31 Mart 2011 Perşembe

UZAK ÜLKE

"Aslında uzak değil, bana uzak.. Her şey sevgiyle başlar söylemine uzak olan aklıma, sevgiye üşenen yüreğime uzak..."
Uzak Ülke diye bir yer var. Bütün masallar, umutlar, uçuk kaçık projeler, içten kahkahalar, firar planları hep oradan geliyor. Uzak ülkenin dış hatlar havalimanı daima dolu; hayali uçaklar durmadan havalanıyor pistten. Yine de Uzak Ülke'ye giden bir uçak yok! Tek yön işleyen, bundan zarar etmeyen garip bir havalimanı var!
Bazen limandan yelkenliler açılıyor denize, içimden acaba Uzak Ülke'ye mi gidiyorlar? diye düşünmeden edemiyorum. Sonra çoğunun, üç beş duba arasında dönüp dolaşıp limana girdiğini görüyorum. Oysa Uzak Ülke'ye deniz yolu var bence. Bir de uyku yolu var. Uyku, bedeni taşımadan seyahat etmenin kapılarını sonuna kadar açabilir... Ben hiç beceremedim yani istediğim anda olmadı ama hiç ummadığım zamanlarda Uyku Seyahati yaşadım doğrusu. En az gerçeği kadar güzel ve huzurluydu. Yine de uyku, beni Uzak Ülke'ye götüremedi..
Herkesin bir Uzak Ülkesi mi var yoksa bir Uzak Ülkede pek çok adacık mı var emin değilim. Bazen aynı seyahati özlediğimiz hissine kapıldığım insanlarla tanışıyorum. Sanki aynı uçağa binecek veya daha da güzeli aynı rotada seyir yapacak gibi oluyoruz. Ve hatta bavullar toplayıp, ardımızda kalanlara not bile bırakıyoruz... Sonra mı? Onlar yani ardımzıda kalanlar daha uyanmadan eve dönüp, notu yırtıp, bavulları boşaltıyoruz! Uzak Ülke, huzursuz bir uyku ile aklın arka odalarından birine kilitleniyor. Taa ki bir sonraki isyanına kadar.
Hiç bir isyan geri dönüşsüz bir yol için yetmiyor sanki...
Bahar, bana Uzak Ülke'yi düşündürüyor. Erik çiçekleri, badem ağaçları, mimoza ve laleler, erguvanlar ve mor salkımlar... Hepsi, Uzak Ülke'yi düşündürüyor. Hepsi, yoldan cayanların isim listesini döküyor eteklerime.
Bahar bana Uzak Ülke'yi düşündürüyor...

26 Mart 2011 Cumartesi

BAHAR I

Bol bol üzülüp, az az sevinilen yaşlar yerini, çokça tepkisiz kalınan yıllara bırakırken eskiden hiç umursamadığım şeylerin şimdilerde üzerimde ne kadar etkili olduğunu görüyorum. Rüyalar gibi. İstanbul gibi.
Dün gece bol bol ağladım rüyamda, bol bol kızdım ve içimin acıdığını hissettim. Zira bunu gerçek hayatta hissetmiyorum nicedir. Zamanı gelmiş, onu söylüyor birileri. Bahar son yıllarda kafamı karıştırıyor. Taze bir üzüntü kokusu benim için bu aylar. Erguvan beklemenin keyfi de olmasa hiç istemeyeceğim bir iç sıkıntısı hakim hayatıma. Kovalasam gitmeyen, kaçsam ardımı bırakmayan bir manasızlık. Çok laf, az icraat suçluluğu belki..
Bahar, geliyormuş gibi yapan ve gelmeyen hayatın suçlusu benim bilinçaltımda. Her beklentinin karşılanabileceğini esinleyen ve sonra soluğunu gırtlağına tıkayıp, yerini boğucu sıcaklara bırakan bir mevsim. Biraz uçarı, bolca umut vaad eden ve bir o kadar da yanıltıcı...
Bahar benim karar verme ayım değil. Bahar kararları erteleme, var olan planı uygulama nabzı dengede tutma ayı.
Bakalım bu bahar neler getirmiş...

25 Mart 2011 Cuma

SABAH SABAH VIRVIR EDEN BEN.

