz, almamış tabii ve böylece kardeşimle birlikte ortasında kaldığımız yıldız savaşları başlamış. Tam olarak bu sebepten babaannemin ölümüyle birlikte benim için babamın ailesine açılan karadelik sonsuza dek kapandı. Kesinlikle kin ve öfkeyle değilse de hiç anlayamayarak ve biraz buruk hissederek bıraktım onları. Özlüyor muyum? Hayır. Babaannemin söylediği gibi benim sevgim babamaydı. O kadar.
Halam kanser olmuş mesela, arayıp geçmiş olsun demedim. Oh olsun da demedim tabii fakat arasaydım kendime büyük haksızlık olacaktı. Dokuz yaşında babasız kalmış çocuk Elvan'ı bir kez daha ağlatamazdım.
Son birkaç senedir de annemin ailesi gözüme batıyor. Aralarındaki ilişki biçiminden hiç hoşlanmıyorum. Kelimenin tam anlamıyla, ama bilinçli ama bilinçsiz "olmasın ama ölmesin" tadında yaşıyorlar. Bu nasıl bir sevmek derseniz, inanın hiç anlayamıyorum. İnsan sevdiğinin başı arşa değsin, kanatlansın, yücelsin, yükselsin, sevinçle, sağlıkla dolsun istemez mi?
Babam gittikten sonra sevginin sadaka gibi gıdım gıdım verildiği, akşam olunca buzdolabına kaldırılan bir çocuk olarak büyütüldüm. Buzdolabı kısmı bana o kadar pahalıya patladı ki, bir süre sonra her sabah bedenim çözülse de kalbim ısınamamaya başladı. Bunun adı duygu donmasıymış, yıllar sonra kendime dair hasar raporu çıkartırken öğrendim. Çok yalnız bir çocuktum. Bu yüzden beni sımsıkı yakalayan erken vazgeçilmişliğimden uzak durabilmek uğruna durmadan ama sahiden hiç mi hiç mola vermeden okuyor okuyordum. Konu o kadar manasız yerlere gitmişti ki on altı yaşıma geldiğimde meydanda klasiklerden okunmadık bişi kalmamıştı. Ha, ne idi anladığım derseniz, vaktine uyanı kadar derim. Sonraki yıllarda delice sosyalleştim. Ama öyle öyle değil, yatağa baygın gidecek kadar!
Bütün olan bitenden kimseyi sorumlu tutuyor değilim. Bir noktada profesyonel yardım almayı seçebilirdim fakat Jung çoktan ölmüştü ve ona duyduğum saygının yüzde birini yakaladığım bir profesyonel çıkmadı karşıma. Eğer terapimi kendim yöneteceksem ne b.k yemeye zaman ve para harcayacaktım?
Velhasıl dışarıdan bakınca pek açık etmesem de - öyle sanıyorum ama gerçeği bilemem tabii- ruhum topal kaldı benim. Topal Sadi'nin Topal kızı Elvan. Bu benim buzdolabında donan parçamdı; aksayan bir bacak ardında aksayan bir kalp bırakmıştı.
Konuyu çok dağıtmadan kanser anlatmak istiyorum. Babam kanserden öldü. Dedem ve amcam da. Diğer amcam sirozdan gitti. Halam da kanserden kalacak mı gidecek mi belli değil. Şimdilik yaşıyormuş.
Annemin olması ölmesin felsefesi güden ailesine gelince, onların da kaderi ötekilerden pek farklı olmadı. Hani coğrafya kaderdir, içine doğduğun ev kaderindir falan filan lafları var ya, o kadar a yersiz değil sanki. Nasıl bir duygu durumu kronikleşirse bedenimizde zihin, ruh ve beden ona göre bir harmoni tutturuyorlar.
Bizim aile ağacımızda kanser baş tacı olmakla birlikte kalp damar hastalıklarıyla ve sirozla süslediğimiz efsane bir tablomuz vardır. Elbette kader değil, isteyen istediği noktada çıkar diyorsunuz değil mi? Ama unutuyorsunuz, insan çok korkar, insanın ödü patlar bilinmeyenden. İnsana hele de bizim ki gibi geleneksel toplumlarda kendini seçmek öğretilmemiştir. İçini duymak değildir ki düsturumuz, dışarıdan aldığımız alkış belirler değerimizi.... Zordur yani kendini, mutluluğunu, neşeni, sağlığını seçmek. Mümkün ve zor.
Şimdi en küçük dayım kanser ve iyileşmeyecek. Bana bu yazıyı yazdıran da tam olarak bu, çünkü dayımın ölmesini istemezdim. Şöyle düşündüm, başka birilerinin de dayısı veya sevdiği, kıymet verdiği birileri ölüme yaklaşmış olabilir. Etrafında da tıpkı benim ailemde olduğu gibi merhametli ama akılsız insanlar kümesi olabilir. İstedim ki o hiç tanışmadığım kederli ve çaresiz hisseden insan yalnız olmadığını, yaşamın bu noktasında benim de aynı eşikte başımı ellerimin arasına almış öylece oturduğumu bilsin.
