Olanı olduğu gibi kabul etmek teoride pek sevdiğim, ancak pratikte çuvalladığım bir durum.. Yine de eskiye göre birazcık daha iyiyim sanki. Mesela artık kötü anların içinde çakılıp kalmıyorum.. Eh bu da fena bişi sayılmaz di mi?
Jasmin geçen gün telefonda "acaba neden arkeoloji okumayı seçtin sen? " dediğinde hatırladım...
Henüz lise son sınıftayken ve daha üniversite sınav sonuçları açıklanmamışken yapmıştım ilk stajımı. Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi! Basbayağı torpille olup bitmişti her şey.. Onların, amphora sergisi için yardıma ihtiyacı vardı, bende babamla müze müdürünün tanışıklığını gündeme getirip, aradıkları insan gücü olarak kapılarına dikildim.
Böylece muhatap olduğum ilk buluntular Akdeniz Havzası'nın dört bir yanından gelmiş ticari amphoralar oldu! Yani taşındıkları geminin kargosundan bin bir macerayla ayrılıp, kim bilir kaç yıl yedi denizin bilinmez sularında sürüklenmiş, içi şarap, tahıl ve daha neler neler dolu tombul, insanımsı formlar. Kartaca amphorasını hala unutamam; o ne boy post idi öyle...
O yaz zevkten ölmüştüm. Sabahtan akşama amphora temizliyor ve bunun dünyadaki en muhteşem iş olduğunu düşünüyordum. Yemek ve çiş için bile ara vermediğim günler oldu. Hatta su ve mineral kaybından bayılacak kadar ileri gittim. Bütün bunlar yetmez gibi üstüne aşık olmuştum. Hayatımın ilk aşk hikayesi!
O yaz ve ardı sıra gelen iki yaz hem aşk, hem de arkeoloji hakkında kendimi o kadar şanslı hissediyordum ki, ayaklarım yerde miydi, yer gök mü olmuştu vallahi ayırdı zordu. Harun vardı, benim derslerim, onun doktorası vardı ve aşk vardı. Kendi gezegenimizde geçirdiğimiz üç yıldan geriye, üç ayakkabı kutusu dolusu mektup ve arkeologların da en az diğer meslek gruplarındaki insanlar kadar çiğ süt emmiş olduklarına dair yüzüme çarpan gerçek kalmıştı!
O yıllardan sonra zaman zaman arkeoloji yapmaya devam ettim; araziye çıktım, makaleler yazdım, hatta bir tez bile yazdım fakat o çiğ kokuyu almıştım bir kere.. İdealize ettiğim mesleğim meğer çok sıradan bir şeymiş!
Bu keşfin hazmı kolay olmadı. Her defasında bir umut dedim ancak önüme hep yüksek duvarlar çıktı. Galiba sadece bir kez aşık oldum, fakat asla bilemedim ki; aşkım Harun'a mıydı, yoksa arkeolojiye mi?
Sonuç olarak duygum neydi, kendimi nasıl hissedip her ikisinden de vazgeçtim, ki aslında bence onlar benden vazgeçtiler, yıllar sonra anladım. Tıpkı dün gece Sylvia'nın* Sırça Fanus'da söylediği gibi hissetmiştim; "kendimi koşu yolu olmayan bir dünyada yaşayan, bir yarış atı gibi hissediyordum." Vaziyet tastamam böyleydi.
Fakat bu benim suçum olamazdı di mi? Mesela şöyle olmalıydı; ailem kötü kalpli bir büyücü tarafından lanetlenmişti çünkü annem ve babam, hatta kardeşim de tarihe bayılırlardı ve dördümüz de aşkta fena halde çuvallamıştık sanki!
Velhasıl aradan yıllar ve yıllar geçti, aşk ve arkeoloji hala etimolojik olarak içimde arapsaçı misali yuvarlanırken, kendimi yeniden birilerine, yeni öğrencilerime sanki daha dün Uluburun'daki ilk geceme yatmışım veya Aşıklı'nın yıldızlı sabahlarına uyanmış da samanyolunu o an görmüşüm gibi aşkla arkeoloji anlatırken buldum!
Evet Jasmin, ben hem kişisel tarihimde, hem de gezegenin tarihinde eşelenmeyi delice seviyorum. Bir şeylerin üstünü örtüp, yoluma devam etmek bana göre değil; etrafa ipler çekip, kazma kürek girişmeyi, toprağın rengi değişince ince aletlerimi ve fırçamı çıkartıp elimi, yüzümü yaralamayı göze alarak, uykularımı bölmek pahasına eşelenip, mevzuyu gün ışığına taşımayı, etrafında döne döne anlayıp, onun hakkında yazmayı, okumayı, farklı açılardan görmeye çalışmayı seviyorum. Fotoğrafını çekerken göz göze gelmenin, kendimi sobelemenin hazını seviyorum. Nihayetinde bir envanter numarası vererek depoya, pek özelse müzeye göndermenin buruk ama tatminkar duygusunu seviyorum. Çünkü bu tam bana göre!
Eğer bu hissin adı aşksa, evet aşığım! Üstelik kendimi bir ve bütün hissettiğim tek şeye, arkeolojiye, eskinin bilmine...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder