28 Eylül 2012 Cuma

"ALEGRIA"

 
Cirque du Soleil...
Orası ölünce gitmek istediğim yer. O elbiseler hep sevdiğim  ama henüz hiç giymediğim elbiseler. Söylenen şarkıların dili hiç bilmediğim ya da ezelden bildiğim bir dil...
Evet, ölünce oraya gitmek istiyorum.
İnsan bedeninin denge, zaman ve esnekliğin sınırlarını zorladığı yere; Cirgue du Soleil cennetine!
 
 
 
 
Sahne sanatları karşısında yerlere kadar  eğiliyorum. İnsan bedenindeki enerjiye bir kez daha aşık olmak için gidiniz, görünüz!

BERLİN FİLARMONİ

Blogumu takip eden ama bizzat arkadaşım olmayanlar diyorsunuz ki "ulen kadına bak,  ne para var ama!Ayağının tozuyla o konsere de  gitti!"
Ve fekat azizim, durum hiç ekrandan göründüğü gibi değil. Bir kere benim sadece ve sadece gönlüm zengin. İkincisi kardeşim sanat sepet işlerinin tam ortasında çalıştığı için e ne yapayım, ben de onun davetiyelerini kullanıyorum ziyan olmasın diye.
Adam Fatih Terim olsaydı, konser yerine o maç senin bu maç benim gezerdim. Ha tercih mi ederdin dersen, etmezdim tabii.
 
Açıkcası Haliç Kongre Merkezi'ne ilk defa gittim. Kaç yıldır orada durduğundan bile emin değilim. Sıradan bir bina işte. Bana sorarsanız özel bir mimarisi veya akıllara ziyan güzelliği falan da yok. Gerek yok ki. Zira Haliç'in kıyısında ne olsa gider. Sanırım mimarı da tam olarak böyle düşünmüş olacak ki!
 
Konser güzeldi. Berlin Filarmoni dinlemek kesinlikle zevkti. Baltacıgiller bücürdü mücürdü ama müzisyen olarak keyifliydiler. Ben kendi adıma çok beğendim performanslarını.
 
Fakaaat salonu hiç sevmedim. Müzik dinlemek için berbat bir yerdi. Neredeyse elli altmış kişilik bir senfoni orkestrasından bu kadarcık mı ses çıkar yahu! Sanki orkestra ile aramızda görünmez bir perde vardı da sesin bir kısmını emiyormuş gibi hissettim. Sonra öğrendik ki balkon altları böle imiş. Yani oralardan bilet alanlara yazık oldu vesselam. Eh ne yapalım. Bir gün para verip gideceksek Prusya Kralı'nın dediği gibi "balkon altı almayız olur biter."
 
Gelelim bizim seyirciye... Her zaman ki gibi "pek şık hanımlar" ve yanlarında belli ki oraya sürüklenerek getirilmiş beyler vardı! Ve tabii her zaman ki gibi son notayı işitince, "duydunuz zilin sesini fırlayın kantine çocuklar!" modunda süratle salonu terk etmeye başladılar! Gerçekten utanç vericiydi! İnsan biraz sakin olur ya, az evvel müziğe dalmıştınız hani??? Yuh!!
 
Neyse, Berlin Filarmoni ile tanıştım nihayetinde. Ama herşey kendi yerinde güzel canım kardeşim. Demek ki bu adamları da gidip ülkesinde dinlemek lazım tez zamanda. Annem "çiçek yerinde güzel, kopartıp eve getirirsen solar, ölür  Elvan'cım" der idi. Haklıymış!
 
Yani canım benim, seninle Holborn'da hatta ne Holborn'a kadar gittiysek Covent Garden'da benim kahvecide bir kahve içmeyi bin kere tercih ederdim.
Kocaman öperim seni iyi geceler!
 
 
 
 

25 Eylül 2012 Salı







Hiç birşey saklamadan hayatımı apaçık serdim önüne Bu yüzden çözemiyorsun beni...
Tagore Rabindranath Tagore

24 Eylül 2012 Pazartesi

KABEMI TAVAF ETTIM ALLAH KABUL ETSIN AMIN

Herkesin kabesi de kiblesi de kendine. 
Benim kiblem daima Kuzey dir. Bilen bilir. Rahmetli Erol Hocam 
icin oralara gidip gormeden olmeyecegim. Sozum var. Gerci birilerinin de bana sozu var ya neyse....

