28 Nisan 2020 Salı

SUDA BOĞULAN DİLEKLER...






28 Nisan 2020


Bir zamanlar gerçek hayatta yan yana yürümeye cesaret edemeyen, birbirlerinin öfkesinden, şiddetinden deliler gibi korkan iki varlık tanırdım. Gün ışığında kalplerini simsiyah örtülerle saklar, ay ışığı yükselince en gizli dileklerini yakamozlara fısıldarlardı. Onlarca hayat karşılaşmalarına rağmen, her defasında dizlerini kanatan çocuklar gibi kendi köşelerinde sızlanmayı seçtiler.

Bu hikaye onların, dileklerini yüksek sesle söyleyemeyenlerin, dilekleri suda boğulanların.

Çok su yuttum ben, belki de bu yüzdendir en derin korkumun boğulmak oluşu.. Bütün gezegenin akciğerlere yapışan bir virüsle savaştığı şu akıl almaz günlerde ben buz kesmiş ellerim ve kalbimle bin yıllık dileklere bakıyorum. İnsanlık nefes bile alamayacağı anlardan korkarken, benim soluğumu kesen bambaşka bir şey var.... Kalbim nicedir güvenilir bir organ değil, uzun zamandır fizik bedenimin devamlılığı dışınca bir ricam olmuyor kendisinden. Karşılıklı bir beklentisizlik içinde, bize verilen süreyi sessizce tamamlıyoruz. Mutlu muyuz, değil miyiz bilmiyoruz. Nicedir sormuyoruz.

Yıllar önce kalbimle bir olup cüret ettiğimiz, sayfalar dolusu yazdığım, gül fidanlarına bağlayıp, ateşler yakıp, üzerinden atladığım bir dileğimiz vardı... Boynumu yakan bir kolyem ve asla kazanamadığım kağıt oyunları vardı. Kalbimi masaya koymuştum ve kaybettim. 

Dün gece küçük mavi kağıtlara dileklerimi yazarken içten olmaya çalıştım. Sonra sonra anladım ki nicedir tek kelime konuşmadığım kalbim samimiyet nedir unutmuş! Bütün samimiyetimle yazarken ve söylerken bile ne kadar derin bir korunma arzum var... Ne kadar da canım yanmış ve korkmuşum boğulmaktan! Hangisiymiş beni daha çok yıpratan anlayamadım... 

Yaşanmışlık mı? Yaşanmamışlık mı? 

Bundan böyle dileklerim suda boğulsun istemiyorum. Kalbim benimle barışsın, hayat donmuş bir nehir gibi yanımdan geçip gitmesin. Uçmayan, boğulmayan, kalbimin derinliklerinden gelen dilekler gerçekleşsin istiyorum. 








23 Nisan 2020 Perşembe

PANDEMİ GÜNLERİNDE İÇİME DÜŞEN BİR MERAK!







Bitiremediğim bir hikaye kitabının, başına ne geldiğini öğrenemediğim esas oğlanı acaba pandemi günlerinde ne yapar? İnsan dışarıyla ilişkisi azaldıkça, nicedir iç işlerini ihmal ettiğini fark etmeye başlıyor; ayıklanmayı bekleyen eski kıyafetler, buzdolabında küflenip unutulmuş peynir kırıntıları ve hatta hatta yarım kalmış hikayelerin kahramanları da bu meraka dahil...

Fiziki haritada bir bağımız kalmamış olsa da, o hep bahsedilen görünmez iplikçiklerle düğümlü ve bir o kadar da tek başına oluşumuzu sindirebildik mi sence? İstersen ekranın diğer tarafındaki insan olarak önce ben cevap vereyim: Eh, saat saat değişen ruh halimle bir ileri bir geri idare ediyorum diyelim. Ki bilirsin evimi çok severim ve kendimi eyleme terbiyem epeyce yüksektir.

Peki sen ne dersin?

Söylesene, hala dokunduğu her şeyi altına çeviren Kral Midas'ın izinden mi gidiyorsun? Yoksa uzun yıllar aç ve susuz kalınca anladın mı asıl açlığın, dinmeyen susuzluğun neye imiş? 

Biliyor musun, bazı insanların kaderinde idrak yok... Delice bir zeka, eşsiz eğitimler, binlerce zevk ve tatmin var da, idrak yok... O ruhlar "pas" diyorlar bu hayatta, "bozma uykumu, sonra uyanacağım ben, çekil git başımdan!" diyorlar. Çaresiz uzaklaşıyorsun. Çünkü şu hayat bir tek kendini bile uyanık tutmak için çok katmanlı, çok yorucu bir oyun. Dış dünya hiç durmadan ninniler mırıldanırken gözlerini açık tutmak ölümüne zorken, yanındaki uykucuyu sarsmak çok manasız. 