Sabah sabah gazeteye baktım da, gerçi pek sevmem gazete okumayı, sinirime dokundu saçma sapan reklamlar. Mesela dokuz dil konuşabilen düdüklü tencere! Bi de saçlarınızın sağlığı için son nokta!
Her reklam kürkümüz için. Bilgi, iletişim, uzay her ne çağı ise bu içinde olduğumuz çağ, sadece bedenimize hizmet ediyor. Nasıl göründüğümüz çok önemli, ne hissettiğimizin ise hiç değeri yok!
Herkesin keyfi yerinde görünüyor ama kiminle azıcık derinleşse sohbet şikayetler alıp başını gidiyor.
Haftada bilmem kaç gün spor yapan kadınlar tanıyorum. Dertleri var. Değişmesi gereken tektaşları, çocuklarının yetişmesi gereken kurslar ve avakado ile yapacakları kanepeler var... Bir gömlek daha iyi midir acep diye sokulup, baktıklarım var; haftada iki yoga dersine gidip, sözde Hanya'da, Konya'da Mela'yı aramaktalar... Onlarda da dedikodu, haset gırla! E nasıl iş bu ya?
Reklamlar bir yandan, mutsuzluk diğer yandan. Kim kazanacak acep?
Bence bir kazanan yok. Zira kayıp denizinde yüzdüğünün farkında olan yok! Farkındalık denilen şey Osho kitabının adı değil sadece, daha fazla bir şey ama bende de onu anlatabilecek, öfkesine yenilmeyip, daha da iyisi, gösterebilecek olgunluk yok!
Bu yüzdendir ki gazete ve televizyon hayatımda neredeyse yok gibi. Ne gazeteye, ne de televizyona inancım sıfır. Ne algılamamızı istiyorlarsa onu pompalıyorlar. Eskidenmiş ajansları bekleme ritüeli ve tabii eskidenmiş gazetelere Allah gibi tapılan zamanlar...
Dedemin her akşam büyük bir dikkatle, sanki bitiminde rapor verecekmişcesine ajans izleyişi dün gibi. Babamın gazete okurken, sanki elinde ferman varmışcasına kırıştırıp buruşturmamaya özen gösterişi de öyle.
Yaşlanıyorum ben. Reklamlar derimin biraz daha geç kırışmasına öneride bulunabilirler. Hatta belki bazı ürünler bunu başarır da. Ya benim bu hayatı anladıkça sevmeyişim ve içime doğru büzüşen ruhum ne olacak? Ruhumun kırışıklıklarını açacak bir ütü veya kalbime sürdüğümde son yirmi yılı yaşanmamış sayacak bir krem var mı acaba? Sırf kızgınlıkla karışmış merakımdan soruyorum!
Biraz sonra evden çıkıp şu kızgın ruhumu yatıştırmak için Burhan'la buluşup, eski tarafa geçeceğim. Yani ruhumun üzerine pudra şekeri döküp, pamuk helva niyetine bir gün geçireceğim. Yarın sabah? Tabii ki gazeteye bakmayacağım!

BLOGLARA NE OLDUĞUNU BİLEN VAR MI?

Blogların kapatılma sebebini değil de, bir açılıp, bir kapatılır olma durumunu açıklayabilecek olan var mı acaba?

21 Mart 2011 Pazartesi

YENİ YILIN İLK GÜNÜ...


