30 Aralık 2023 Cumartesi

SERVET -V-

 

Hayırlı akşamlar:) İstanbul saatiyle 18.30. Dükkanı kapatmadan az evvel bi uğrayayım hem Selma'ya günü özetleyeyim, hem de mevzuya geleyim istedim. Malum yarın yılın son günü, hani bir aralık bulamazsam konumuz yarım kalmasın.

Öküz gibi şanslıyımdır demiştim di mi? Evet öyleyim. Hayat bana cesaretle ona katılamadığım, kenarda mızmızlık ettiğim günler dahil hiç sırtını dönmedi. Minnetle doluyum bu korunuyor olma haline. Allah biliyor ya, işler böyle yürümeseydi, ben de yürüyemezdim. 

Olan hakkımızda hayırlısıdır, olmayan da hayrımızadır gibi klişeler yazmayacağım. Öncelikle bugün bir klişe değildi. Alpay'ı ziyaret ettim. Alpay'ı ve oğlanları.... Berna'nın güzeller güzeli yavrularını. Kocaman oldular. Benim babam yoktu, onların da anneleri. Berna gideli tam dokuz yıl oldu. Ona hastane odasını süslediğimiz gece dün gibi... Kimse o soğuk, ruhsuz odada çaresizce beklememeli demiştik Agi ile ve Berna'ya Noel götürmüştük kendimizce. Ciğerime oturan bir gidişti vedası. İki evlat kaldı ardında. Alpay o zaman bu zaman müthiş bir baba oldu. Onu takdir ve gururla izliyorum. Kar yağdığında caddede sahlep içmek üzere sözleştik. Yani güne "Berna merak etme iyiler seninkiler" diyerek başladım.

Sonra Elif'le buluştum. Öpüştük, kahvemizi içtik, onlar Mısır'a uçtu, ben evime döndüm. Montag Kafeden Kadıköy izlemeyi seviyorum. 

Elif ve eşi her yıl bu zamanlar Mısır'a gidiyorlar. Biraz iş, biraz tatil. Bu yıl ilk defa otelde değil, airbnb evinde kalacaklar. Online nefes çalışacağız Elif'le. Malum online ders vermiyorum ama Elif dostum, onun hatırına deneyeceğim elbette.

Elif'in derin çözümler ararken bunu Mısır'da Güneş'in ülkesinde yapacak olması nasıl manidar..... Ona aradığını bulması için en içten dileklerimi yolluyorum. 

Şimdi sırrımı açık edeceğim. Biliyorsunuz en son ormana gitmiştim. Hatta hala da dönmüş değilim:) Orman Eylül'den Kasım'a denizdi, Arşipel'di. Şimdilerde İstanbul sahil, Propontis. Yüzerken sadece yüzmediğimi Selma'ya anlatmıştım. O biliyor. 

Her sabah erkenden gittim sahile. Suzanne ve Derya ile yüzdüm. En az bir saat. Birkaç gün sonra biraz yalnız yüzmek istediğimi hissettim ve kızlardan yarım saat daha erken gitmeye başladım. Öyle ki ben sahile indiğimde gençler hala geceyi bitirmeyi reddediyor ve gitar çalıp, şarkılar eşliğinde ilk ışıkları selamlıyorlardı. Her sabah onlara günaydın demek ve birbirimizin arayışını hiç bilmesek bile aynı suya abayı yakmış olmak içime iyi geliyordu.

Günlerce yüzdüm. Sadece denizde de değil; kendi iç sularımda, kan damarlarımda, zihnimin çoktan yatağı değişmiş ırmaklarında uzun uzun yüzdüm. Anılarımda, geçmişimde, kısmen geleceğimde kulaç atıyordum. Zamanla çok ama çok uzun yıllardır hissetmediğim bedenimi farkettim. Bacaklarımı, saçlarımı, suya olan derin ihtiyacımı. Sanki nicedir alev alev yanıyordum da sonunda suya atlamayı akıl etmiştim. 

Önceleri hiç his yoktu. Beton gibiydi zihnim. Betondan beterdi kalbim. Elbette biliyordum bütün bunlar travma tepkisiydi ama inadım inattı, her sabah ama her sabah aynı inançla ve sıfır beklentiyle* girdim suya. Çözülecektim, çözülmeliydim. Kendimi vaftiz eder gibi, abdest alırcasına, günahlarımı kıçımı ısıran balıkların kuyruğuna bağlar gibi, suyun içinde değil, onun parçası olarak yüzdüm. Bu arada şaka değil, durduğum an üst bacağımdan veya popomdan ısırık alan balıklar vardı, ilerleyen günlerde onlara personal trainer dedim!

Ben böyle ne yaptığını bilmez, sorgulamaz halde kendime sabah ritüeli hediye ettiğimde inanmayacaksınız ama o ritüele ruhsal ailem de katıldı. Süper Prenses ve Ardınç'la da yüzdüm. Hatta Hande ile... Birşeyler oluyordu, değişiyordum, hissediyordum. Beklentisizliğin dibindeydim, s..timin hayatı leş gibiydi ama ben en saf halime adım adım yaklaşıyordum.