Uykunu böldüğüm günler dün gibi...

Gerçeğin ışığı, kısacık bir an için bile olsa, sımsıkı kapattığı gözlerinden içeri sızmış biri olarak, söylesene gitgide azalan görme duyunla, ışığa daha da aç değil misin? 

Pandemi meraklısı diyebilirsin bana ve haklısın. Bir yönüm sana benziyor; iç sularımda uzun süre kalamıyorum, huzur huzursuzluğum bile olabiliyor bazen.... Ama gel gör ki, ruhumun labirentlerinde turlarken, sana rastlamasam, rastlayıp hal hatır sormasam riya olurdu. Bir de insan bilmek istiyor; hala aynanın sırrını arıyor musun? Aynada gözlerinin içine bakabiliyor musun?






11 Nisan 2020 Cumartesi

BUGÜN







Şaka değil, sahiden eser miktarda güneş alıyor evimiz. Şöyle ki, öğleden sonra 16-17 arasındaki otuz dakikada ancak fotoğraftaki kadar ışık görüyoruz! Güneş, son sürat giden arabanın farı misali balkon kapısı önünü hızlıca yalayıp, kayboluyor! Taşındığımda bu duruma hiç takılmamıştım çünkü loş ışık ve serin atmosfer fikri bırakın rahatsız etmeyi, hoşuma gitmişti. Evim için yakıştırmalar yapıp, "dört mevsim Londra" falan diyordum. Ancak gel zaman git zaman balkonları kullanamamak, bitmeyen sonbahar ve içimi oymaya başlayan rutubet zorlamaya başladı. Ha, neden taşınmadın dostum derseniz, o iş o kadar kolay değildi... Ülkenin tepetaklak olmuş ekonomisinde kımıldamaya cüret edemedim. Dikkatinizi çekerim cüret diyorum, cesaret değil.

Sonuç? İçinden geçmekte olduğumuz şu günlerce yüz binlerce insan gibi yemek ve suyun varlığına teşekkür ederek oturduğumuz yerde oturuyoruz. 

Tartışmaların, küslüklerin, anlaşmazlıkların ve daha pek çok şeyin anlamını yitirdiği zamanlardan geçiyoruz. Belki de ilk kez, bizim türlü bahaneyle durmadan erteleyip, o gelip gelmeyeceği belirsiz geniş zamanlara bıraktığımız içe dönüş pratiğini bu defa hepimiz için şu mini minicik virüs hallediyor. Ne diyeyim? Faturası epeyce kallavi olmakla beraber, sağolsun, varolsun cancağızım! 

Dinsizin hakkından imansız gelir diye boşuna denmemiş!

Zamanımın çoğu okuyup yazarak, arada internet üzerinden film, dizi izleyip, makul bulduğum yoga ve pilates derslerine katılarak geçiyor. Fazla sebze meyve tüketmediğimden, zira yıkamak da sıkıntılı, uzun yıllardır yemeğim kadar makarna, pilavla besleniyorum. Ton balıklı sandwich, kaşar peynirli tost, yoğurt, kahve adeta yeni yaşam biçimimize dönüştü! Neyse ki arada elma veya portakal yemeyi akıl edebiliyorum.  Demek hala azıcık sağduyu kırıntısı mevcut!

Theodora ile havalandırılmış odalarda oturmaya çalışıyoruz. Neredeyse aynı zamanlarda uyuyup uyanıyoruz. Çünkü gün içinde yeteri kadar enerji harcayıp yorulmadığımdan, akşam uykum gelmiyor. Yine de baktım ipin ucu kaçıyor gece dörde kadar oturma potansiyelimi beslemeyip, ikiden evvel yatağa girmeye gayret ediyorum. Çünkü her durumda sabah en geç sekizde uyanıyorum. Oysa doktorlar bas bas bağırıyorlar "dinlendirin bedeninizi" diye. Yani olan şu ki Theodora gibi gündüz kısa uykular uyumaya başladım; çoğu, uyku ihtiyacı içermeyen, kısa, tuhaf uyuklamalar...