.... kimlerin yeni yılıdır, kaç yüz yıl boyunca kutlanmıştır bilemem. Bilsem de bugün bende o sabır yok, oturup yazamam. Ama bilin, yani bilmeyenler size diyorum, yarın yeni yılın ilk günü. Her gün kalan ömrün ilk günü ya, bugün de, o ilklerin resmi döngüsüne işaret işte. Aranızda diyete başlamak isteyen, eski sevgilisine "ben ettim, sen etme" demek isteyen ya da ne biliim bişi yapmak için başlangıç sinyali bekleyen varsa, bu işte, bugün, o gün! Bugün meleğinizin, rehberinizin ya da içinizde susturup durduğunuz o gitgide duyulmaz olan sesin konuştuğu gün. Aç , aç kulağını:))
Benim nicedir bir dargın, bir barışık olduğum ejderhamın en güzel çekilmiş fotoğraflarını ve resimlerini, çocuklara anlatmak üzere ozalitçi amcada pvc kaplattığım gün:) Çocuklara uçmak, uçurtma, ejderha ve yeni yıl anlatacağım yarın... Yani güzel dersem güzel, yok havaya bak yaw dersem kötü birgün mü olacak yarın? Öyle ya da böyle eski yılın son günü bugün.... Bu gece yatacağız ve yarın sabah 22 mart 2011 olacak takvim. Bir dakika, hepimiz kalkmayacağız... Buna garanti veremem, bazılarımız uyanmayacak derin tembelliğinden, bazılarımız uyanmayacak anlamsızca sürüklediği hayatından... Sadece bir, bilemedin iki kişi uyanacak yeni yılın ilk sabahına. kalanlar uyuyacak...
Aşık olduğum adam uyanmayacak mesela, kendi kendine yaşadığı aşkın içinde benim olmadığıma... İki zeytin ağacının arasında eli kolu üç beş metre beze sarılmış dostum uyanmayacak bu yıla... Öldü o. Borç denizinde yüzen arkadaşım uyanmayacak baharın çiçeklerine...Dünya derdi aldı onu... Sahi umrunda mı acaba yeni yılın? Değil... Hiç değil. O geldi sadece. Olmak için bir çabası da yoktu. Sadece geldi. Raydan çıkan biziz. Olması gerektiği gibi olmayan; sevmesi gerektiği gibi sevmeyen, uyuması gerektiği gibi uyumayan ve bu yüzden uyanamayan!
Korkuyorum. Yarın sabaha uyanamamaktan, bu hayata gelişimin anlamını kavrayamadan uyuyup, uyuyup öylece kalmaktan...
Yarın sabah yine yataktan kalkacak, penceremi açacak, mutfağa gidip kahve makinasının düğmesine basacağım. Kendi düğmemin yerini bulamadığım için, bulsam bile basamadığım için "on" diyemeyeceğim muhtemelen. Bu yüzden de uyur uyanık yaşamaya, yeni yıla esneyerek girmeye katlanacağım!
Olsun, yarın yeni yılın ilk günü. Mezopotamya'da şenlik ateşlerinin ovaları kapladığı gece bu gece. Yemeklerin yendiği, Çin'de ejderhaların gökyüzüne süzüldüğü an bu an işte... Kutlarım yeni gelen yılı, yeni yılınızı:))) Yılımızı, yılımı!

19 Mart 2011 Cumartesi

JAPONYA KAÇ ÇOCUK EKSİK GİRİYOR BAHARA?


Öfkemde bir azalma yok, yani var da yok. Eskisi kadar sık öfkelenmiyorum demek isterdim ama diyemiyorum. Öfkeme derin bir üzüntü eklendi. Öfkemin anlamsızlığı, benim dışımda kimsenin zarar görmediği ve durumu değiştirmediği gerçeği katmer oldu! Dışarıdan bakınca sakinleşmiş gibiyim, içeride ise durum hiç öyle değil. Çaresiz ve çaresizim.
Dün İstanbul'la inatlaştım. Adımlarımı yavaşlattım. Bakışlarımı uzun uzun tuttum sevdiğim manzaraların üzerinde. Öyle, hızlıca ve gündelik bir yürüyüş yapmadım. Ben yavaşlarsam, şehir de yavaşlar belki dedim ama kendi kendime konuşmaktan öte yol alamadım.
Acı sözler daha az dökülür oldu dudaklarımdan. Kelimelerim bir kozanın içinde sanki. Sırf o an rahatlamak için yırtıverseler kozayı, yine ben vakitsiz bir üzüntüye düşüyorum. Gözümün önünde hep koza ve Victor var. Onu, baharın bitkilerini beslerken düşünmek kafamı karıştırıyor. Kefen bir koza. İnsanın zaten artık kımıldamayacak olan bedeni için bir paket! O pakette doğa için bir hediye var. Benden, bizden çalınanın bize verilişi için yaşanan bu dönüşümü anlamak çok zor...
Dün çocuklara arkadaşım öldü benim, o yüzden derse gelemedim geçen hafta dedim. Çok şaşırdılar. Sonra Japonya'daki depremden ve Japon çocukların bu yıl ne kadar hazin bir Sakura Bayramı kutlayacaklarından bahsettik. Fuji dağı olduk, kiraz ağacı olduk ve volkan olup patladık. Ölümü onlara, hayatın bir bölümü olarak anlatırken, oradan bakarken her şey daha anlaşılırdı. Peki kendime anlatırken neden bu kadar başarısızım? Bilmiyorum.
Gündelik telaşlar, yolunda gitmeyen işler sadece bazı kurtarılmış zamanlarda anlamını yitiriyor; Mesnevi okurken, deniz üzerinde yol alırken, çocuklarla oynarken veya yoga yaparken... Geri kalan tüm zamanlarda kendimden uzağım. Kendime düşmanım. Didik didik ediyorum içimi, dışımı.
Ben bu bahara hazır değilim diye düşündüm dün gece. Oysa bu bahara hazır olan kaç çocuk vardı kimbilir o uzak ülkede? Bana gelen, bana bir bahar daha yaşama hakkı veren hayata haksızlık ederek kimi cezalandırdığımı bilmiyorum. Bazı insanlar yaşamaya yatkın değil belki. Belki yaşamak herkese verilmiş bir hediye değil...
Aklımı başıma toplamak ve bu baharı hem kendim, hem de sınıfımdaki harika yaratıklar için doya doya yaşamak istiyorum. Onlar için ve kendim için bir bahar masalı yaratmaya çok ihtiyacım var.

13 Mart 2011 Pazar

AİDİYETSİZLİK



Londra'yı özledim. Çok özledim. Sokaklardaki yalnızlığımı, İstanbul'daki tüm sıkıntılı gündelik işlerden uzakta nefes almayı. Dünya isimli gezegende sadece sanat sepet işleri ve bir de doğanın kusursuzluğu varmışcasına hiç koşuşturmadan ve hiç tempoyu bozmadan yürümeyi. Nehrin kıyısında, çantamdaki peynir ekmeği çıkartıp, en yakın kahveciden bir kahve alarak dakikalarca Thames'ın pis suyuya dalıp gitmeyi... Akşam eve dönerken markete uğrayıp, ne pişirsem diye bakınmayı, bazen kendime güzellik yapıp bir şişe şarap almayı... Covent Garden'da balkondan sarkıp, yüzlerce yıldır sokaklarda çalınan birbirinden güzel eserleri dinlemeyi, hiç bilmediğim bir yemeği denemenin heyecanını, asla giyebileceğimi düşünediğim rengarenk bir çorabı bacaklarımda hissetmenin neşesini, özgürlüğünü özledim. Küçücük şeylerle ağırlıksız adımlarken zamanın kaldırımlarını, huzuruma çomak sokulmaksızın yaşamanın hafifliğini... Özledim...
Bodrum... Yaklaşık iki yıl sonra, olmadık bir sebeple, yataktan kendimi kazıyarak güne başladığım yer. Geçmişteki mutlu zamanlarımın, devamındaki kırık dökük hikayemim başkenti. İçinde iyinin azaldığı, anıların soluklaştığı kasabam. İstesem bile artık giyemeyeceğim kadar yıpranmış mutluluk elbisem. Eskiden Bodrum'a gidince kan, başka türlü akardı damarlarımda. Hayat gelirdi, hayat bana geri dönerdi. Bu defa hayat benden aldı, verdiğinin en değerli bölümlerinden birini... Kanım yavaşladı, içimdeki muhasebeci bir hafta boyunca vır vır konuştu! Uyudum susmadı, börekler, dolmalar yedirdim susmadı. Gümüşlük'te çay, Yalıkavak'da lale verdim olmadı. Pazara götürdüm, Turgutreis'in rüzgarına saldım, Ali Güven'in güzeller güzeli meleğiyle tanıştırdım da yine avunmadı...
Bodrum benim değil artık. Geçmişte orada vardım ama artık yokum. Birkaç sevilen yüz, birkaç tanıdık koku... Ama yuva değil. Yuvasız kaldım galiba:)) Bu yıl kendime bir yuva rayacağım.

"BİR CANIM VAR YAKAR TOP OYNAYACAK...