Ağlayarak yüzdüm. Gülerek, hatırlayarak, dans ederek. Klasik tabloları canlandırarak daha da inanılmazı kendi bedenime abayı yakarak yüzdüm. Ruhumun bu bedeni bırakmaya nasıl istekli ve yenisine ne kadar iştahlı olduğunu bana su öğretti. Bacaklarımın ve kollarımın güzelliğini görmek için tek yapmam gereken suya girmekmiş! 

Tapınağımı bulmuş, mumları yakmaya  bir işaret bekliyordum. Geldi. Bir sabah güneş doğmadan suya girdim; güneşten önce, tüm geçmişten sonra. 

Yıllardır ama sahiden yıllardır, ben diyeyim yirmi, sen de yirmibeş yıldır gündoğumu izlememiştim. Vampir gibi kaçmış, kanser korkusuyla sakınıp durmuştum ışıktan, güneş ışığından. Ama anladım, ışık sahiden doğudan yükseliyor. Işık başlangıçsız, ışık sonsuz. Şu hayal aleminde sadece ışık ve sevgi var. Platon, Spinoza, Şems ve Mevlana, Jung, Buddha hep bunu söylemediler mi? Yol ister Muhammedi, ister Luteryan, ister Kabalist olsun ne önemi var? Demek bu yüzden her kitap okey locada! Demek bu yüzden Esseniler, demek bu yüzden sabah namazı, demek bu yüzden meditasyonun en derin anı.... 

Ulaşılacak yer tek olabilir, ama yolculuk için milyonlarca farklı seçenek var. Yeter ki gör, yeter ki seç, yeter ki parçaları yan yana koy!

Sana anlatacaklarım burada biter. İçime seslenişim burada başlar. İşte benim servetim. İşte uğruna tüm reddedişlerime şükrettiğim an. Bir gündoğumu için dünya malına sırtımı dönmüşüm ben! Ya sen? 

Mutlu seneler


*Çabasız çaba. Nihayet anladım ne demek olduğunu. Zihni susturduğumuz yerdeki eylemler seridir çabasız çaba!






29 Aralık 2023 Cuma

SERVET -IV-

 

Yılın son Cuma günü. Mübarek midir, değil midir sahiden bilmiyorum. Açıkcası ben diğer altı günden daha mübarekmiş gibi algılamıyorum. 

Konuyu Cuma'dan açtım çünkü inanç pek çok insanın serveti. Değilse bile son yıllarda o kadar pompalandı ki, inanmak zul oldu. Sanırım ben tam oralarda karıştım. Eskiden daha nettim. İnanmazdım, nokta. Sonra sonra inansam mı, acaba neye inansam diye suları bulandırdım.

Çocukken kuran kursuna gitmiştim. Sırf öğle uykusuna yatmamak için. Alfabeyi zar zor öğrenip bıraktığımı hatırlıyorum. Başıma temiz bir tülbent örtüp serin bir odada takılmak hoşuma gitmişti. Ama nereye kadar? Sıkıldım.

İnanmakla ilişkim hep bu şekilde seyretti. İnanmak istedim, okudum, araştırdım, sordum, soruşturdum ama olmadı. Olamadı. Aklıma yatmayan bişiler oluyordu. Tam hah bunu sevdim diyordum, altından bir çapanoğlu çıkıyordu. 

Psişik şeyler vardı, orada tamamdım ama din denilen şey üzerinde fazla top sürülmüş, insan eli değmiş birşeydi. O yüzden hem iştahlanıyor, hem de yemek istemiyordum.En çok cahillik canımı sıkıyordu. Soru sormayan, teslimiyetçi, ümmetçi kafalar. El etek öpmeler falan.

Konya'da biraz ısınır gibi oldum çünkü dedem öyle makul örnekler veriyordu ki, başka türlüsünün imkanı yoktu. Gezegendeki harmoniyi müzik ve şiirle anlatmak hoşuma gitmişti. Uzun süre Mesnevi'yle uyudum. Bhagavat Gita gibi öyküler anlatan, kendine has dili, şifreleri olan ufuk açıcı bir kitaptı. Yine de bu kitabın yazarı tam olarak ne demişti anlayamıyordum. "Derinde diyordu dedem, sen derinleştikçe o daha derinden konuşur" Bu kitap bana uzun süre ilham vermek dışında ser verip sır vermedi, hikmetine erememiştim. Sabırsızdım. Disiplinsizdim. Belki de haketmiyordum.

Pişiyor, pişiyor, yanıyor ama günün sonunda çiğ kalıyordum. Bazen beynim yanıyordu düşünmekten. Kendimi olduramıyordum. Yüzlerce soru sordum. Hata neredeydi? Yeterince tevazu mu yoktu? Kabulde mi sıkıntı vardı? Ne? Neden eksikleniyordum?