Muhtemelen benim uzun saatler, hatta günler boyunca evde olmama şaşırıyor. Kim bilir o, bu süreci nasıl algılıyor? Gözlerinde soru soran bakışlar var bazen;"bu kadın hiç mi dışarı çıkmayacak?" der gibi bakıyor. Evet, çıkmıyorum. Pek çok İstanbullu gibi "tamam kontrollü bir normal hayat mümkün" denilene kadar sabırla bekliyorum. Haftada bir kez alış verişimi yapıp, anneme ihtiyaçlarını bırakıp, kardeşimi görüyor ve evime dönüyorum. Sokaktaki kedilere yemek bırakmak dışında ne yazık ki kimseye bir faydam dokunmuyor.

Neyse ki zarar da vermiyorum...

Yakın bir dostum kargo şirketi çalışanlarının tıpkı sağlıkçılar gibi virüsle temasa en fazla maruz kalan kitle olduğunu söylediğinden bu yana artık kargo gerektirecek alış verişler de yapmıyorum. Bazen güne başlamaya ve devam ettirmeye hiç isteğim olmuyor. O günlerde kendime yüklenmiyorum. İstememe, güçlü olmama, kımıldamama gibi haklarım olduğunu hatırlamanın da iyi olduğunu düşünüyorum. 

Bugün buysa bu.











2 Nisan 2020 Perşembe

LABİRENTTE MIHLANANLAR




Hepimiz durmak istedik. Hız kesmek istedik. Yürüdüğümüz yol, varmak istediğimiz yere götürmüyordu. Durmak diledik, çünkü duramadığımızdan düşünemiyor, asıl yürümek istediğimiz yol hangisi göremiyorduk. Günde beş dakikamız yoktu içimize bakmaya ama film izleyebiliyor, spora gidiyor, alış veriş, yemek, arkadaşlar, ev, aile derken hemen hemen her şeye, bizi biz yaptığını sandığımız her şeye yetişiyorduk. 

Oysa yetiştiğimiz tek şey bizi bizden çalan kayboluştu... Her an artan, nefessiz bırakan yitiklik hissi..

Peki sonra ne oldu?

Bir sabah asla başımıza gelmez sandığımız, belki gelecek kuşağı etkiler diyerek görmezden geldiğimiz felaket senaryolarından birine uyandık! Sadece seni, beni değil, tüm dünyayı yerine mıhlayan o küçücük, boyuna posuna bakmadan tüm gezegeni sallayan miniminicik virüs şimdi burada ve bizimle!

Artık görünmez güçlerin elinde olduğumuzu biliyoruz. Birbirimizden esirgediğimiz binlerce sarılma ve yüz binlerce öpücükle havada, geniş zamanlarda asılı kaldı. Bekliyoruz; zamanın yeniden akmasını, perdelerin aralanmasını. Hiç beklemediğimiz kadar büyük bir arzuyla, yakarışla güneşleri günleri bekliyoruz.

İlk kez, bu defa bambaşka bir labirentte beraber bekliyoruz.

Theodora, balkonun demirlerine konan dev kargayı izliyor. Sokak kedilerine döktüğümüz mamayı yemeye gelen bu güzel yaratık, besbelli ikimizden de yaşlı... O korkmuyor virüsten. Hayvanlar ne bizim kadar geçmiş ve gelecek kaygısı taşıyorlar, ne de ölümün yaklaşıyor olma ihtimali karşısında panikliyorlar. Biz insanlar dışında tüm yaratılmışlar şimdiki zamandalar. Akıştalar, kabuldeler.

Bu yüzden zikirdeler.

Bir tek insandı andan kaçan. Şimdi  ne olacak dersin? Bence insanlığın zikri başlayacak; yer gök el açıp, kabulle, teslimiyetle inleyenlerin gözyaşlarıyla ıslanacak. Bu baharı pencereden izleyen insanlık, bir sonraki baharda toprağa yanağını sürüp, içtiği bir yudum suyu uzun uzun ağzında tutacak. Her lokmayı dakikalarca çiğnenecek, yutarken hak yemediğine emin olmak için emek harcayacak insanlık.

Benim tek umudum, tek isteğim, o gözyaşlarının sadece dışarıyı değil, içimizi de yıkaması. Eğer sağ kalanlar arasında olursak daha şefkatli, öncelikleri daha kalbi, çok daha bütüne hürmetkar bir insanlığa karışmak isterim. 

Sanmayın ki dindar biriyim. Benim dinim sevgi, inancım sevgi, bana tek iyi gelen de bu. Hiç bilmediğim, sonu başı belirsiz labirentimde otururken, penceremin beş metre ilerisindeki ağaç ve Theodora'dan başka kimsem yok. Her birimize sabır, şefkat, merhamettir dileğim. 

Hepsi bu.