Gelelim Kabe meselesine. Sanirim benim kabem Covent Garden.
Bir insanin aradigi hersey sevip sevebilecegi ne kadar ivir zivir varsa bir mekanda mi olur yaw!

Bakmayin yaw maw diyerek neseliymis gibi yapiyorum ama aslinda cok uzgunum... ne aldigim bros ne ictigim kahve beni mutlu etmeye yetmedi bugun. Basbayagi uzgun dolandim sokaklarda.
Mehmetus un dedigi gibi cebimde bir hafta ve yedi bin pound olaydi daha mi az uzulurdum emin degilim. Su an icin bunu ogrenmemiz pek olasi gorunmuyor! 

Neyse bilemedim son gunumu orada mi geciririm yoksa nehrin kiyisina mi giderim?

Son gun ne kadar pis bisisin sen! OF!

23 Eylül 2012 Pazar

MENEMENLI PAZAR KAHVALTISI

Londra nin gobeginde lukstur! Ve fakat su anda mutfakta pismekte! Londra tatilimin sonuna yaklastim. Acikcasi ilk hafta sehre alismakta zorlanmis ve hatta ilk ucakla geri donmeyi dusunmustum. Degisiklik ve anilar beni korkuttu sanirim. Ikinci hafta hersey degisti... Bunu anlatmayacagim. Simdilik Super Prenses in bilmesi yeterli.... Ve ucuncu haftanin sonuna yaklasirken burayi ozleyecegimi dusunuyorum. 
Londra yi hep evim gibi sevmisimdir. 
Evet degismis.... Ben de degismisim ama simdi de sevdim! Kimbilir bir daha yolum ne zaman duser buralara...
Hayat!

22 Eylül 2012 Cumartesi

ZORLU HAYAT

Londra hayatim cok `zorlu` geciyor!Ammaaa gel gor ki kalbim,aklim ve zihnim olan biteni anlamakta hic ama hic zorlanmiyor. Zamani gelmis diye dusunuyorum ve sadece anin icinde kalma terbiyesi gosteriyorum! Yasasin huzur!

16 Eylül 2012 Pazar

Gunaydin Super Prenses
Sana durmadan yaziyorum
Neyse ki sana yazdiklarimi postalamak icin bir zarf aldim
Bir de yazip yazip 
daha dogrusu kusup kusup postalayamadiklarim vardi
hatirladin mi
Sana degil
Ona...

Artik yazmiyorum
Kusmuyorum
Kisacasi iyiyim
Daha da iyi olmama az kaldi.
Kocaman operim

10 Eylül 2012 Pazartesi

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ KALMAZ..


Waterstones'da çocuk kitaplarına bakarken, bakın ne buldum:  bir eve dönüş hikayesi anlatan kitabın arka kapağında yazan cümle: HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ KALMAZ...
Hakikaten kalmıyor. Mehmetus'un evinin benim eski mahallemde olduğunu söylemiştim değil mi? Eva ve Maciek ile çimenlerde yuvarlana yuvarlana şarap içtiğimiz parka bakıyor üstelik... Pek çok şey aynı gibi, ama değil... Olmadığını kalbimde hissediyorum. Bizim okul, Polonyalıların kilisesi yerinde. Marketimiz, ilk Starbucks kahvemi içtiğim dükkan ve hatta postahane bile tam da bıraktığım yerde. Ama bizim pub yıkılmış... Harabe... Şarap satın aldığımız dükkan da yok..

Bugün tam bir hüzün şehri Londra. Dün Thames kıyısındaki kalabalıktan, güneşten ve gümbürtüden eser yok. Yine hava gri ve insanlar sakin... Çünkü P.tesi... Cuma'ya kadar kudurmayacaklar. İngiliz olmak böyle bişi:)

Çocuklara çok sevecekleri bir kaç oyuncak ve bir mandala kitabı buldum. Şimdiden dersler için heyecanlanıyorum. Zira hepsini o kadar özledim ki...

neyse asıl anlatmak istediklerimden kaçıyorum galiba. Biraz uyuyup, sonra tekrar yazmayı deneyeceğim...