Çünkü akılla yürüyordum. Akıl beni kitaptan kitaba, tekkeden tekkeye, felsefi görüşün birinden diğeri gezdirip duruyordu. Galiba en çok şu üçlü makul geliyordu bana : JUNG, BUDDHA VE MEVLANA.

Kendi içlerinde netlikleri vardı ve birbirleriyle çelişmiyorlardı. Bu noktada paralel okumalara başladım. Okudukça büyülendim. Bambaşka dönemlerde yaşamış bu üç insanın gökyüzünde ya da bir diğer tabirle söylersek en üst felekte oturmuş derin bir sohbetle rakı içiyor olduklarını hayal ettim! Ay beni de alsalardı keşke masalarına.

DEVAM EDECEĞİM.









28 Aralık 2023 Perşembe

28 ARALIK 2023 SABAH 06:06

 

Dün akşam iki kadeh şarabı hızlı hızlı içince erken yattım. Uzun zamandır film izlerken uyuklamamıştım. Güzel oldu. Güne de sabahın karanlığında Nilgün Marmara'nın intihar notuyla ya da neyse işte veda mektubuyla başladım.

Neden önüme düştü diye de şaşırdım. Sonra ne güzelmiş dedim, ne zarifmiş. Şairin ölümü bile başka...

Ardından Selma'nın  yorumlara bıraktığı notu okudum. Hah dedim kendi kendime, günün anlam ve önemi bu. Geri sayım başladı.

Geri sayım doğumla başlamıyor mu? Doğumla başlayıp her umutsuzluk, her hayal kırıklığıyla tombullaşa tombullaşa yoluna devam ediyor mu? Taa ki ayaklarımızın bizi taşımadığı kabuğu atmak arzusuyla yanıp tutuştuğumuz o son ana kadar. Bazıları bu konuda sabırsız, hemen ölmek, buralardan hızlıca gitmek istiyorlar. Neden olmasın? O da seçim.

İki yıl önce kardeşimin arkadaşı ölmüştü. Bende severdim Didem'i. Gittik cenazesine. İki gün sonra da eşinin cenazesine gittik. Asmış kendini. Az tanıdığım bir adamın üç yıl yatalak eşine baktıktan sonra onun olmadığı bir dünyada sadece iki gün dayanabilmesi bana çok anlaşılır gelmişti. İntiharı duygu olarak olmasa da, seçim olarak anlıyorum galiba.

Eğer sadece ve sadece kendisiyle ilgiliyse insanın ne ala, ama başkalarının uyanışı umuduyla atılan bir adımsa büyük ziyan...

Bana uzak ihtimal. En azından şu ana kadar öyle oldu. Çünkü çocukluk hep daha güvenli bir mağaraydı kaçıp saklanmaya, güçlenip yeniden ortaya çıkmaya. İnsan kuş seslerini duyarken, rüzgarı hissederken ölemez. Ölümü seçemez. Belki etrafındaki canlılığa körleşirse ancak o zaman gelir öteki seçenek. Ben galiba böyle düşünüyorum. 

Ölüme de pek inanmam aslında. Ateş elementi çok yüksek kanımda. Yaşama inanırım ben; biten ve yeniden başlayan yaşam döngüsüne.

Bu sabah servet yazıma ara verip, ya da onun maneviyat kısmına girizgah yapıp çıkmak istedim evden. Yılın son günlerini evimde geçiririm diye hayal etmiştim ama nedense bahtıma sokaklar çıktı:) Olsun, vardır bir hikmeti. 

Yıl bitmeden veya başlarken, bu yaz yüzerken hissettiklerimden bahsetmek istiyorum. Köpekbalıklarından, bebek ahtapottan, Ra'nın gözünden ve benzeri şeylerden. Çabasız çabayı anlatmak istiyorum. Kimsenin kimseye anlatamadığını bir kere de ben anlatamamak istiyorum. Neden? Öyle işte, kişisel tarihime not.




27 Aralık 2023 Çarşamba

SERVET -III-

 

Biliyor musun Selma, insanın kendine ettiğini başkası etmiyor şu hayatta. Bi de akrabalar... Müsibet gibi bişi akrabalık. Ben bu dertten çok çektim. Babamın ailesi de, annemin ailesi de her daim canımı sıkmayı başardılar. Bir iki insan dışında inan hepsini zevkle Alaskaya yollardım. Tek yön.

Fakat elli yaşımda hala bu konuya takılıyorsam artık onlardaki değil, kendimdeki soruna odaklanmalıyım. Zira belirleyici olan benim. Onlar değil.

