18 Kasım 2024 Pazartesi

HASAT -II-

 

Bu defa köydekilerle konuşup karar vererek çıktım yola, sadece ormanın kıyısındaki sessizliğin tadını çıkartmayacak, aşağı köyde de kalıp Senem ve Mehmet Usta'yla zeytin hasatına gidecektim. Çünkü ağaçlarımın ilk zeytinlerini toplamaya yetişememiştim ve eksikleniyordum. Oysa ağaçları dikeli henüz iki yıl bile olmadı, zaten beklediğimiz birşey bile değildi meyve vermeleri ama insanım nihayetinde, zaman zaman kapılıyorum böyle "eyvah kaçırdım" hissine.

Köye uzun bir yolculukla vardık. yolda işler vardı halledilecek, yolcular vardı uçağa yetiştirilecek, uçaktan alınacak. Eve ulaştığımızda akşam olmuştu. Biraz sohbet ve şömineleri yakma faslı sonrası odalarımıza dağıldık. Ateşi dinleyerek uyuyakalmışım.

Ertesi gün sakin geçti. Nasıl geçti, ne ettik  bilmiyorum. Bir ara arazide dolanıp ağaçlarımı sevmeye gittiğimi biliyorum o kadar. Saate bakmayı gerektirmeyen günlerde insan afallıyor, sanki büyük bir baskı kalkıyor omuzlardan ve içerisiyle dışarısı arasında yeniden bağ kuruluyor. İçimdeki hayvanın sesini, ihtiyaçlarını daha iyi duyuyorum kırsalda. Açsa besliyorum, kokuyorsa yıkıyorum, uykusu gelirse de yatırıyorum. 

Kendini duymanın vahşiliği eşsiz.

Oralardayken belki daha vahşiyim ama akışta hissediyorum. Kırılganlıklarım, şehrin konforuna dair rutinlerim anlamını yitiriyor. Hiç beceremediğim kadar eyvallah kafası geliyor. 

Pazar akşamı Mehmet Usta ve Senem yemekten sonra beni  aşağı köye, evlerine götürdüler. En son ne zaman köy evine misafir olmuştum hatırlamıyorum.

Bana oturma odasına yatak açıldı. İki çekyat, bir masa ve sobadan ibaret odam. Çarşafımı yaydık, yorganımın altına saklandım ve sabahı sabah ettim! Her zaman yadırgarım yerimi, ilk gece hep zorlanırım uyumakta. Fakat o gece endişe de ettim çünkü sabaha hasat vardı ve zaten rutinimin dışında  efor sarfedecektim, buna uykusuzluk eklenirse ne olurdu halim?

Birşey olmadı. Kalkıp üzerimi giyindim, yatağımı topladım ve evin sabah işlerini seyrederek sobanın kenarına iliştim. Mehmet Usta çoktan kalkmış, girişteki sobayı yakmış ve kedilerin yemeğini vermişti bile. Burada yirmiden fazla irili ufaklı kedi var ve evinde kaldığım çift onlara bakmaktan hiç gocunmuyorlar. Az ilerideki ağılda besledikleri keçi ve koyunlar kadar kıymetli bu hanede kedi nüfusu. Senem'in tavana astığı kavunlar ve çiçek saksılarının altında öyle fantastik bir manzara ki bu hayvanların kahvaltı seansı, görmeliydiniz.

Biz Senem'le sofra kurarken, Mehmet Usta ağıla gitti. O gelene kadar herşey tamamdı ve en son Senem'in tavsiyeleriyle üstüme başıma bir kat esvabımı daha giyince hazırdık yola çıkmaya.

Kolay değildi arazi için giyinmek. Bir defa çift çorap şart. Sabah ayazına değmemek için hırka, zeytin dallarına takılmamak için de eşarp şart. Çok şükür hepsi verildi.

Arabayı zeytine geldiğimiz köyde dar bir sokağa bırakıp, oradan traktörü aldık. Söylemeyi unuttum, Mehmet Ustanın seksen yaşındaki anası da bizimle geliyordu. O hemen traktörün kasasına yerleşti. Bir an rüya görüyorum sandım çünkü genç bir kadın kadar çevik atlamıştı kasaya. Ben mi? Ben Senem'i bekledim. Önce O, traktörün tekerinin üzerine zıpladı sonra aynı onun bastığı yerlere basarak ben öteki tekerin üzerine çıktım.

Tanrım çok yüksekti! Tutunacak yer yok gibiydi ve bir şekilde düşmeden zeytinliğe varmalıydım. Vardık. Vardık ama ilk kez traktöre bindiğimden çok kasılmış, tedirgin olmuştum. Buna rağmen hoşuma gitmişti traktör tepesinde gezmek.

Ve işte zeytinlerin arasına geldik. Bir aile daha var bizimle hasatta çalışacak. Uzaktan gülümsüyorlar. Yanlarına gidiyoruz. Küçük tuhaf bir soba tütüyor yanlarında. Benden haberdarlar, beklenmedik biri değilim. Hemen ikisi bir arada kahvemi tutuşturuyorlar elime. Fazla soru sormadan adım ve işimle yetinip, çabucak alıyorlar aralarına.

"Sen yaygıcısın" diyorlar kahvemi içerken, "olur" diyorum neye evet dediğimden habersiz. 

Artık ben yaygıcıyım önümüzdeki iki gün. Bakalım nasıl birşey bu yaygıcılık?








16 Kasım 2024 Cumartesi

HASAT -I-

 

Durmaksızın anlam yüklediğimiz, hasarlanmış zihinlerimizle nefessiz bıraktığımız hayat, gördüm ki sadece biz yakasını bırakırsak kendi yatağında akabiliyor. Eğer elimizi üzerlerinden çeker, aradan çıkarsak eğiliyor otlar rüzgara. Kusursuz dere yatakları ve her daim yumuşacık esecek rüzgarlar olmasa da yaşamın vaadi, sahiciliği biz, bizler kendi ellerimizle sahte kılıyoruz. 

İnsan akmaktan korkuyor. İnsan ateşten, insan sudan, rüzgardan kısacası yaşadığını hissettirecek herşeyden delirircesine korkuyor. Niye ki?

Köye ilk gidişim bundan tam on bir yıl önceydi. 11 Nisan 2013. On bir sene geçmiş orada yediğim ilk yemeğin üzerinden. Ömrümde verdiğim en hayırlı, en hızlı kararlardan biriyle kabul etmiştim Hokan'ın davetini. O kısacık seyahatte Elif, Atlas ve İona ile tanıştım. Mehmet Usta ve Senem'le. Eve, İstanbul'a dönerken mutluydum, henüz bilmiyordum o köyde beni bekleyen bir hayat olup olmadığını ama beğenmiştim olasılığı.

Aradan yıllar geçti, defalarca gidip geldik o köye. Benim ara verdiğim dönemler de oldu, sevgilimle gidip "bak burası ne güzel" diye gösterdiğim zamanlar da. Hep aklımın bir köşesindeydi ormanın kıyısındaki ev ama nedense adım atmayı erteledim. Hep bir eşlikçi bekledim, biri gelecekti hayatıma ve orada yaşam başlatacaktık. Fakat aslında kendimi bekliyormuşum; bedenim, zihnim ve ruhum hizalansız diyeymiş onca yıl! 

Nasıl bilebilirdim ki?

Geçen hafta köydeydim, ormanın kıyısında, sislerin içinde, zeytin hasatında ve kendimdeydim. Sıkılmazsan yarın anlatayım. Belki sende kendine gelirsin? Belki sende kendini bekliyorsun?