BİRİNİCİ ZONE DA HAYAT!

Londra hayatı sakin sessiz devam ediyor. Şehrin yarısı parmak arası terlikle, diğer yarısı ise botla dolaşırken, bendeniz kuzenimin atmaya kıyamadığı  ve çok işime yarayan spor ayakkabılarıyla şehri adımlarken, her Allahın günü yağmur duası yapıyorum. Gel gör ki, bana inat olsun diye midir nedir hava günlük güneşlik! Sanki Maldivlere geldik! Bu sabah uyandım ve "aha, işte yağmur geliyor!" dedim ama bakınız yine güneş pencerede!

Blog sayfalarında anlatmayalı neler oldu özetlersek; biraz kitapçı dolaştım, çocuk kitaplarının cinsine cibilliyetine baktım. Windsor'a gittik. Kaleyi gezdik. Damadın ısmarladığı nefis kahvelerimizi içip evimize döndük. Sanmayın ki içeride yayılıp, şişmiş ayaklarımızı dinlendirdik. Yoooo. Koşarak şehrin öbür ucundaki İran Lokantası'na gittik. Orada Gülsine isminde çok cici bir kızla tanıştık ve bütün günün, hatta ertesi günün yeme içme limitimi doldurduk! Açıkcası İranlı kardeşlerimiz et işini çok iyi becermişler. Bizim kebaplarımızdan çok daha lezzetli olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Ayrıca en hoşuma giden şey çaydanlığın üzerindeki şah resmi oldu ki, acaba biz de aynı şeyi yapsak ve minik padişahımızın resmini çaydanlıklarımıza bastırıp, ulusal zevkimiz olan çaydan da soğusak mı???

Neyse, bütün bunların dışında Özgür'ü de görme fırsatım oldu. Kendisine Regent's parkta öğle yemeği ısmarladım. Ama yoğun iş temposu pek görüşmemize izin vermiyor. E madem ben buradayken çalışmayı tercih ediyor, ne diyelim Allah bol para versin:)

Gelelim şu I. Zone meselesine. Bizim kuzenler LOndra'yı pek sevmemiş. Londra'da onları sevmemiş olacak ki, güzel yüzünü göstermemiş. Ve sonuçta evleri, ocakları pek cici olsa da ısınamamışlar buralara. illa da kendi köyümüz diyorlar. Bu da aramızda bir espri konusu oldu. Zira insanın I.zone da oturup, Regent's Park a bu ladar yakın olup , kendini sürgünde hissetmesi bana tuhaf geliyor. Diğer yandan bakınca da anlıyorum aslında. Çünkü ben Londra'da hep basit işlerde çalıştım. Çok ciddi bir İngilizcem olması gerekmedi. Dolayısıyla da her daim turist gibiydim. Herşey hoş ve eğlenceliydi. Oysa iş dünyasının stresine, insanın kendini dilediğince ifade dememesi eklenince sanırım iyi bir duygu olmuyor. Hatta bir tür sürgün hayatı olduğu kesin. Hiç değilse duygusal anlamda.

Kısacası onlar pek memnun değil. Fakat geri dönmeyi düşünmeyen, buradaki olumlu yüzü görenler de var. Dolayısıyla ne kadar insan varsa, o kadar çok seçim var. Üstelik tek bir doğru yok. herkes için iyisini dilemekten başka elimizden ne gelir ki?

Bugünlerde Mehmetus'da kalıyorum. Yani eski mahallemde. Ev güzel. Basbayağı park manzaralı. Kısacası bugün buralardayım. Yine yazarım:)

6 Eylül 2012 Perşembe

VE NİHAYET LONDRA'DAYIM!

İşte geldim. Her kafam attığında  "ah Londra'ya dönsem!" diyerek mızmızlanarak geçirdiğim onca yılın ardından buradayım. Yolculuğum pek şahane geçmedi. Zira ne kadar ekmek o kadar köfte mantığı ile yolcu ağırlayan havayolu şirketimiz gerçek anlamda Türk idi. Yolcuların yüzde seksen sekizinin Türk olması ve başbakanımızın ricasına uygun şekilde üçer beşer adet yavru üretmiş olmaları da yolculumuza tüy dikti! Ne okudum, ne de uyudum.
Fakat ilk kez kullandığım Stansted havalanını çok sevdim. Şehre giriş için çok kolay, sıkıntısız ve basit bir havalimanı. Ayrıca merkeze gitmek için otobüs ve tren arasında seçim yapacaklara kesinlikle otobüs öneririm. Çünkü harika bir şehir turu atarak Victoria'ya geldim.