Dün  en küçük teyzeme uğradım, geçmiş doğumgününü kutlamak için. Biz onun eşine dayı deriz. Enişte demek için fazla iyi bir insandır dayım. Üstelik sahiden hepimizin dayısı olmuştur. Bu ziyaret aslında ona hürmettendi. Neyse, sohbeti teyzemin önyargılı ve akılsızca cümlelerinin yönetmesine ilk defa izin vermedim. Bağırmadım, öfkemde kaybolmadım ama "o öyle değil, şu an tamamen ezberden konuşuyorsun" dedim, diyebildim. Bozuldu. Bozulsun. Söylenmeyen kelimelerin yaptığı basınç gerçekten ama bak şaka değil sahiden kan değerlerimi bozuyor. Bu artık fiziksel bir durum benim için.

Tam kazasız belasız sıyırdım bugün hayattan derken büyük dayım aradı. Ona uğramalıydım! Neredeydim? Döndüğüme göre neden döndüm dememiştim?

Ya sabır ve de eyvallah diyerek krala saygılarımı sunmaya inine, pardon bürosuna gittim. Ama sadece saygılarımı... Çünkü ne zaman sevgilerimi sunsam ve sevgisine sığınmak istesem ensemden bir ısırık almıştır!

Biliyor musun ben küçükken dayımı sevmezdim, ona tapardım! O kadar neşeli, o kadar yaşamaya yakışan bir adamdı ki, tüm tatlılığıyla hayatımızda olmasına hepimiz bayılırdık. Ama yıllar içinde bir türlü yerli yerine oturamayan pek çok duygu durumu ve olaylar yollarımızı ayırdı. Senelerce aynı binada iki yabancı aile gibi yaşadık. Sadece o apartmanda yaşadıklarım bile film olabilir. 

Dün öğleden sonra dayımla boğaz köprüsünden geçerken içimden, mecaz değil, gerçek anlamda "köprüyü geçene kadar dayı!" dedim. Zira yetmiş altı yaşındaki dayım, onca paraya, şan ve şöhrete karşılık yumurtaya üfleyenlerdendir. Kendi yolundan yürümeyenleri katiyen anlamaz. Despot, buyurgan ve sabit fikirlidir. Kalbinde sevgi yoktur. Bilmez veya unutmuştur insanları sevmeyi. Duygusaldır ama bütün sevgisiz insanlar gibi kontrolsuz ve içtenliksiz, refleks gibidir anlık duygu yoğunlukları. İstikrar barındırmaz. Düzensiz elektrik akımları gibidir dayımla yakınlık. 

Ne trajiktir ki ona verdiğim şansları asla değerlendirememiştir. Her defasında bana hayal kırıklığı olmuştur. Fakat sonunda kaz kafam anladı Selma, neyin önünde eğildiğin, gücünü neden aldığın belirliyor kimliğini. İşte bu yüzden uzuyor servet yazısı. Ben dayıma bu denli şaşırarak bakarken, ondaki sevgisizliği görürken ve üzülürken kendini iyi kılmayışını şaşkınlıkla karşılarken o değil, ben eve gelip düşünüyorum. 

Neden denge bu kadar zor?

Neden benim dayım sevdiğini iddia ettiği biriyle egosunu ve kibrini aradan çıkartarak sohbet edemiyor? Nedir bu kendine benzemeyene üstünlük kurma derdi?

Derdi şu Selma, bende onun parayla, kariyerle elde edemeyeceği bişi var. Hangi derneğe üye olursa olsun, gömleğini kim dikerse diksin, kiminle ahbaplık ederse etsin asla ona yeterli gelmiyor. Kardeşim değil bak, özellikle ben ayarlarını bozuyorum. Muhtemelen babamdan bana kalan ışık delirtiyor onu:)

Aylarca Bodrum'da misafir edilmiş olmamı anlayamıyor. En mütevazi pansiyon üç bin lirayken nasıl oluyor ve insanlar bana evlerini açıyorlar? Ne karşılığında? Onun milyon dolarları varken, istese hala bir malikane alabilecekken, ben nasıl olup bütün bunlara çabasızca erişebiliyorum? Anlayamıyor... Ya da fazlasıyla anladığı için benimle sohbet etmek yerine sağlık sigortamı, kardeşimin yanlış yatırımlarını konuşmaya çalışıyor. Çünkü üstünlük sağlamaya, bana kendimi kusurlu, yanlış yolu seçmiş hissettirmeye çalışıyor. Ama bilmiyor, teyzemin bilmediği gibi o da bilmiyor ki, ben değiştim, hatta dönüştüm. Kime yakın olmam gerektiğini anlamadım, oldum! Oluyorum.

Ne olacak biliyor musun? Ben içeri yaklaştıkça, daha da parlayacağım. Işığım artacak Selma, ışık arttıkça bundan keyif almayanlar önce güneş gözlüklerini takacak, sonra kafalarını çevirip gidecekler. Yani madde ile mananın bir ayrılık vakti er geç gelecek. Ben de beni görünce iki ışıklı topun kucaklaşması gibi bana koşanlarla yürüyeceğim ömrümün kalanında. Abartıyor muyum? Öyleyse kusura bakma teşbih nihayetinde ama bana sevgi lazım. Önünde eğilmek istediğim tek şey bu. Ben sevgiye eğilmek, yaşama, döngülere eğilmek istediğimi anladım Selma. Benim servetim benmişim! Önce ve sadece kendime eğileceğim:) Benim servetim de bu oldu ve bu olacak; kaybettiklerinin yerine kazandığım şey hakiki bir ben olacak.


