İşte geldim. Her kafam attığında "ah Londra'ya dönsem!" diyerek mızmızlanarak geçirdiğim onca yılın ardından buradayım. Yolculuğum pek şahane geçmedi. Zira ne kadar ekmek o kadar köfte mantığı ile yolcu ağırlayan havayolu şirketimiz gerçek anlamda Türk idi. Yolcuların yüzde seksen sekizinin Türk olması ve başbakanımızın ricasına uygun şekilde üçer beşer adet yavru üretmiş olmaları da yolculumuza tüy dikti! Ne okudum, ne de uyudum.
Fakat ilk kez kullandığım Stansted havalanını çok sevdim. Şehre giriş için çok kolay, sıkıntısız ve basit bir havalimanı. Ayrıca merkeze gitmek için otobüs ve tren arasında seçim yapacaklara kesinlikle otobüs öneririm. Çünkü harika bir şehir turu atarak Victoria'ya geldim.
Sonrası ver elini Camden!
Camden Town çok değişmiş. Büyümüş. Etrafı işportacılar basmış. Yemek çeşitliliği azalmış. ürünlerin kalitesinde feci düşüş var. Etraf bir iki poundluk çerçöple dolmuş. Kısacası ilk manzara üzücü.
Taaa ki ilk Guinness'e kadar :))
Ondan sonra hayat bana güzel. Bir de üzerine kuzenleri görünce.... Ooooo işte tatil başladı. Yeni evli bir çifti aşık ve mutlu görmek kadar bünyeye iyi gelen birşey olamaz.Maşallah; bizimkiler hem aşık, hem mutlu!
İşte ilk gün böyle noktalandı.
İkinci gün sabah erkenden kalkıp özlediğim Jordan's müsli ile kahvaltımı yaptım. Yanında en sevdiğim kahve Douwe Egberts* de olunca oh be dedim, hayat bana güzel!
Sonra sabah yogamı yaptım,duşumu alıp çıktım. Az eşyalı evde uyanmanın hafifliğiyle uça uça yürümeye başladım. Bu şehrin sokaklarındaki sabah serinini öyleözlemişim ki.. Sanki zaman hiç geçmemiş...
Özgür'e kısa bir günaydın sürprizi yapıp,akşam yemeğiiçin daveti kapıp, müzenin yoluna koyuldum. Tam gün Victoria&Albert Museum'da kendimi sanata verdim. ben görmeyeli kulaklıklı anlatımlara müzik eklenmiş, çocuklar için acayip keyifli alanlar yapılmış.Hepsinin notunu alarak, zevkle dolandım. Zira bizim kazının ören yeri yapıldığında öncelikle okullar için çok çekici bir gezi alanı olmasını o kadar gönülden istiyorum ki... Neyse, yorulunca sandwich kaptım bir tane ve binanın orta yerindeki avluya attım kendimi.
Alçak bir su ile doldurulmuş havuzla neşeyle oynayan çocuklar ve etrafa yayılmış insanlarla bir anda daha da hafifledim. Gazetesine gözatarak kahvesini içen işadamları, arkadaşıyla lak lak edenler, çocuklarıyla müzenin bahçesini mesire yeri gibi kullananlar.... Bu hayatta yürüyemez diyeceğiniz kadar yaşlı insanlarla dolu çay masaları... Londra'nın İstanbul'dan farkı: burada insanlar kendileri için yaşıyorlar!!! O kadar huzurlu ve hoş bir atmosfer ki, yanımdaki lezbiyen çiftin yandana uzanmış bedenleri ve birbirinin apış arasına kaymış elleri beni rahatsız etmiyor. Burada herşey tam da olması gerektiği gibi, özlediğim gibi: önyargısız!
Londra yaşayan -ama etrafı batırmadan, zarar ziyan vermeden- kendi için yaşayan insanların şehri. Kalabalık mı? Evet!Pis mi? Evet! Kalite düşmüş mü? Kesinlikle!
Ama hala çok güzel....
*kahveyi bizimkiler seçmiş ama tesadüfün böylesine can kurban!