Sonrası ver elini Camden!
Camden Town çok değişmiş. Büyümüş. Etrafı işportacılar basmış. Yemek çeşitliliği azalmış. ürünlerin kalitesinde feci düşüş var. Etraf bir iki poundluk çerçöple dolmuş. Kısacası ilk manzara üzücü.
Taaa ki ilk Guinness'e kadar :))
Ondan sonra hayat bana güzel. Bir de üzerine kuzenleri görünce.... Ooooo işte tatil başladı. Yeni evli bir çifti aşık ve mutlu görmek kadar bünyeye iyi gelen birşey olamaz.Maşallah; bizimkiler hem aşık, hem mutlu!
İşte ilk gün böyle noktalandı.

İkinci gün sabah erkenden kalkıp özlediğim Jordan's müsli ile kahvaltımı yaptım. Yanında en sevdiğim kahve Douwe Egberts* de olunca oh be dedim, hayat bana güzel!
Sonra sabah yogamı yaptım,duşumu alıp çıktım. Az eşyalı evde uyanmanın hafifliğiyle uça uça yürümeye başladım. Bu şehrin sokaklarındaki sabah serinini öyleözlemişim ki.. Sanki zaman hiç geçmemiş...

Özgür'e kısa bir günaydın sürprizi yapıp,akşam yemeğiiçin daveti kapıp, müzenin yoluna koyuldum. Tam gün Victoria&Albert Museum'da kendimi sanata verdim. ben görmeyeli kulaklıklı anlatımlara müzik eklenmiş, çocuklar için acayip keyifli alanlar yapılmış.Hepsinin notunu alarak, zevkle dolandım. Zira bizim kazının ören yeri yapıldığında öncelikle okullar için çok çekici bir gezi alanı olmasını o kadar gönülden istiyorum ki... Neyse, yorulunca sandwich kaptım bir tane ve binanın orta yerindeki avluya attım kendimi.

Alçak bir su ile doldurulmuş havuzla neşeyle oynayan çocuklar ve etrafa yayılmış insanlarla bir anda daha da hafifledim. Gazetesine gözatarak kahvesini içen işadamları, arkadaşıyla lak lak edenler, çocuklarıyla müzenin bahçesini mesire yeri gibi kullananlar.... Bu hayatta yürüyemez diyeceğiniz kadar yaşlı insanlarla dolu çay masaları... Londra'nın İstanbul'dan farkı: burada insanlar kendileri için yaşıyorlar!!! O kadar huzurlu ve hoş bir atmosfer ki, yanımdaki lezbiyen çiftin yandana uzanmış bedenleri ve birbirinin apış arasına kaymış elleri beni rahatsız etmiyor. Burada herşey tam da olması gerektiği gibi, özlediğim gibi: önyargısız!

Londra yaşayan -ama etrafı batırmadan, zarar ziyan vermeden- kendi için yaşayan insanların şehri. Kalabalık mı? Evet!Pis mi? Evet! Kalite düşmüş mü? Kesinlikle!
Ama hala çok güzel....

*kahveyi bizimkiler seçmiş ama tesadüfün böylesine can kurban!

3 Eylül 2012 Pazartesi

FARKINDAYIM, FARKINDAYIM...

ARKADAŞLAR, ARANIZDAN BAZILARI NEREDE HAREM YAZISI DİYE İSYAN EDİYOR AVRUPA'DAN:) EVET, GECİKTİ, FARKINDAYIM. AYRICA TATAR RAMAZAN YAZIM DA GECİKTİ. ONUN DA FARKINDAYIM. AMA OLMADI İŞTE. KAZIYI BİTİR, EVE DÖN, EŞE DOSTA SELAM VER DERKEN ÇANTAMI ANCAK TOPLADIM. SABAHA YOLCUYUM YABAN ELLERE. BÜTÜN BU YAZILARI ORADAN YAZACAĞIM ARTIK.
ÖPERİM.