8 Kasım 2024 Cuma

KUZGUN


İlk gelişleri ben çok aşıkken olmuştu. Taş evin etrafında dolaşır, penceremize konarlardı. Bazen yolumu keser,  bağırırlardı. Anlardım birşey söylerlerdi ama bilmezdim. Ne ilginçtir ki Mehmet Ali Bey'le de aynı yıllarda tanışmıştım. "Mesajları oku" derdi bana, "oku Elvan". Okumadım, ben mesajları okumak yerine tüm sezgilerimi geçiştirip, zihnimin en karanlık, en can yakan hikayelerini tekrarlamaya, Dünya sahnesinde sergilemeye devam ettim, okuya okuya, oynaya oynaya ezberledim döngülerimi.. 

Koca bir kase bal veriyordu hayat, avuç avuç pul biber boşaltıyordum içine, içine.

Hiç anlayamadım bu kendini bilmekten korkma hallerimi. Fakat bunca yıldır olan buydu, bilmekten, bilinmekten korkuyordum. Dışarıda bilgiye aç bir ben yaratmış semirtmelere doyamamıştım fakat içim açlıktan kıvranıyordu, içim açlıktan ölüyordu. 

İçim çoktan dev bir boşluk olmuştu, parktaki çınar gibi.

Yusuf Amca, ara sokaktaki falcı, Yıldız Parkı'ndaki çingene... Kehanet kendini gerçekleştirmeden huzura ermeyecek, bana yaşamam için alan açılmayacaktı. Önce kehaneti kabullenecektim sonra hayat gelecekti ya da böyle bitecekti bana ayrılan süre; hayatın kıyısında, aç ve susuz, umutsuz.

Kargaları besliyorum günlerdir. kargaları besliyor ve sarmaşığımın güzelliğini seyrediyorum. İçimdeki cadıyı duymaya dikkat kesildim, gelip beni ele geçirsin istiyorum. Omuzumda kuzgunum, eteğimde buğday taneleri var. Elbisem babaannemin verdiği kumaştan, ayağımda yün çoraplar. Tam olarak evimdeyim, tam anlamıyla kendimdeyim. İşte şimdi herkese elimi uzatabilirim...
Hepsi olacak.






6 Kasım 2024 Çarşamba

BİR SABAH

 

İçinde olduğumuz yılı, yıldızı bilsem ne fayda bilmesem ne? Dünya gezegenindeyiz, sene ikibin yirmi dört. Elli bir yaşındayım ve ne geldiğim yeri anımsıyorum, ne de gideceğim yer hakkında fikrim var. İnkar edenden de, Kadıköy tarif edercesine öte alem anlatandan da bunaldım. Çok bileni beğenmeyip kibre düştü diye kınarken, az bilene zerre tahammül edemiyorum. Zaman ve merhamet konularına ciddi takıntılıyım. En hazin olanı da zihnimin beni ele geçiren sohbetlerine dair yenilgisi kabullenilmiş savaşlarım var. 

Eskiden kızıl saçlıydım, şimdi beyaz. Bilmem içinde olduğum alemi, içimdeki hali nasıl anlatsam. O kadar alışmışız ki kabuktan başlamaya, dışarı odaklanmaya, şimdilerde çok istesem de içime doğru yürüyemiyorum. Fakat hayal ediyorum... Bir sabah kalmışım ve alıp başımı gitmişim. Neden başımı alıp gidiyorum? Çünkü başımı ben, kendimi düşüncelerim sanıyorum. İnsan neden alıp başını gider? Neden alıp kalbini gitmez? Aslında öyle yapmak istiyorum, o halde; bir sabah kalkıp, alıp kalbimi gitmek istiyorum ezberimden. Peki niye yapamıyorum? Çünkü sabah kalkmak kısmı tamam da benim kalbim nerede, hadi buldum, aldım, benimle gelmeye ikna ettim diyelim, güvenebilir miyim ona, o ve ben bu işi kotarabilir miyiz bir türlü ikna olamıyorum. Yine de istiyorum; bir sabah alıp kalbimi gitmek istiyorum buralardan.

Çok istiyorum.

4 Kasım 2024 Pazartesi

HANGİ YILDAYIZ?