... topu alıp sıkı sıkı kucaklasam ve oyunu mu seyretsem duvarın dibinden? Yoksa tek canımı göğsüme yerleştirip atlasam mı iki kalenin arasına?"
Bilemedim diyorsun, atla gitsin kardeşim. Bak oynayan da gidiyor öte tarafa, oynamayan da. Bu ne ahlak bekçiliği, bu ne yargılama yahu! Yanlış yerden bakmış, yanlış damarını beslemişiz insanlığın. Nasıl istiyorsan öyle yaşa. Bugün dışında her şey yalan. Ne para, ne kariyer, ne de henüz gelip gelmeyeceği belli olmayan o gelecek için gereğinden fazla didinme.
Bol bol kendini kontrol et; aklın, fikrin, kalbin hepsi tastamam sende, sen tastamam anın içinde misin diye bak. Elin dokunduğunun, burnun kokladığının, gözün baktığının tadına varsın. Hayattan alıp alabileceğimiz bu kadar işte. Bir sepet dolusu kırgınlık mıdır yaşlı günlerimize taşımak, buradan göçerken ruhumuza bohça etmek istediğimiz? Sanmam.
Ne yazmak, ne bahara hazırlanmak sadece durmak istediğim soğuk bir İstanbul gününde tek yapacağım şey caddeye kadar yürüyüp kahve almak olacak:))) Sen ne yapacaksın bugün?

4 Mart 2011 Cuma

MUTLULUK NEDİR SAYIN VICTOR ANANIAS?

Mutluluk nedir? Pazen bir elbise ile her an yarı yolda bırakabilecek bir jeep tepesinde peksimetle, domates yerken; rüzgara, tüm yarım kalmış hikayelere ve tüm gelecekte pusu kurmuş olanlara meydan okumaktır. Bazılarımız için savaş, bazılarımız için teslimiyettir. Ama her iki durumda da bir meydan okuma vardır mutlulukta.

Hayatın karanlık yüzünden ışık çalmaktır mutluluk.

Onun için savaşmaktı mutluluk. İnandıkları uğruna savaşarak kaldı oyunda. Savaşarak gitti oyundan. Savaşarak sevdi, sevildi. Sadece kendini değil, bütün sevdiklerini, hatta sevmediklerini kurtarmaya yeminli gibiydi. Hangi tanrıya inanır, hangi bitkiye tapardı bilmiyorum... Son yıllarda uzun uzun konuşamaz, hatta görüşemez hale gelmiştik. Ama oradaydı işte, benim savaşçı dostum Victor.

Victor'un parası bazen var, çoğu zaman yoktu. Ama bu ne dünyayı dolaşmasına, ne de inandığı işleri kovalamasına asla engel olmadı. Paraya tapmadan para kullanabilen nadir insanlardandı. Para onun için daima bir değişim aracı olarak kaldı. Hakkında çok konuşuldu, eleştirildi ve bir o kadar da az anlaşıldı. Onunla aynı uykuya yatan çok, aynı rüyayı gören azdı... Azınlık olmak onu hiç korkutmadı. Bazen küstürdüyse de, Victor küslüğe yenilmedi.

Bugün bitkiler üzgündür.... Toprak üzgündür... Bugün benim, ailesinin, dostlarının, sevgilisinin onu sonsuza dek özlemek zorunda kalacağımızın ilk günüdür. Bugün Ali'nin babasızlığının, bazılarımızın yoldaşsızlığının, çaresizliğinin ilk günüdür. Bugün benim ölümlülüğüme ayışımın ilk sabahıdır.

Uykuya yatanlar, uykudan uyandırırlar. Sana selam olsun Vicor! Yakında görüşeceğiz.

3 Mart 2011 Perşembe

VICTOR ANANIAS



GÜNLERDİR ÖLÜM VAR AKLIMDA VE ŞİMDİ TAM KAPIMIN ÖNÜNDE, HATTA EVİMİN ORTASINDA. AZ KUCAKLAŞILMIŞ, AZ ÖPÜŞÜLMÜŞ SON YILLAR İÇİN AFFET. NASIL OLSA BULUŞACAĞIZ. HANİ DÜĞÜNÜNE GELEMEDİĞİMDE "NASIL OLSA BİR DAHA EVLENİRSİN SEN" DEMİŞTİM VE GÜLMÜŞTÜK YA, İŞTE ÖYLE GÜLÜYORUM SABAHTAN BERİ, NASIL OLSA BULUŞACAĞIZ VICTOR, NASIL OLSA.... SENİ SEVİYORUM DOSTUM, YARIN KÖYDE GÖRÜŞÜRÜZ....