O halde ben kendi durumumu anlatmaya en baştan başlamak istiyorum.
Teşhis konduğundan beri ne dayım, ne de birinci çemberdeki bizler kesinlikle doğru düzgün bilgilendirilmiyoruz. Daha da fenası defalarca tanıklık etmiş olmamıza rağmen rağmen kanserle tanışan birinin ister iyileşsin, ister ölecek olsun bir daha ona iyi gelmeyen ezbere dönmemesi gerektiğini, yeni rutinler yaratmasının zorunluluğunu idrak etmekte güçlük çekiyoruz. Artık grip değil bedende olan, birkaç seviye üstü, hatta en üstü bile denebilir.... Bedenin diyor* ki, ufak mesajları görmedin, peki, al, bak sana bilboard yaptırdım!
Hastalığı misafir edenin ve onu sevenlerin ilk anlaması gereken şey: bu güne kadar yaptığın, ettiğin, pişirdiğin, yedirdiğin, söylediğin hiçbir şey sana iyi gelmedi. Hepsini devşir, yeniden yapılandır!
Aslında dayım bunu başaracak gibiydi. Bir yıl olarak biçilen ömrü ona inatla bu kelimelerle söylenmemiş olsa da kemoterapinin sadece zaman kazandıracağı ve acılı olacağı iletilmiş, O da bunu istemediğini söylemişti. Çünkü kısa süre önce kemoterapi alan ve perperişan ölen bir yakını olmuştu. O süreci kendi yaşamında tercih etmiyordu. Hem kesin kurtuluş vaadi de yoktu. Sıfır teminat ve bol acı. Aklı başında kim ister ki?
Ne güzel taze meyve sularıyla başlamıştık. Pazara bile çıktık birlikte. Ona kemiklere iyi gelen tozlar, organik zımbırtılar aldım. Hoşuna gitti. Hayaller kuruyor, neşeleniyorduk. Ta ki kuzenim, oğlu bankadaki parası hakkında konuşana kadar... İlk kalp kırıklığını, ölümün soğuk ve cesaret kırıcı soluğunu o parayı öncelikleyen cümlelerle hissetti dayım. Kuzenim salaktır ama bu densiz hali suçu değil. Paraya tapmayı dayımdan öğrendi. Çünkü sosyal olarak kendinden düşük, ekonomik olarak güçlü bir aileye damat giden dayım her zaman parayı güç olarak görmek zorunda bırakılınca, buna boyun eğmiş ve öyle yaşamıştı. Kuzen de evinde bunu öğrendi. Mantık ve merhameti aynı süzgeçten geçiremiyor oluşu ise tamamen yaradanın takdiri.
Adadaki tatilde çok yükseldi dayım. Güneş ona iyi geldi. Ama şekerle mesafesini koruyamadı. Sigarada da zorlandı. Ve etrafındaki akılsız ordusu onu mutlu ederken mutfağı bildik usul sürdürmekte ısrar edip, konfor alanlarını değiştirmediler. Dayım da bunu tek başına yapabileceği bir kültürde büyümemişti. Bir yandan ısırgan kaynatıp, maydanoz suyu sıkarken, ötede bal böreklerle olamazdı... Olamadı. Bilmiyorlardı ve öğrenmek de istemiyorlardı.
Üstüne kuzenden ikinci darbe gecikmedi. Ne gerek vardı Maçka'daki toprağı almaya? İyileşsindi dayım sonra! Sonra? İşte burası zurnanın zırt dediği yer oldu. Artık kontrol dayımdan çıkmıştı. Manipülatif gerzek ( çok özür dilerim kuzenim minnetsiz ve aşırı cahil tutumu karşısında hırsımı alamıyorum ) bu noktada kocaman bir gedik açtı dayımın yaşama tutunma inancında. Demek o ev asla yapılamayacak ve dayım toprağa yaklaştığı huzurlu yaşama gecemeyecekti... Oysa nasıl hevesliydi. Odaları döşüyor, semaverler alıyorduk hayallerde. OLurdu veya olmazdı, mesele bu değildi ki, önemli olan umut vermekti.
Artık inişe start verilmişti. Lezyonlar hızla arttı. Kas kabiliyeti mızmızlık etmeye başladı. Ve olmasın, ölmesin ordusu inatla uyanmak istemedi! Biri konduramadı, öbürü hassastı dayanamadı. Bir diğeri aylarca aklına gelmeyen paça çorbaları kaynatmaya başladı... Niyet kötü müydü? Elbette hayır. Ama gerçeklikten uzaktı. Burası helalleşme, dayıma huzur verme yeriydi... Dayıma kemik suyu değil, zemzem vakti gelmişti.