Günleri karıştırmak, havanın kapalı olduğu sabahlarda saati akşamüzeri zannetmek değil, ben yılları karıştırıyorum. İki sonbahar arasında ne varsa yaşanan o kadar ağır gelmiş olmalı ki yüreğime, geçen sonbahar sürüyormuşçasına kandırmak istiyorum kendimi, yok saymak istiyorum gördüğüm, duyduğum ne varsa. Olmaz, biliyorum. Ama insanım, istiyorum. 

Bodrum'dan dönmemişim, atom bombası gibi düşmemiş dayımın hastalığı kucağıma, ailem beni hiç yalnız bırakmamış. Dizlerimin ağrısına, kalbimin sızısı karışmamış... Aslında ben hiç dönmemişim Bodrum'dan. Oysa bu mümkün olmayan, olan ise önümdeki kış ve onun benim, benim de onun üzerindeki hükmümüz.

Hiçbir şeye hazır olmadığım gibi kışa da hazır hissetmiyorum kendimi. Toparlanamayan bir valiz, eteğindeki söküğü dikemediğim elbise, aşkla pişirip bir kaşık yiyemediğim yemek hayat önümde. Yükselmenin, toparlanmanın yolu yordamı var, biliyorum. Bu hafta meditasyona oturmak bana iyi gelecek. 

Biliyorum sonsuza kadar bu bitimsiz akşamüzerinde kalmayacağım.

2 Kasım 2024 Cumartesi

MEVSİM

Günaydın,

Dünya'nın en güzel şehirlerinden birinde ve yine bana göre bu şehre en çok yakışan iki mevsimden birini yaşıyoruz. Çünkü İstanbul denizin ve ağaçların renkleriyle başkalaşıyor, güzelleşiyor.

Sarmaşık nihayet beklenen efsane renklere büründü. İçindeki kuşların sesini hem Theo, hem de ben çok seviyoruz. Evimizin neşesi onlar. Hava derseniz, tatlı bir uçuk mavisi var göğün ve güneşli. 

Kahvemiz, yumuşak müziğimiz ve güne başlayacak sağlığımız var çok şükür. Bugün arabanın park sensörü işiyle ilgileneceğim. Burhan müsait olursa parkta yürüyüş yaparız. Belki Şule Gürbüz'ün yeni kitabına başlarım. Başka da işim yok gibi. Ha, yazlık pikeleri yıkayacaktım, belki onları yıkayıp kaldırırım.

Bir kişilik yaşamda bile, ki benim ki aslında Theo ve sokaktakilerle birlikte kesinlikle çok daha kalabalık, her zaman toparlanması gereken odalar, yetişmesi gereken ödemeler, alış veriş ve araya sıkışan işler oluyor. Galiba hayat böyle bir şeymiş. Keşke daha önce anlatılsaydı beklentisiz kalmamız ve olanla, gerçekleşenin içinde anın, akışın tadını çıkartmak dışında şansımız olmadığı. Eğer bunu erken yaşlarda kavrayabilmiş olsaydım ne umutsuzluğa kapılırdım, ne de oldurmak için uğraşırdım. Çok daha gerçekçi bir noktada kalabilirdim.

Mevsim diyorduk, sonbaharı severim. İnsanı yaratıcı kılar, renkler sıcaktır. Kahveler, kırmızı şaraplar, zencefil, balkabağı anlam kazanır. Rengarenk battaniyeler evin her köşesini şenlendirir. Ah kasımpatılar, onlar tüm evi sarar... Yeniden sabahlık giyilmeye başlanır. Velhasıl her mevsim gibi kendi güzelliğiyle gelir sonbahar. 

Benim hayatımda bol seyahatli olacak. Bu ay iki kez kısa süreli İstanbul dışına çıkmam gerekecek. İsis'in sağlığıyla ilgilenmem ve Nefes'in ders programını da yazmam lazım. Ah bu arada iyi bir hocayla haftada bir kez stres yönetimi üzerine online çalışmaya katılıyorum. Kendi derslerim için hala tercih etmesem de online işlere ısınmam gerektiğini biliyorum.

Çok güzel bir hafta sonu olsun hepimize.