Bitmedi....



25 Aralık 2023 Pazartesi

SERVET -II-


Günaydın, 

Selma sende burada olduğuna göre artık hani şu maddeden vazgeçişlerimle geldiğim ve/veya gelemediğim yerden bahsedebilirim.

Bu arada başlamadan söyleyeyim, kestaneler efsaneydi. Son yıllarda pek çok yiyecek o kadar yavanlaştı ki, kestane gibi kestane yemeyi özlemişim. Ay bi dakika, bi de kahvemi yapayım da öyle başlayayım yazmaya:) Unutmadan fincana yeterli övgüyü yapmadım. Sana, yani yazdıklarımda fağfuri* keşfimden bahsetmedim değil mi? Etmedim, ama sen bana tam olarak bu tanıma giren bir fincan yolladın! Demek ki sahiden etkileşime girdiğim herşey bana doğru geliyor, dilemesem bile... Tekrar teşekkür ederim inceliğine.

Konumuza dönersek, bilirsiniz, dışarıdaki oyunun kuralları aşağı yukarı bellidir. Elbette yaşanılan coğrafyaya ve sınıfınıza göre değişir ancak azıcık gözlem ve sizden daha  tecrübeli bir rehberle olması gerekeni hızlıca kavrarsınız. Takdir edersiniz ki ortalama zekanın üzerindeyseniz şansınızı arttıracaktır.

Ben kural severim. Ama kurallar sırf biri öyle istedi diye keyfe keder ise uymakta isteksizimdir. Bütünü kollayan kurallaradır eyvallahım.

Madde dünyasında ne yazık ki bütünü düşünen yok. Koca okyanusta herkes kendi gemisinin kaptanı. Herşeyi kaybetmenin tek bir dev dalgaya baktığını o kadar unutmuşlar ki, gözüm onlara ilişince sadece kederleniyorum.

Yazdıklarım yaşadıklarımdan bana kalanlardır, çünkü babam öldüğünde zengin bir adamdı. Doğum gününden birkaç gün evvel öldü. Tam kırk bir yaşındaydı. Dolu dolu yaşanmış bir hayat bıraktı ardında. İçime ektiği tohumların filizlendiğini hiç göremedi.  Dolayısıyla onun tarafından suyu gübresi verilen bir bahçem de hiç olamadı. Hayattaki savruluşumun sebebi olsa olsa bahçıvansız kalan çiçeklerimdir diye düşünüyorum. 

Zor bir adamdı. Başarılı. Entellektüel. Sosyal. Yalnız. Bize karşı hepr zaman komik, hep cömert. Anneme çok aşıktı. Anneme hepimiz aşıktık. Bir defa bile içindeki boşluğu sevgimizle dolduramamış olsak da her birimiz umutsuzca sevdik onu. 

Merhametli bir evde büyüdüm. Para ve marka değil, güzellik ve estetik konuşulan bir evde. Sahip olduğumuz herşeyin göz açıp kapayana kadar elimizden yitip gidebileceğini de büyüdüğüm evde öğrendim. Buna çok sevdiklerimiz de dahildi...

Herşeyi versem babamı alsam dediğimde o kadar havada kalmıştı ki kelimelerim, uzun yıllar paranın işe yaradığına kimse inandıramadı beni. Ancak son yıllarda birilerine yardım etmek istediğimde hissettim  şu; maddeyi bu kadar reddetmek, manaya yolculuğunda da tökezletiyor insanı. Denge lazım. Hayatta, dışarıda, içeride ince ince ayar yapmalıyız. Tılsım buydu.

Maddeye yenilmemek takdir edilesiydi, eyvallah ama onu hiçe saymak gerçekçi değildi. Ters tarafa giderken inatçı değil, kabulde olmalıydım. Aborjin gibi! Ben bunu atlamışım.

Ömrümün neredeyse tamamı biriktirerek geçti. Yazdıklarımı, duygularımı, sevdiğim anları, hatta en zor anılarımı, koleksiyon yaptığım objeleri.... Bilgiyi. Deneyimi. Hep az geldi. Yetersiz. Eksik. Ne yapsam, nasıl yapsam bir türlü tam olmuyordum. Ben kendimi tamamlayamıyor, eksikliklerime o kadar fazla takılıyordum, düşünmekten beynim yanıyor, yaşayamıyordum. 

Mesnevi okunmalıydı. Divan-ı Kebir, Maktıkut-Tayr.... hayat kısaydı, öğrenilecek çok şey vardı. Sahi mi? Yürü be! 