Zemzem, kenevir ve morfin....
Ama ne yaptılar? Sertifikasız bir para düşkününden rezil bir diyetle ( onkolog olmayan salak bir karıdan ) kalan kasları yok edip, üstüne kımıldatamadığı koluna iyi geleceğini ve yan etkisi olmadığını söyleyerek ışın tedavisine eyvallah dedirttiler.
Çöktü dayım. Bir haftada eridi, kaçırdı ucunu yaşam ipinin....
Yok yahu bu kadar olmaz mı diyorsunuz? Ben yaşıyorum bunları. Bir insanın ruhuna asit döküp, bedenini acıya boğan cehaletin, profesyonelce süreç yönetememenin, ölüme layığıyla hazırlık yapamayanların tanığı benim! Birşey yapamıyorum..... Sadece yanında durup bir bebeği severcesine usul usul, acıyla ve merhametle değil, sevgiyle sıvazlıyorum sırtını ve karnını dayımın. Ötelerdeki evine giderken korkmasın istiyorum.
Yaratıcının merhametli olması, geçişini kolaylaştırması için en içten yakarışımı sunuyorum. Burası, yani yemek, nefes almak ve sıçmakta teklenen yer, uyku kalitesinin düştüğü, küçük öksürüklerin başladığı, sesin kısıldığı, kafanın hafiften dumanlandığı nokta cenazeyi planlama yeri. Hangi camii? Öncesinde bir havalı yatak kiralanmalı mı? Pilav tavuk?
Ben istemez miyim bir mucize! Ama nasıl bir bebek için hazırlanıyoruz, nasıl ev temizlenip, anneye ve bebeğe bavullar, odalar kuruyoruz, işte şimdi dayıma yapılmalı bunlar. En güzel çarşaflar serilmeli yatağa, en iyi tabaklara konulmalı yiyecekler. Bolca dokunulmalı incitmeden. Çünkü yaşam onun bedeninden çekiliyor ve bizden ona ulaşacak şefkate, sevgiye çok ihtiyacı var. O seviliyor olma hali geçişini kolaylaştırmak için tek umudumuz. İçtenlikli sevgi...
Babamın ölmeden birkaç hafta önce bir Pazar günü, artık o masaya yanımıza gelemediğinde, evdeki en büyük gümüş tepsiye Pazar kahvaltısı hazırlayıp annem ve kardeşimle yatağına gitmiştik. Bu bizim ailece son pazar kahvaltımız oldu. Babam tek lokma yiyememişti. Sonrasında zaten yaşamdan hızla uzaklaşmaya başlamıştı. Ama annem denemişti. O denemeden bize tatlı ve hüzünlü bir kare kaldı. Ama kaldı.
Sonsuzluktan geçen ailemize ait bir kahvaltı tepsisi.
Dördüncü evre kanser son aşamada bağırsak ve mide işlevinde zorlanmaya başlar. O hapur küpür yemeler, rahatça s.çmalar bitmiştir. En sevdiği şeyleri bile hazımda zorlanır beden. Artık yine bebeklik başlamıştır, lezzetli hafif şeylerden azıcık yiyebilme ve içinde tuttuğunda "oh şükür" deme vakti.
Bugün evdeyim. İki günden sonra dayımın yanına gitmeden evde kalmaya karar verdim. "Elvan ne zaman dönecek" diyor ama ona faydam olması için önce kendime dönmeliyim. Bugüne ihtiyacım var.
Evdeyim ama aslında balinanın karnında, dayımın yanında oturuyorum. Tıpkı iki gündür odasında yaptığım gibi.... Dilimde yasin, dilimde af, kalbimde sevgiyle balinanın bizi kusacağı anı bekliyorum.
Kanser dördüncü evre hastayı er veya geç öte aleme, onu sevenleri de en yakın sahile kusar. O yüzden herkes bilsin istediğim, herkes olanı olduğu gibi görsün!
Dayımın cenazesi muhtemelen benimle anne ailemin galaksisi arasında dev bir ışık yılı yaratacak. Sonrasını bilmiyorum, tek bildiğim bu yaşadıklarımın ormanda olduğum yıla denk gelmesi tesadüf olamaz.
Dayım ne diyor biliyor musunuz?
"Yazık ettim kendime" diyor. "Boşver ötekileri" diyor...
Bugün dayım ve ben Yunus Peygamber'in yanındayız öyle mi? Bak sen! Demek üçümüz de balinanın karnındayız.... Yunus, dayım ve ben adeta bir koroyuz: "Tanrım sen teksin, sınırsız kudrettesin. Ve ben şüphesiz kendine yazık edenlerdenim. Affet!"
* ayrıntılı beden sohbetleri için Bedende Kayıt Tutar ve Vücudunuz Hayır Diyorsa okunabilir.