27 Ocak 2012 Cuma

SABAHIN KÖRÜ, PİMAPENİN ÖNÜ.


Çam ağacı sakin sakin salınıyor. Karşı apartmanın altındaki dükkanlar henüz açılmamış. Kahve makinamda nefis bir kahve ve beni dışarıdaki dünyanın soğuğundan, gürültüsünden ayıran pimapen bir pencere.
Dışarıda olup biten herşeye sağırım bugün. Gördüğüm tek şey manzara ve hafif bir rüzgar. Üşüyenleri, donanları, işe gidebilmek için yollara dökülenleri, kısacası güne isyan eden hiç bir sesi ve görüntüyü algılamıyorum. Yumuşacık kıyafetlerim, babadan kalma koltuğum ve nefis kahvemle bencilliğimin son noktasındayım.
Bizim evin bu içinde oturduğum çıkıntısı bana çocukluğumu hatırlatıyor. Mesela annemin dayısının evini. O ev çok çocuklu ve dar bütçeli bir evdi. Ama öyle sağlıklı ve neşeliydiler ki, annem bizi oraya götürsün diye can atardık. Özellikle odunlukta oynamak için heyecanlanırdım. Bizim evimiz apartman dairesiydi ve dedemlerin apartmanında da kömürlüğe inmemiz yasaktı. Ama bu evde odunluk hemen mutfağın btişiğinde ve kapısı her daim açık bir yerdi. Orada sadece odun değil, talaş da vardı ve annem istediğim kadar oynamama izin verirdi. Bizim zamanımızda çocuklar o etkinlikten diğerine sürüklenmezdi. Şanslıydık; yaratmak ve üretmek için zamanımız, yaptıklarımızı gördüğünde heyecanlanan ailelerimiz vardı.
Odunluktaki talaşlardan pasta yaptığımı hatırlıyorum. Bütün gün süren bu uğraş babam içindi. Geldiğinde önüne koyar yemesini isterdim! İkimiz de bunun pasta olmadığını bilirdik ya, o yer gibi yapar, ben de "daha ister misin ?" diye sorardım. Sonra en keyifli bölüm gelirdi. Salona çıkardık. En zor ısınan yer büyük salon olduğu için sadece misafir geleceği zaman sobası yakılırdı. Bu anlar benim şenlik zamanlarımdı. Çünkü cumbada oynama şansım olurdu! Siz hiç cumbada evcilik kurdunuz mu? Öyle güzel olur ki... Ev halkına locadan bakar ve kendi özel alanınızda kalırsınız. Üç taraftaki pencereler sizi sokağa hakim kılar ve pencereleri kapatan tüller bir masal alemi yaratır. Bir bebek ve bir kaç parça kıyafetle orası gerçek bir bebek evine dönüşür.
Sonra bir de anneannemin divan odası vardı. İki divan, televizyon, bir masa ve dayımın kanaryası. Bu odanın tüm eşyası buydu. Ama asıl hikaye benim için ayrılan kuytuda saklıydı. Anneannem dikiş dikmeme izin verirdi. İğne, makas ve iplik bu evde serbestti. Bir bebeğim vardı pek güzel olmayan, anneannemlere gidince orada oynadığım. Bütün kıyafetler ve yatak yorgan o bebek için dikilirdi. Dedem yorgancı olduğundan, bebeğimin harika bir yorganı da vardı. O günlerden kalan tek şey o minicik pembe yorgan...
Şimdi evimin kuytusunda sokağa sağır oturmuş yazarken, aklımda hep o çocukluk maceraları, hep kendime yarattığım dünyalar var. Yaratıcılığımızın elimizden alınıp, tek tip insan olmaya sürüklenişimize de derin bir isyan var içimde. Bu yüzden dışarıya sağır olmayı seviyorum. İnsan ancak o zaman içine yönelebiliyor. Günlük gürültünün arasında mutluluğumuzu, başarımızı, sağlığımızı ve hayallerimizi düşünmüyoruz ki. Bazen rüyalara teslim oluyoruz ya, o zaman bile "rüya işte" diyerek sıyrılmak daha kolay geliyor.
İbadetlerin de içi boşaldı... Oysa namaz kılmak, zikir, meditasyon, oruç, yoga yapmak, bir kilisenin kapısından girip kısacık bir ayin dinlemek hep bunun için değil mi? Azıcık kendimize yakınlaşmak için... Oysa modaya, sosyal etkinliklere, iş hayatının entrikalarına ve daha pek çok gündelik şeye kendimize olduğumuzdan daha yakınız. Bu yüzden bitiyor evlilikler. İnsanlar aynı anda iki yabancıyla yaşamaya katlanamıyorlar. Biri içimizde saklanıyorken idare ediyoruz. Ama karşımıza da bir yabancı dikilince ortalık kalabalıklaşıyor.
Kendi kalbimize sağırken, bir başkasınınkini işitmek mümkün mü? Kendi iç sesinizi duyamazken, bir başkasınınkini duymak olası mı?
Peki ne olacak? Bilmiyorum. Ama Victor öldüğünden beri ölümü, tükenen hayatlarımızı daha çok düşünüyorum. Daha önce hiç düşünmediğim için, bazen hastalanmış gibi hissediyorum. Korkuyorum. Hiç anlayamadan göçüp gitmekten korkuyorum... Elbette bir dengeye oturacak bütün bu kaos. Hiç farketmemiş olsaydım daha çok üzülürdüm. Oysa şimdi, daima olmasa bile zaman zaman kulaklarımı içime çevirip, kendi sesimi duymaya çalışıyorum. O kadar unutmuşum ki onu, bazen emin olamıyorum duyduğum o mu? Zaman bana bunu da öğretecek, inancımla yaşıyorum.

2 yorum:

Enis Diker dedi ki...

Galiba hocam, huşu duygusunu alamıyoruz artık, içimizdeki sonsuzluk hissine dokunup onunla bizi onarmasını, tamir etmesini, düzeltmesini sağlıyamıyorz. Hep bu cep telefonlarının işi hayatı çoook hızlandırdılar:) Bünye bu sürati kaldırmıyor:))

Fortunata dedi ki...

Doğru söze ne denir :)