Ben hep yolu dolandırıp durdum. O kadar uzun süre bavul hazırladım ki, kapıdan çıkarken nereye gideceğimi unuttum! Termosu koy, mayoyu koy, ama belki soğuk olur çorap da koy derken mevsimler, yıllar aktı gitti. Meğer tek ihtiyacım varmış, ben!


Devam edeceğim....






*Avrupa sanatında bu işlere Blue Blanc deniyor ve oldum olası bayılırım. Ancak bizim coğrafyadaki adı daha ritimli değil mi?








23 Aralık 2023 Cumartesi

SERVET -I-



İçine doğduğum hayatı her çocuk gibi en normal şey olarak kabul ettim. Üniversiteye başlayana kadar da bu böyle sürüp gitti. En karanlık, en alıştıklarımızdan uzak günler de dahil olmak üzere, bizim hayatımız "normaldi." Doğarken getirdiğim özellikler gibi, saçımın rengi, ayak parmaklarımın boyu ve çillerim mesela, evimizin sanat eserleri ve kitaplarla dolu olması da gayet normaldi. Hatta o kadar aklıma yatıyordu ki bunun böyle olduğu, başka hayatlara da aynı şekilde okeydim. Onların normali oydu, bizimki bu. Basit di mi?

O yüzden ne işimi, ne eşimi, ne de arkadaşlık edeceğim insanları ekonomik sınıflarına, eğitim seviyelerine veya sosyal hayatta ne kadar kabul görüp görmediklerine göre seçmedim. Kriterlerim yok sanmayın, vardı ama madde dünyasından değildi. 

Buna rağmen güzel şeyleri kendimi bildim bileli sevdim. Sezgisel bir şekilde nerede, hangi vitrine bakarsam bakayım en pahalı, en emek harcanmış parçayı bulmuşumdur. İşin garibi bana sorsanız en sade olandır tercihim ama gel gör ki tasarımcılar çok acımasız:)) Benimki bir tür lanet olsa gerek!

Evlenene kadar marka nedir bilmez, dikkat etmezdim. Daha doğrusu umursamazdım. Günlük bişi alınacaksa Mudo veya Tifani Tomato'ya gidilir, azıcık daha eli yüzü düzgün şeyler Vakko ve Beymen'den alınırdı. Pahalı diye değil, uzun süre kullanılıyor diye. Kaliteli olan her zaman pahalıydı evet, ama pahalı olana her daim kalitelidir diyemeyiz değil mi?

Kendimi neyle takas edip, etmeyeceğime karar verdiğimde on beş yaşındaydım. Elbette insandım ve elbette bende yumurtaya üflerdim, üflerdim de ne için? Aşk? Belki bilim? Sanat? Kaldı ki bunları da yapmadım. Bilirsiniz akademik dünya pistir. Benim etim de pek değerlidir. Gerisini hayal gücünüze bırakıyorum. Ahlaktan değil, anlatmayı makul bulmadığım, içimden gelmediğinden.

Çocukluğumdan beri bazı kıymetli parçalara zaafım olmuştur. Mesela ikinci el pazarlarına bayılırım. Özellikle Avrupa'nın küçük şehirlerindekilere. Neler çıkmaz ki oralardan... Babamın ölümünden sonra ne yazık ki  pek çok güzelliğin sadece takipçisi, uzaktan seyircisi oldum. Kendimi güzel olanla beslemek ve görsel olarak zenginleştirmek baki olsa da satın almalarım sınırlıydı. Bu asla moralimi bozmadı. Ben hep estetik olana abayı yaktım, pahalı olana değil. Ayrıca hırs yoktu bende, hamuruma karıştırmayı unutmuşlar. Sonuçta kendimce özgürlük alanı kazandım. Minicik bir çiçek buketi, pişirilen kurabiyelere seçilen tabaklar, hediyelerin paket kağıdı, günün saatine ve servise uygun peçeteler bana yetti. Paramın ulaşabildiği en güzel şeyleri almaya ve zaman zaman yorsa da ailemden kalanları korumaya devam ettim.

Yıllar böyle akıp giderken sahip olmadıklarım için katiyen ağıt yakmadım. Çünkü eğer isteseydim alım gücü yüksek biri olmayı seçebilirdim. Dayımın hukuk bürosunda yükselir veya zengin bir koca seçerdim. Yapardım birşeyler ama istemedim, böyle bir hedef beni küçültürdü. 

Unutmayın Kaşıkçı Elmasıyım ben:)

Bunları neden yazıyorum biliyor musunuz? İnsan kaçtığına yakalanırmış. Son bir iki yıldır hayatıma epeyce varlıklı insanlar dahil oldu. Nedense, bunca saklanıp uzaklaşmama rağmen bazı şeyler kader galiba. Hele bir tanesi var ki sanırım sahiden dost olduk. Bazen bana hediye verirken ne kadar zorlandığını görüyorum. Üzülmemi istemediğini gözlerinden okuyorum. Beni kaybetmekten ne kadar korktuğu da açık... Oysa hediyeden bunca korkmak neden? Servet düşmanı değilim ben. Sadece servet avcısı da değilim. Hepsi bu. Kim sevmez ki biri bizi düşünsün ve özene bezene bir paket hazırlasın? Önemli olan inceliktir.

Sınırsız param olsaydı muhtemelen ben yine aynı mutfağı yaptırırdım, belki marka tercihim farklı olurdu, daha kalitelisini seçerdim. Aynı şekilde giyinirdim fakat kumaş seçimlerinde daha incelikli davranırdım. Takılar mesela, bak orası çok mühim:))) Senelerce saçım kızıl altın bana yakışmaz diye düşünmüşümdür. Hatta eski sevgilim sarraf diye bir dönem iyice tiksinmiştim altınla ifade edilen görgüsüzlükten. Ama heyhat! Meğer astrolojik haritama göre değerli madenim altınmış! Ne tatlı değil mi? Kendime hemen incecik bir bilezik ve bir çift küpe aldım. Epeyce minimal ama tam benlik. Bağırmıyor koş koş burada altın var diye:)

İşte benim servet anlayışım: üstün başın, evin barkın, tükettiklerin bağırmamalı, hazımlı olmalı, içselleşmiş ve yakışmış olmalı. Tıpkı bir çift küpenin tenine, ruhuna yakışması gibi yakışmalı insana madde.

Peki ben maddede kovalamadığım serveti manada yakaladım mı? İşte bu bir sonraki yazısı olsun mu? Noel için hediyem olsun kendime ve hepimize; ne aradım, ne buldum ve hala neye bakıyorum?

Selma burada mısın? Hoşgeldik!








NE YAPALIM SELMA?

 




Selma'cım Günaydın, 

Noel aferesinde senden gelen mis gibi kahvemi içerken, içimden  bıraktığın yoruma buradan cevap vermek geldi.

Neden geldiğini haber vermez insan? İnan bilmiyorum. Galiba derinlerde bir yerlerde sonum kaşıkçı elması gibi olsun istiyorum; biri beni, ben kıçımı yırtmadan görsün, bulsun:)))) 

Tevazuya gel!

Dostum Suat Yurtalan, "kenarda durup, ortadan yiyemezsin Elvan" der. Beni hayatın biçtiği roller karşısında fazlasıyla edilgen, hatta pasif agresif bulur. Ona göre aşırı kontrolcü tavrım, hem hayatı, hem yaratıcı yönümü fazlasıyla baltalamıştır. Mesela Suat hep evimi, hatta kendimi dağıtmam gerektiğini söyler. Manasız bir düzen sevdam olduğunu ve bu şekilde yaratamayacağımı anlatır. Bilmem, belki dediği gibi birisiyimdir. 

Suat'ı severim, kısmen haklıdır desem çok mu politik olur?

Burası uzun yıllar boyunca benim arka bahçem oldu biliyorsun. Başlangıçta arkadaşsız çocuklar gibi tek başıma top sürdüm. Kitap okudum, sevdim, yazdım. Heyecanlandım, yazdım. Kızdım, kırıldım, yazdım. Korktum, sevindim, yazdım. Bir süre sonra hem birileriyle, hem kendimle konuştuğum, bazen tekrara düştüğüm, kimi zaman serbest dalışla ferahladığım bir alana dönüştü. Önce yalnızdım ama sonrasında hep birlikte oynamaya başladık. Sen ve diğer blog okurları bu işin en popüler zamanlarından başlayarak, takip ve yorumlarınızla beni onurlandırdınız. Çok tatlı insanlarla tanıştım yazdıklarım sayesinde. Öyle ki, yazmak ve okumakla kalmayıp, her güçten düştüğümde rehabilitasyon merkezi tadında kullandığım bu mecrada pek çok yakınımdan daha güven verici bir tavırla durdunuz ekranın öte tarafında. Değeri mi? Paha biçilmez!

Ben ruhumu, gelmişimi, geçmişimi didik didik ederken, elbette herkes aynı duyguyla okumadı yazdıklarımı. Biliyorum. Öyle ki eski sevgililerimin zaman zaman buralarda dolanması ve kendilerini benimle bir tür bağ içinde hissetmeleri fazlasıyla canımı sıktı sanırım. Her tek başıma kaldığımda, nedense bana bir yerlerden "oh olsun" diyorlar gibi geldi.  Büyük ihtimalle bu yüzden sonlandırmak istedim. Ama görüyoruz ki bazı şeyler biz bitti dedik diye bitmiyor:) 

Ne yapalım Selma? Kamuya yazmaya geri mi döneyim, yoksa bir kişiye özel yazdığım blogla başbaşa mı devam etsin yolculuğumuz? Veya buraya ara sıra mı uğrasam?

Düşün:)

İki blogu mukayese ettiğimde inan hangisi kıymetlim bilemiyorum. Sanırım günün/yazın sonunda gelen armağana razı, gelenle sevinçli bir ruh halindeyim. Ben kıçımı da yırtsam her şey olacağına varmıyor mu? Yani olmayan, ben olduramadım veya kenarda durdum diye değil, zaten olmayacağından, olsa bile dirlik düzen vermeyeceğinden olmuyor.

Aslında belki de burası küsmek için doğru yer değil, çünkü kişisel tarihim için bir tür hazine. Neye benziyordu bu kadın diyene arşiv? Neden dersen Sevgi Teyze'nin ölümünden sonra bu konuyu çok düşündüm; bizden geriye kalan tek şey hatıralar. Biliyor musun onu çok özlüyorum... Keşke daha çok yanında olsaydım diye zırıl zırıl ağlıyor içimin ucu. Çünkü onun son iki yılı ve aramızdan ayrılışı bana tekbaşına bitecek bir hayatın sonunu sık sık düşünmenin kapısını açtığı gibi şimdiki zamanın eşsizliğini de çok iyi anlattı.

O zaman bu zaman takılarımı ve bir daha içine giremeyeceğim vaktiyle fazla para harcanmış kıyafetlerimi genç kadınlara, çoğunlukla arkadaşlarımın kızlarına dağıtıyorum. Eşyalarımı azaltıyorum. Elimin değmediği eşyaları gönderiyorum. Sıra günlüklerimde... Hepsini yakacağım Selma. Arkamdan çer çöp toplanmasını istemiyorum. Benim dokunurken özen gösterdiğim her eşyam eskiciye, hayır kurumuna ve çöpe pay edilecek, biliyorum. Sevgi teyzede öyle oldu, Ayşe'de de... Gördüm. Anladım. 

Nedense bir tek bu bloga kıyamadım.. Nasıl ben az bilinen veya çok ünlü hiç fark etmez, bir yazarla onu hiç tanımadan bağ kurabiliyorsam, birileri de ben gittikten sonra sanal dünyanın bir köşesinde kelimelerime rastlar ve belki tıpkı benim hissettiğim gibi elinden tutulmuş, saçı okşanmış hisseder diye umuyorum. Sence çok mu umuyorum? 

Ama kabul et, Kaşıkçı Elması fantezimden daha gerçekçi :)

Amaaan, neyse ne yahu, geldim yazdım işte. Sonrasını sonra düşünürüz:)

Mutlu Noeller Selma











6 Aralık 2023 Çarşamba

GENE DENE, GENE YENİL, DAHA İYİ YENİL*

 


NOEL GÜNLERİNİ OKUYORUM. Aslında birkaç yıl önce satın almıştım. Demek fırsat bulamamışım, hayret.. Dün evi az da olsa süsledim. Geriye sadece kurabiye pişirmek kaldı.

Kitaptan bahsedeyim biraz. Kitap Winterson yazılarından hep bildiğimiz müzikli/şiirli akışlarla ve yer yer serpiştirilen tılsımlı cümlelerle dolu. Elbette aşk ve dostluk hep var. Ancak bu defa diğerlerinden farklı olarak içinde tarifler de var.  Winterson bence yaşlanıyor ve O da buralardan göçüp gittikten sonra azıcık daha adı yüksek sesle söylensin istiyor. Azıcık...

Farkındayız, bu bedende ölümsüz değiliz, sonsuz hiç değiliz. O yüzden onun başarı ve başarısızlıkları da en fazla beş yaşındayken giydiğimiz palto kadar bizim, daha çok değil. Ama bazen kaptırıp gidiyoruz ve kendimizi o paltonun ta kendisi zannederek acı çekiyoruz. Oysa değiliz. Winterson bunu biliyor, zaten neredeyse tüm satırlarında bunu bilmenin hazin ve lezzetli farkındalığına güzellemeler yapıyor. Tıpkı Salinger gibi. Ufak ama çok güçlü gerçekler bırakıyor kelimelerin arasındaki boşluklara.

Bu yıl da güzel bir mesaj bırakmış bana: gene dene, gene yenil, daha iyi yenil diyor. Winterson bize edebiyatçı kimliğinin çok ötesinde şefkatle - çocukluğunda kendisinden delice esirgenmiş ama aşkı yaşamasına engel olamamış-  derin bir şefkatle sarılıyor. Bizi kendi hatalarımızı yapmaya, kendimizin en özgün, özüne en yakın versiyonuna dair sorumluluk alarak bas bas bağırmaya, sahiden yaşamaya teşvik ediyor.

Bu yüzden onu seviyorum. Sevgiyi kelimelerle de aktarabileceğimizin canlı kanıtı olduğu için ve bana hep iyi gelen, saçlarımda hissettiğim şefkatli dokunuşu için.

Mutlu Noeller Winterson, Mutlu Noeller Londra!



* Jeanette Winterson